Etrafı tanımak ve doğada zaman geçirmek için birkaç gezi gurubuna üye oldum. Bu guruplar her hafta sonu çok güzel parkurlarda, köylerde, antik kentlerde, derelerde, ormanlarda dağlarda, yürüyüş yapıyorlar. Genelde, tarihi mekanlar için konuya hakim bir rehber de bulunuyor, köylerden geçerken bazen gurup içinde bu köyde büyümüş insanlar çıkıyor, bu sayede kendi başıma gezerek elde edemeyeceğim bilgiye ulaşabiliyorum. Çok sık gidemesem de çok merak ettiğim bölgelere yapılan gezilere katılmaya gayret ediyorum.
Geçtiğimiz hafta sonu daha önce adını bile duymadığım Gürleyik şelalesine ve zaman kalırsa Zeus Altarına bir gezi düzenleneceğini öğrenince geziye katıldım. Zeus Altar’ını özellikle merak ediyordum, daha önce gitme teşebbüsünde bulunmuş fakat yerini bulamayıp, meğer 500 metre yakınında bir yerde çay içip geri dönmüştüm. Gürleyik şelalesi ise, Çanakkale ile Balıkesir il sınırlarını çizen Mıhlı Çayının üzerinde bir şelale imiş, turizme açık olmadığı için daha önce adını duymamışım. Mıhlı Çayı üzerinde bulunan Mıhlı Şelale’si ise turizme açıktır ve daha önce gitmiştim. Mıhlı Şelale’sinin (son kilometrelerde yol hayli bozuk olmasına karşılık) hemen dibine kadar araçla gidilebiliyor. Bu şelale çok güzel bir kayalık kanyon içerisinde birbirini takip eden havuzlar şeklinde çok güzel bir şelale, ancak havuzların içine kadar ulaşan tesisler nedeniyle cazibesini büyük ölçüde yitirmiş durumda. Gürleyik Şelalesi ise tamamen ayrı bir mevzu, sadece yerel köylülerin ya da yerel yürüyüş guruplarının bildiği bir yer, yani tamamen bakir.
Her zaman olduğu gibi şehirde buluşup, minibüse doluştuk, Edremit Körfezine giden yolu çok kolaylaştıran, yapımı bu yıl bitmiş tünellerden geçerek Küçükkuyu’ya vardık. Körfezi bilenler bilir, Çanakkale’ye bağlı Küçükkuyu’nun nerede bitip, Balıkesir topraklarının nerede başladığı ilk bakışta anlaşılmaz, bütün körfez nereyse Burhaniye’ye kadar birbirine bitişik yerleşim alanı halindedir. İki şehir topraklarının sınırı Mıhlı Çayı boyunca çizilmiştir.
Küçükkuyu’da çok güzel manzarası olan Kaz Dağının yamacında kurulmuş; Adatepe, Adatepebaşı ve Bahçedere köyleri var. Şelaleye bu köylerden geçerek gidiliyor. Biz önce bir köy kahvesinde oturup, yanımızda getirdiğimiz malzemelerle kahvaltı yaptık. Köyden çıkar çıkmaz orman yoluna sardık, navigasyona güvenip birkaç kez kaybolduktan sonra mantar toplamaya çıkmış köylülere sorarak doğru yolu bulduk. Demek ki atadan dededen kalma usulleri hemen öyle terk etmemek lazım. Teknoloji, teknoloji nereye kadar? Yol boyunca mantar toplayan, orman içerisindeki hayvan damlarına yem getiren köylüler, piknik yapan şehirliler, domuz avına çıkan avcılar, orman yollarını açan traktörler yani birçok insanla karşılaştık.
Arabayı terk ettiğimiz son noktada orman yolunda çalışma vardı, 500 metrelik yolu çamurdan aşamayıp, yamaçtan geçmek zorunda kaldık. Bundan sonra ise bir Allah kuluna rastlamadan saatlerce yürüdük. Bu yürüyüş önce hayal meyal seçilen orman yolundan, daha sonra ise çayların üzerinden atlayarak, kayalarda resimler çektirerek, ormana, denize, uzaktan görünen ada siluetlerine bakarak, derin vadilerin yamacındaki incecik patikalardan yürüdük. Son olarak artık patika filan da bitti, yolu gösteren taş kuleler ve taşlara çizilmiş oklar dışında yol gösteren hiçbir şey kalmadı. Sadece daha önce şelaleye gitmiş biri ve içgüdülerimiz dışında pek bir şey kalmadı. Vadi yamacı dağdan yuvarlanmış dev kayalar halini aldı, bence ayakkabılarım bu yürüyüşe uygun değildi, gene de son etaba kadar yürümeye devam ettim. Bu şelale de muhteşem bir kaya kanyondan küçük kırımlar ve tesbih gibi dizili göllerden oluşan muhteşem bir şelale, el değmemiş olduğu için muhteşem.
Oldukça zahmetli bir yoldu, toplamda benim için 4 saat gurubun tamamı için ise 5 saat sürdü. Çünkü ben dönüş yolunda tamamen yalnız kalmak için önden hızlıca yürüdüm. Bir saatten uzun süre orman içinde tamamen yalnız yürümek gibi bir deneyim daha yok. Oldukça zahmetli bir yürüyüş olduğu halde hepimiz çok mutlu olduk, aklımda hep Kaçkar Dağların yürüyüş yaptığım günler vardı, nereyse dejavu yaşadım.
Dönüşte gene aynı köyde elimizdeki yiyecekleri yedik, artanları köpeklere verdik, simit yemekten göbekleri şişti.
Neyse ki Zeus Altarına gidecek kadar da vakit kaldı. Altar; bir tapınak değil, sadece kurban kesilen kutsal bir alan, Anadolu’da Zeus’a adanan altar çok nadir. Zannediyorum, bu altarı en çok denizciler, sefere çıkmadan önce kullanmışlardır. Şu anda ise tam bir seyir terası; Mıhlı Çayının kanyonunun kıyısında, uçuruma fışkıran, inanılmaz geniş görüş alanı olan kartal yuvası gibi bir kayanın üzerinde bulunuyor. Muhteşem bir gün batımı manzarası olduğu için oraya vardığımızda üzerinde onlarca kişi vardı. Bütün körfez, Midilli adası, Ayvalık adaları, gök, deniz, orman, gün batımı ayaklar altında, nasıl anlatayım?
Yerlerde yeni yağan yağmurun çamuru, yüzümüzde ilkbahar havası, erkenden çiçek açmış badem ağaçları maalesef iklim krizinin ayak sesleriydi, bunlardan hiç mutlu olmadım. Yalnız o bölgedeki köyler, zeytin ağaçları, organik zeytin fabrikaları çok güzel, görülesi.
Adapetebaşı köyünde bana Karadenizi hatırlatan başka bir manzara daha gördüm. Yollar bazen uçurum kenarında, bazen de tam sırtın üzerinde yer alıyor. Aynen bizim köyler gibi uçurumun kenarında mezarlıklar da var. Öyle bir mezar düşünün ki, başında Fatiha okurken, azıcık ayağın kaysa, kendini uçurumun dibinde bulur, maazallah kendin Fatihalık olursun. İşte bu yollar, mezarlıklar da neredeyse bizim aile mezarlığına giden yol ve aile mezarlığını hatırlattı.
Bu ülkenin her köşesi cennet, gittiğimiz köşe de oldukça vahşi tabiatlı bir cennet. Kelimelerim kifayetsiz kalıyor.
Bacaklarım, belim koptu gitti, ama bu deneyim her şeye değer. Toplamda yirmi bin civarında adım atıp, o zahmetli dağda 11-12 kilometre yürümüşüz. Ben günde 7-8 km yol yürüyorum, normal yol olsa hiç yorulmazdım ama bu yolda yarısı kadar da yürümüş olsak yorulurdum. Ertesi gün bedenimdeki hemen her kasım ağrıyordu.
Kolay gelsin. İyi gezmeler..