Bir haftadan beri ağır ağır, günler uzuyor, hava ısınıyor, son cemre de düştü, bademler çiçeklendi, otlar yükseldi, uzun zamandır hasret kaldığımız yağmurlar da nihayet başladı, muhteşem bir baharın gelişini daha izliyorum. Oysa bundan tam bir ay önce kâbus gibi bir deprem yaşadık, izlerini silmek o kadar uzun sürecek ki, şimdilik tahmin bile yürütemiyorum.
Bildiğim tek şey, güzel ülkemin en sevdiğim bölgelerinden biri şimdi adeta toplu mezarlık alanı haline geldi.
Her deprem sonrasında olduğu gibi, jeologlar televizyon kanallarının gözdesi haline geldiler, hemen herkesi depremler konusunda uzmanlaştıracak bilgileri tazelediler. Sonuç ne olacak, artık akıllanır mıyız diye düşününce bundan pek de emin değilim.
Bence; ‘akıl’ sadece bilgiyi üretebilmek değildir; veriler ışığında risk analizi ve riskleri bertaraf edecek planları yapabilmek, en önemlisi de bu planları hayata geçirecek iradeyi de gösterebilmektir. Eyleme geçecek cesareti olmayanın akıl sahibi olmasının ne anlamı olabilir bilemiyorum. Elbette bir toplum olarak yaşamanın en önemli getirisi; toplumda yaşayan bazı bireylerin teoriler üretecek akla sahip olması, kiminin bu bilgi ile risk analizi ve risklere karşı mücadelenin nasıl yapılacağını planlaması ve diğerlerinin de mevcut planları hayata geçirecek kişiler olması gibi, ne kadar devasa olursa olsun daha iyi bir gelecek için gerekenleri yapabilecek potansiyel sağlamasıdır.
Elbette bu potansiyeli en verimli şekilde organize edebilecek yönetime sahip olması da gerekiyor.
Bizim kadar ciddi bir deprem ülkesi olan Japonya pekâlâ depremle yaşamayı öğrendiyse biz de öğrenebiliriz.
Tabii teoride bu söylediğim doğru, ya pratikte ne olacak, işte bu kısım bence bilinmez. Kimse bana ama Japonya’nın fayları deniz altında demesin, biz de fay hatları toprak yüzeyinde olan bir deprem ülkesi olarak yapılaşma, şehirleşme planlarımızı hayata geçirebiliriz. Ama zaten bizde her zamanki gibi mevzuatta sorun yok, mevzuata uyumda problem varsa o zaman takkeleri indirip öz eleştiri yapma zamanı gelmedi mi?
Eğer tövbe edeceksek, ülke olarak her şeyden önce çürük inşaat yapmaya tövbe etmeliyiz. Böyle somut bir tövbenin sonuçlarını alırsak belki de inanç için önce eşeği sağlam kazığa bağlayıp sonra Allaha emanet etmemiz gerektiğini fiilen anlayabiliriz.
Biz sadece insanız, bu evren bizim için yaratıldı megalomanlığından hatta paranoyasından kurtulmamız gerekiyor. Gerçek şu ki, biz bu gezegen üzerinde yaşayan sayısız canlı türünün içerisinde soyumuzu devam ettirebilmek adına çok iyi bir adaptasyon yeteneğini gösterebilen bir türüz, işte bu yeteneğimiz sayesinde en hızlı, en büyük, en kuvvetli tür olmadığımız halde, kendimizi gezegenin besin zincirinin tepesine konumlandırabildik. Ancak bu yeteneğimizle de boşuna övünmeyelim, böceklerin, yabani otların, virüslerin, alglerin, bakterilerin uyum yeteneği yanında bizimki solda sıfır bile değildir. Yani yarım aklımızla kendimizi yerleştirdiğimiz yaratıklar içerisinde kral tahtından, gerçek sahnemize yani dünyaya, toprağa, iklim koşullarına, atmosfere, yani gerçeğe konumlandırmalıyız. Nokta.
Dünya deprem yaparak biz bir ceza vermeye çalışmadı, o kendi varoluş süresince yüzeyinde oluşacak değişiklikleri yaşamaya devam ediyor sadece. Dünyanın da kendi yaşam döngüsü var, bundan 4,5 milyar yıl önce doğdu, güneşin kara deliğe dönüşeceği bir zaman da hayatı sona erecek. Hayatı boyunca da dış kabuğundaki plakalar yer değiştirmeye ve yeryüzü şeklini değiştirmeye devam edecek. Sadece depremlerle, yanardağlarla kabuk şeklini değiştirmiyor, çağlardan çağlara iklim değişiklikleri de yaşıyor. Defalarca üzerindeki hayat devreleri sona erdi, sonra yeniden başladı. Bizim türümüz de bu değişken gezegen üzerinde kendi mevcudiyetini ya doğal çevrenin türümüz için yaşanamayacak kadar değişmesi ya da kendi elimizle hazırladığımız bir gerekçe ile belirsiz bir zamana kadar devam ettirecek, muhtemelen gezegenin sonu gelmeden bizim türümüzün sonu gelecek.
Bizim üzerinde yaşadığımız ve doğal devinimlerini her zamankinden daha iyi bildiğimiz bu gezegene saygı ile uyumlanmayı öğrenmemiz gerekiyor. Dünya bize ait değil, biz dünyaya aitiz. Bunun bilincinde yaşarsak belki bu kadar arsızca hırpalamayız dünyamızı.
Bu dünyada yaşamanın en zor taraflarından biri, çok farklı nefis seviyelerinde olan insan varlıklarla aynı mekânı paylaşmaktır diye düşünüyorum. Bu depremde de her varoluş düzleminden insan varlıkları açıkça gözlemledim. Ben henüz, ilk günlerde enkaz altında kurtarılmayı beklerken, soğuktan, susuzluktan ve çaresizlikten ölen insanlardan çıkamadım. Bunca hüzne rağmen bütün coşkusuyla gelen bahar, hele de bütün sonbahar ve kış boyunca süren kuraklıktan sonra yağmurla gelince içime inceden bir heves gelmeye başladı. Sabah kalkınca ıslak toprağın kokusunu hissetmek, aylardan beri kupkuru olan derelerde az da olsa akan su görmek, yabani otların kabarması iyi geldi. Bir aydan beri ilk kez ‘şimdi bu otlarla nasıl uğraşacağım’ diye gündelik hayata dair düşünürken yakaladım kendimi.
Aylık bülten için teşekkür ederim. İyi ki senin arkadaşın olmuşuz..