Monthly Archives: Haziran 2023

BAZI İNSANLAR VARLIKLARI İLE DÜNYAYI GÜZELLEŞTİRİR; İŞTE ONLARDAN BİR KAÇI

Sosyal medyanın çok güzel tarafları var, örneğin arkadaşlarının arkadaşlarından seçip, ‘tanıyor olabileceğin’ kişiler listesi oluşturuyor. Yıllar önce böyle bir listeden ‘Yücel Tanyeri’ abimi buldum, aslında muhtemelen hayat boyu hiçbir zaman aynı odanın içinde bile bulunmadık, ancak kendisi Hacettepe’den abim olur. Hacettepe Tıp Fakültesinin ilk öğrencilerinden biri kendisi (bu arada Hacettepe en eski tıp fakültelerinden biridir, ancak görece olarak yenidir, mesela benim girişim de sanırım 8’inci dönemine denk geliyor). Öyle sıradan bir öğrenci de değildir, kendi anlatısından bildiğim kadarı ile Hacettepe amblemi olan o geyiğe benzeyen ‘H’ harfinin yaratıcısı, her tıp bayramında çıkan ‘mantar’ dergisinin kurucusudur. Çok başarılı tıp kariyerini öğretim üyesi olarak tamamlamıştır,  ‘tıp fakültelerinden her şey çıkar’ geleneğini de özenle sürdüren sevgili büyüğüm, emekliliğinde de yazarlık, fotoğrafçılık, gezginlik gibi birçok uğraşları sürdürmektedir.  Aslında kendisi dünyayı varlığı ile güzelleştiren insanlardan biridir.

Derken günün birinde yıllardan beri takip ettiğim ve hayranı olduğum Tunç Fındık’ın da dayısı olduğunu öğrendim. Yani aynı aileden birden fazla kişi, varlıkları, kişisel hevesleri ve heveslerini gerçekleştirme azimleri ile dünyayı güzelleştirmekle uğraşıyor.

Otuzlu yaşlarımda doğa yürüyüşlerine merak sarmıştım, bir gurubumuz vardı, hemen her hafta sonu, hem gündelik, hem de kamplı dağ yürüyüşleri düzenlerdik. Doğu Karadeniz Dağlarında neredeyse ayak basmadığımız patika, gecelemediğimiz yayla bırakmamıştık. Ben kaya tırmanışı yapmaya hiç heves etmediğim için ip, vb aletlerim yoktu, ama yürüyüş botlarımız, sırt çantalarımız, yataklarımız, çadırlarımız, ocaklarımız, lambalarımız, her türlü ihtiyaç malzememizin hem yazlık hem de kışlık olanları vardı. Her hafta sonu mutlaka bütün gün sürecek uzun bir yürüyüşe çıkardık, ayda bir ise ya Cuma akşamından, bazen de cumartesi sabah erkenden çıkıp, Pazar gecesi dönecek şekilde kamp yapardık. Birkaç ayda bir ise birkaç tatil gününü birleştirir, 4-9 günlük bir çevre turuna çıkardık, bu turlara bazen Trabzon’dan itibaren minibüsle, bazen de uçakla bir yere gidip, havaalanından kiraladığım araçla giderdim. Bu uzun turların çoğunda otellerde, misafirhanelerde kalırdım, yani kamp malzemelerimizi genellikle Doğu Karadeniz bölgesinde kullanırdık.

Bu dönemde yurt dışı ve içi kongrelere filan da sıkça giderdim. Evde bir odamda yol malzemelerim, çantalarım hazır olurdu, gideceğim yola göre çantalardan birini kapar yola düşerdim. Özellikle sırt çantasını uzun taşıyacağımız yürüyüşlerde yiyecek malzemeleri en hafif nasıl götürürüz çok iyi bilirdik, gerçi keyfimizden de çok ödün vermek istemezdik. Örnek verecek olursam mutlaka Türk kahvesi, fincan, cezve taşırdık, ama fincan tabağı, ocak filan taşımaz, hemen oracıkta bulduğumuz çalı çırpıyı tutuşturup, okkalı bir kahve yapar, içerdik, sonra  fincanları büyükçe bir yaprağa çevirip fal bile bakardık.

İşte bu arkadaşlık ikliminde Türkiye’de de dağcılık, özellikle de yüksek irtifa dağcılığı giderek daha popüler bir spor olmaya başladı. Bazı gençler artık 7000/8000 irtifalara tırmanmaya başladılar. İlk 7000lik dağcılardan bir arkadaşım Tanrı Dağlarında hayatını kaybetti. Bizim gibi amatör doğa yürüyüşçüleri bu yüksek irtifa dağcılarını tanırdık, ama 99 depreminden sonra Nasuh Mahruki adeta pop star gibi herkes tarafından tanınır oldu. Pop star demekte bir sakınca görmüyorum çünkü bir söyleşisine gittim, konuşması bittikten sonra bütün salon ayağa kalkıp, çocuğun üzerine çullanmıştık.

Tabii dağcılığa merak sarınca Tunç Fındık mutlaka bir şekilde radarına giriyor insanın, bir kitabını, bir söyleşini okuyorsunuz, sosyal sitelerini takip ediyorsunuz. Benim çok patolojik olmayan ama beni asla kenarlığı olmayan bir yüksekliğin yanına yaklaştırmayan bir ‘yükseklik’ korkum var, buna yükseklik korkusu mu demek lazım yoksa ‘boşluk hissi’ mi bilmiyorum. İşte ‘Tunç’ içindeki boşluk duygusunu yenmiş, ya da o duygusunu tamamen terbiye etmiş bir insan, muhteşem bir dağcı. Yıllardan beridir, dağcılıkta çok önemli bir şeyi gerçekleştirmeye çalışıyordu; dünya üzerinde mevcut 14 adet 8000 metreden yüksek dağ var, bu dağların hepsine tırmanan dağcılara verilen bir de unvan var, ama şimdi aklıma gelmedi.

Bu sene de artık sonuncu 8000liğine çıkmak üzere aylardır yollardaydı, son 4 haftadan beri hiç paylaşım yapmadığı için zirve yolunda olduğunu biliyordum. Ayrıca bu dağdan geri döndüğü seferler de olmuştu, korkudan Yücel abiye soramıyordum, ama bu sabah telefon etmiş ve evet, artık projesini tamamlamış.

Düşünmesi bile zor, ama Tunç Fındık, Everest’e 2 kez tırmandığı için tam 15 kere 8000 metreden yükseğe çıktı, bunu yapabilen ilk Türk dağcı oldu, şu ana kadar dünyada yapan kişi sayısı da bildiğim kadarı ile 40’tan daha az. Tunç bize cumhuriyetin 100üncü yılında böyle bir azim ve başarı hikâyesi hediye etti, daha ne yapsın? Çok teşekkürler. Seninle ne kadar gurur duysak az.

Sanki ben çıktım bütün o dağlara.

ÇOCUKLUĞUMUN UNUTULMAZ DİLENCİSİ;  HERKES KENDİ SINIRLARININ ÖZGÜRÜ / MAHKÛMU.

Çocukluğum, Trabzon’da, Kunduracılar Caddesindeki bir taş evde geçti. Bizim sokağın, hatta bizim evin hemen çaprazındaki kaldırımın kadrolu bir dilencisi vardı. Bu adamın her iki bacağı da kalçadan itibaren yoktu. Sabah erkenden yerine yerleşir, semer gibi deriden yapıldığını sandığım bir şeyin üzerinde kaldırımda gün boyu oturur ve mesaisinin sonuna kadar dilenirdi. Semer diye tarif ettiğim şey vücuduna bir şekilde bağlı olmalıydı ki; arada bir zabıtalar bu adamcağızı kovalarlar, adam iki elinin üzerinde maraton koşucusu gibi onlardan kaçmayı başarırdı, bu koşu sırasında semeri katiyen bedeninden ayrılmazdı. Muhtemelen bu semer hem bedenini soğuktan korumasına, hem konforlu bir şekilde taşta oturmasına,  hem de gün boyu kazandığı paraları saklamasına yarayan, adeta eksik bacakların, koltuğun, çantanın, pantolon ceplerinin yerine geçen çok amaçlı (organ) vasıta gibiydi. Aslında onun bacakları çok ustalıkla kullandığı kollarıydı.

Bu dilenci bizim sokağın vaz geçilmez bir karakteriydi, arada bir birkaç gün ortalıktan kaybolur, hepimizi merakta bırakırdı. Sonra bir sabah yine her zamanki yerinde oturduğunu görürdük, zamanla bu yoklama kaçağı günlerinin nezarette geçtiğini anlamıştım. Yani hastalık izni filan kullanmıyordu. Yerine de çok sadıktı, değil başka bir sokakta dilenmek, kaldırım bile değiştirmiyordu, sadece polis gözetimindeyken işine ve iş yerine gitmezdi. Her yakalandığında da yanında bulunan para şaşırtıcıydı; her seferinde en iyi memurun maaşının birkaç katı para yakalatırdı.  

Sonunda bu adamcağız bir gün sokakta yanında bir sürü parayla ölü bulundu.

Daha sonra duyduğuma göre meğer adam evliymiş, çocukları varmış ve daha da ilginci koca bir apartmanı, dükkânları, kiracıları varmış. Yani adam dilenerek bir eli balda bir eli yağda yaşayabilecek kadar dünyalık edinmiş, istese son yıllarında bütün zamanını sıcak evinde geçirebilir, kira geliriyle gül gibi geçinir giderdi. Oysa hayatı bir kaldırımın soğuk taşları üzerinde, semerciğinin üzerinde dilenerek sona erdi, ömrünün son gününde bile her an peşinden zabıtanın kovalayabileceği, nezarete atılabileceği, üzerinden araba geçebilecek (o zaman sokak araç trafiğine açıktı, at arabaları da vardı), hasta olabileceği, sinirli bir adamdan dayak yiyebileceği, hakaret işitebileceği, bin bir  tehlike dolu vahşi ormanından vaz geçemedi .

Bu hadise o zaman çok dikkat çekmişti, hatta ben sırf bu adam yüzünden dilencilere para vermemeye özen gösterdim.

Dünden beri bu adamın tuhaf ölümü aklıma düştü. Daha doğrusu neden bu adamın neden rahatça evinde oturmadığını/ oturamadığını düşündüm.

Sonra bu hayattaki çerçevelerimiz geldi aklıma. Artık bu çerçevelere ‘güvenlik alanları’ mı, ‘alışkanlıkların vaz geçilmez hafifliği’ mi, ‘mecburiyet çıkmazları’ mı yoksa ‘ihtiyaç hapishaneleri’ mi, ne derseniz deyin, aslında her birimiz kendi ‘varoluş kısıtlarımızın’ içinde sürdürüyoruz hayatlarımızı.

Dilenci örneğimize dönelim; çünkü insanın başkasını gözleyip, onda olanı fark etmesi, kendini kısıtlılıklarını gözlemlemesinden çok daha kolay yapılabilen bir şey. Adamın rahatça geçineceği parası varken neden son gününe kadar sokaklarda dilenerek yaşamaya devam etti?

  1. Başka insan varlıklarına zor görünen sokaklar; adamın her işvesini, cilvesini bildiği yani aslında kendini ‘güvenlik alanında’ hissettiği  yerdi.
  2. Adam bu hayata tamamen alışmıştı, hayatta başka ne yapabileceğini bilmediği için günlük hayatı kendisi için son derece tanıdık olan bir şekilde geçirmeye devam etti. Alışkanlığından vazgeçemedi.
  3. Beden kısıtlılığı nedeniyle başka insanlarla iletişim biçimini ‘güçsüzlüğün gücü’ ilkesi üzerine kurmuştu, başka bir ilişki şekli bilmediği için sosyalleşmek (sürüye dâhil olabilmek) için bu şekilde devam etmek zorundaydı.Belki de ailesinin onu kabul etmesi eve sürekli para akıtması sayesinde mümkündü, aile reisliği rolünden vaz geçemedi, bu duygusal ihtiyacını tatmin edebilmek için dilenciliğe devam etmesi gerekliydi. Kendi duygusal ihtiyaçlarını karşılayabilmek için bu şekilde yaşamaya devam etti.
  4. Benim şu anda tahmin bile edemediğim başka bir şey vardı. Hiç düşünmedim ama mesela haraç vermesi gereken kişiler vb…

Aslında bu dünyadaki her varlık kendi kısıtlılıkları tarafından çerçevelenen bir özgürlük alanında yaşamak zorunda. En özgür olduğunu düşündüğümüz göçmen kuşlar bile içgüdülerinin, iklimin, mevsimlerin,  göç yolu coğrafyasının ve kim bilir daha ne şartların mahkûmu değil mi?

Her insanın, içine doğduğu coğrafyanın, toplumun, ailenin, kendi hayat şartlarının ve hayal gücünün çerçevelediği bir ‘yaşam odası’ var. Alışkanlıklar, ihtiyaçların karşılanması, aidiyet duygusunun tatmini, eğitimi herkesin kendini içinde rahat hissettiği bir ‘güvenlik alanı’ meydana getiriyor. Bu alan gündelik hayatı çok kolaylaştıran ve kendini tehlikelerden koruyan bir alan olsa da, giderek kısıtlarsanız, her geçen gün daha dar alanda yaşamak durumunda kalıyorsunuz, hayat hapishanesinin duvarları her gün birbirine daha da yakınlaşıyor. Soğuk suyun içine atılan kurbağanın suyun giderek ısınmakta olduğunu anlayamaması gibi giderek daha küçük bir hücrede yaşamaya başlıyorsunuz.

Dünya Sağlık Teşkilatı son yıllarda yaşlılık tanımındaki yaş sınırını çok esnetti, buna karşılık yaşlılığı ‘güvenlik alanlından’ çıkmamak, yani, yeni şeyler öğrenmeye, denemeye, yapmaya karşı direnç geliştirmek olarak tanımlamaya başladı. Yani kaç yaşında olursanız olun, yeni insanlar tanımak, yeni şeyler öğrenmek ve yapmak için istekli olmak gerekiyor, yoksa kimse sizden alışkanlıklarınızdan güvenli alanınızdan çıkmanızı beklemiyor, ancak bu alanı genişletme gayreti içinde olmak gerekiyor. Mesela bu yaşımda ve bu bedenimle aslan avına çıkmak geçekçi olmaz elbette, ama mesela kedigillerle ilgili okuyup, belgeseller seyredip, akademik bilgi düzeyimi, ekolojik farkındalığımı geliştirebilirim.

Muhtemelen bu konuda en doğru yaklaşım, özellikle hayal etme, merak etme konusundaki kısıtlılıklarımızı önce fark etmeye odaklanmak, daha sonra da kendine yeni ilgi alanları, öğrenme sınıfları, deneme atölyeleri geliştirmeye çalışmak, her gün mutlaka sürdürülebilir bir beden faaliyeti gerçekleştirmek.

Bir taraftan özgürlük alanları yaratıp bir yandan da alışkanlıkların rahat battaniyesine sarınarak çok güvenli bir yerde ama çok daha özgür bir beden ve zihinle yaşamak güzeldir.

BAHÇEDEN TUHAF  TABAKLARA DEVAM

Bu aralar bahçede dolmalık kabaklar vermeye başladı, patateslerin bitkileri iyice bozuldukları için çıkardım. Bazı patatesle hayli minik, ama onlarla ne yapacağımı iyi biliyorum. Bal kabaklarının henüz olgunlaşmak için hayli zamanları var, ancak geçen yıldan buzlukta kalanları da artık yavaş yavaş bitirme zamanı geldiği için onlarla da farklı denemeler yapmak istedim.

MİNİK PATATESLER FIRINDA

En ufak patatesleri biraz yumuşayana kadar kabuklarıyla birlikte haşladım. Haşlanmış patateslerden yeterince büyük olanları parmağımı bastırarak biraz ezdim. Tereyağı eritip içine 2 diş ezilmiş sarımsak, tuz ve taze biberiye koyarak basit bir sos hazırladım. Fırın tepsisine dizdiğim patateslerin üzerine dökerek 200 derece 30 dakika pişirdim. Bu patates yemeği orta boy ve daha ufak taze patateslerden yaptığım, etin, tavuğun, balığın yanına çok yakıştırdığım bir şey. Tek başına da çok güzeldir, artanları soğuk olarak kahvaltıda da tüketilebilir.

KABAK RÖŞTİSİ

Kabaktan bezleyeli zeytinyağlı yemek yaparım, çok beğenilir. Geçen gün baklalı denedim, o da çok güzel oldu.

Yumurta sevmediğim için mücver yapmak istemedim, patatesten yaptığım röşti ile mücverden esinlenip, kabak röştisi yaptım. Dört adet kabak, 1 soğan, 2 diş sarımsak ve 1 havucu rendeleyip, suyunu iyice sıktım. Baharat, tuz ve 3 kaşık nişasta katarak bir kıvam tutturdum. Sonra zeytinyağını ısıttıktan sonra karışımı tavada arkalı önlü pişirdim. Ancak nişasta az geldiği için patates röştisi kadar güzel tutmadı, tekrar yapınca mücver gibi küçük parçalar halinde kızartacağım, hem tek başına hem de her türlü et yanına eşlikçi olarak çok güzel bir alternatif oldu.

KABAKLI, MANTARLI, ADA ÇAYLI, LABNE PEYNİRLİ MAKARNA

Mantarları çok ufak parçalar halinde, kızgın ateşte, çok az yağla soteledim.

Bal kabağı, soğan ve sarımsakları biraz tuz ve zeytinyağı ile fırınladım.

Spagetti makarna haşladım. Makarnaları süzdükten sonra labne peyniri ile iyice karıştırdım. İstenirse 4 peynirli de yapılabilir.

Fırınladığım sebzelere makarnanın suyundan katarak el blendrından geçirip bir püre haline getirdim.

Ada çayını incecik doğrayıp biraz tereyağında kızartım.

Misafir için sunum yapsam tabağın ortasına bir topak makarna koyar, kenarlarına turuncu sosu, üzerine mantarları ve ada çayını koyardım. Kendimiz yiyeceğimiz için hepsini karıştırdım.

Çok lezzetli oldu.

YAKIN ÇEVREDE GEZİLER, BU PAHALILIKTA ANCAK ETRAFI GEZERİM DEYİP KENDİMİ KISA YOLLARA VURDUM, O SU SENİN BU SU BENİM DOLAŞIYORUM.

Her şey gerçekten de ateş pahası oldu, bu kadar gezmeyi seven ben, galiba mutasyona uğradım, yeniden uzaklara gitmeyi göze alan kadar biraz yakın çevrede gezeyim bari diyerek, tutumlu karar verdim (aslında salgın olmadan önce, bölgeyi köy, köy gezmeye karar vermiştim, kısmet bu güneymiş).

Son birkaç güne kadar havaların serin gitmesini de fırsat bilerek, öncelikle kendi köyümde ve yakın çevrede bir hayli yürüyüş yaptım. Bizim köy; bir orman köyü, ilk geldiğim sene dağ taş yaşlı kızılçamlarla doluydu. Son birkaç yıldan beri gençleştirme çalışmaları var, iş makineleri giriyor, ormanda geniş alanları resmen kel bırakıyorlar. Bu ormanların yaklaşık 30 yılda bir gençleştirilmesi gerekiyormuş, orman yaşlandıkça yangına daha yatkın hale geliyormuş. Kaz Dağlarının çevresinde karaçam ormanları var, o ormanlarda bütün ağaçları kesmiyorlar, bir yamaçta mesela 10-15 anaç ağaç bırakılıyor, diğerleri kesiliyor. Kızılçam ormanlarında ise bütün ağaçları, hatta kökleri temizliyorlar, ormanın yenilenmesi için ağaç dikilmesine de gerek olmuyor, sadece ellememek yeterli, ilk yıl kel görünse de ertesi sene ağaçlar çıkmaya başlıyor,  genç bir ormanın oluşması 4-5 yılı buluyor. Ormanın yaşlandığını da ateş böceklerinin aşırı ötmesinden anlayabiliyorsunuz. Bizim çevredeki ormanı temizlemeye başladıklarında bir hayli üzülmüştüm, ancak hem ormanın kendini ne kadar çabuk tazelediğini gördüğüm, hem de çevremizdeki eski ormanların ne kadar sık yandığına tanık olduğum için bu yenileme işleminin ne kadar gerekli olduğunu anladım. Şimdi kesilen ağaçlara üzülmüyorum, nasılsa güzelce yenileniyor, yeter ki maden açmasınlar.

Bizim çevremizdeki ormanın baskın ağacı kızılçam, ancak bir hayli meşelik, çınarlık, yaban meyveliği alanlar da var. Yaban hayvanı açısından da hayli çeşitlilik mevcut, tilki, çakal, kirpi, sansar, kaplumbağa, domuz, tavşan, sincap, gelincik, karaca, geyik, yılan, baykuş, şahin, atmaca, balıkçıllar dâhil enva-i çeşit kuş, ne arasan var. Hatta bir arkadaşım porsuk bile gördü, bilindiği gibi porsuklar nesli tükenmekte olan hayvanlardır.

Bizim köyün 5 kilometre uzağında İğdelik adında 10-15 haneli bir mahallesi var. Bu mahalleye ulaşım, bizim köyden bir toprak yolla oluyordu, son yıllarda asfalt döktüler, ancak diğer çıkışı, toprak bir orman yolu ile Lapseki’nin Umurbey beldesine bağlı bir köye ulaşıyor. İşte bu mahalle ile bizim köy arasında en az 40 yıllık bir zaman farkı var. Bizim köy de modern bir köy sayılmasın, ilk geldiğimiz yıllarda ‘ikinci cihan savaşında bombalanmış ve yıkıntı halinde terk edilmiş’ gibi diyerek tarif ettiğim bir köydür. Salgından sonra bir hayli yer satışı yapıldı ve hem köyün içinde hem de çevre orman içinde bir hayli modern evler yapılmaya başlandı. İğdelik ise, içinde birkaç güzel taş ev olmasına karşılık, hemen hiç el değmemiş bir mahalle. Toplu taşıma yok (gerçi bizde de yok), suyu bir kuyudan alıyorlar, elektriği komşu köyden geliyor, bazı insanlar hala bizim köye eşekle geliyor. Burası çok güzel bir yer, tek eksiği boğazı hemzemin göremiyorsunuz, bir kat yukarıdan görünüyor.

Çanakkale’de yaşayan pek çok kişinin şehre çok yakın, hafta sonlarını geçirdikleri bahçeleri var. Bazıları bu bahçelere konteyner bir kulübe koyup, gece bile kalıyorlar. Geçen gün fakülteden birisiyle tanıştım, tesadüf eşi de Elazığ’lı çıktı, bu çift de hafta sonu için İğdelik’ten bir yer almışlar. Ben de yerlerini görmeye gittim, bir kenarı minik bir dereye yaslanmış, 4 dönüm bir araziydi, aslında önceden orman arazisiymiş, birkaç yıl kimse uğramadığı için her yerine çamlar çıkmış, şimdi onları temizliyorlar. Asıl güzel tarafı, gece hiçbir yerinden elektrik ışığı görünmüyor, en yakın elektrik ışığı araziden 500 metre uzakta, ama hiç fark edilmiyor, çünkü arada tepe var. Bu memlekette çocukluğumun gökyüzünü görmeye başlamıştım, ancak bu yeri görünce bizim evin de ne kadar ışık kirliliği aldığını fark ettim. Bundan sonra meteor yağmuru günlerinde bu yerden gökyüzü seyredeceğim.

Köyün etrafındaki ormanları gezerken bir gün, kurt ya da ayı saldırısına uğrayacağım galiba. Bir şey değil gittiğim çoğu yerde telefon bile çekmiyor, başıma bir şey gelse haber de veremem desem de kimse inanmasın, bu memlekette burada in cin top oynuyor dediğiniz yerlerde bile bir çobana, mantar toplamaya çıkan, ahırına, tarlasına giden birine mutlaka rastlıyorsunuz.

Şu sıralar  bütün gezilerimde mutlaka bir hatta bir kaç su teması oluyor. İğdelik’teki arazi dere kenarındaydı.

Hafta sonu gezi ekibiyle gittiğim yerlerden biri Bayramiç’te Ayazma denilen şelale çevresindeki bir piknik alanıydı. Bu bölgeye daha önce de gitmiştim, ama bu kez, hem dere boyu eski mermer ocaklarına kadar, hem de Ayazma’dan Evciler köyüne kadar toplamda sanırım 14-15 km yürüdük. İyi ki yürümüşüz, çünkü yol boyunca yine dere kenarlarında bol bol daha az bilinen piknik alanları, çay bahçeleri var. İnsan varlığı daha az olunca doğa daha dengeli oluyor.

Diğer bir gezi ise Biga’daki bir bataklık alandı. Bu alanın küçük bir göleti, bütün Çanakkale ilinde doğal nilüfer çiçeği yetişen tek alanmış, etrafında bir hayli ördek, su kaplumbağası, çeşitli kuşlar da vardı. Bu kuşlardan biri hayatımda ilk kez gördüğüm angut kuşuydu. Daha sonra Biga’ya çok yakın bir piknik alanına gittik, burası da çok güzel bir orman içerisinde akan bir dere çevresinde şekillenmişti. Bizim ekip,  gezilerdeki vatani görevi ihmal etmeme adına, köçek oynayıp, mangal yaptı. Bu gibi durumlarda hep aklıma gelir, eskiden bir kitap okumuştum, 17/18inci yüzyıldan itibaren, Avrupa’da bir oryantalizm akımı başlamış, Avrupa’lılar, Mısır diye toplu histeri krizleri geçirmişler, bu arada Osmanlı Ülkesine de birçok seyyah gelmiş, işte benim okuduğum kitap bir Fransız seyyahın gözlemleriydi. Adam diyor ki bu Türkler çok garip insanlar, güzel bir su bulmak için kilometrelerce yol gidip, sırf bu suyu kaynağında içmek için, çeşmenin etrafında saatlerce oturuyor, oyun oynuyor, yiyip, içiyorlar. Demek ki can çıkar, huy çıkmazmış, hemen her anlamlı geleneğimizi terk ettik, su başındaki piknikleri asla terk etmedik, çok şükür. Hele de bu bölgede olunca her yer Roman dolu, etrafta olmasa da, arkadaşların içindeki Roman dışarı fışkırıyor, bazen otobüs hareket halindeyken, bazen durdurup yol kenarında, bazen yanlarında getirdikleri eteklere bürünüp, çalıp oynuyorlar.

Biga’da dikkatimi çeken bir başka sulak tema da çeltik tarlalarıydı. Biga ile Balıkesir Gönen, bitişik ilçeler, her ikisinde de bilindiği gibi pirinç yetişiyor.

Bu arada bir de Geyikli’ye arkadaşı ziyarete gittim, bu arkadaş her nereye gitsem bir şekilde kaşığıma çıkıyor, artık kaç yerde karşılaştığımızı sayamadım, sonunda ufak bir watsup gurubu oluşturduk, düzenli bir şekilde görüşmeye başladık. İlginç olarak kocası da bir şekilde benimle karşılaşıyor, ilk tanışmamız hayli garipti, benim yürüdüğüm yeri görünce, kim olduğumu tahmin edip uzaktan seslenmişti (benim her gün çevresini yürüdüğüm çiftliğe permakültür konusunda  danışmanlık yapıyor). Meğer dünya gerçekten çok küçükmüş, Geyikli’deki yazlıkları, Trabzon’dan tanıdığım bir arkadaşımın annesi ile duvar bitişik evmiş. Kahvaltıdan sonra bize bir çevre gezisi yaptırdılar. Bu gezi de çokça suyla ilgiliydi; Keratas kaplıcasının çıktığı noktaya, Troas Aleksandrianın limanı olan ve zamanla önüne kumul biriken, pembe göle gittik, ‘Eyvah eyvah’ filminin çekildiği, setlerin kurulduğu, hatta kendilerinin de figüranlık yaptığı sahili ve yazları kuruyan, ancak yılın büyük bir bölümünde flamingolara ev sahipliği yapan gölün kuru yatağını gösterdiler.

Bu gün de bitişik köyün sahiline yani Saltuk mevkiinde yeni tanıştığım bir arkadaşa kahve içmeye gittim. Burası Çanakkale için tarihi önemi olan bir nokta, çünkü bu bölgeye Türkmen boyları ilk kez Saltuk Bey komutasında bu noktadan karaya ayak basmışlar. Bizim çevredeki köyler de işte bu boyların kurdukları yerleşim yerleridir. Bu bölgede sahil pek güzel değil, deniz oldukça sığ ve altı çamur, sanırım eskiden bataklık bir alandı. Boğazın bu kısmında gemiler bizim kıyıya yakın geçemiyorlar, geçerlerse saplanır kalırlarmış. Bundan birkaç yaz önce yanımızdaki köyde orman yandı, helikopterler bu alandan deniz suyu çekerek yangına müdahale ettiler. Bu arada bir sürü de çakıl çekmişler, yangına su boşaltalım derken, ormancıların başına taş yağdırdılar, onlarca ormancı hastanelik oldu. Bu olay eğer Karadeniz’de olsaydı, fıkrası dünyayı sarmıştı, ama burada geçişti gitti.

Maalesef resim paylaşamıyorum.

GERİ GERİ GİDEN ZAMANLAR, İLERLEDİKÇE BİR ŞEKİLDE GERİLEYEN YA DA BİR TÜRLÜ İLERLEYEMEYEN İŞLER

Bazen zaman doğrusal bir şekilde akmaz olur, bir türlü ilerleyemez, süner de süner, geri geri bile gittiği olur.

Bir şey yapmaya koyulursun, bin türlü çaba sarf edersin günün sonunda başladığın işte bir milim yol alamadığın gibi başladığından da daha geriye gitmiş olursun. Bu bazen onun işini yapacağın, bazen kendi işini yaptıracağın, ya da birlikte iş yapacağın kişi ile alakalı bir durumdur.

Bazı kişiler bahtsız olurlar, onlar için en iyi bildiğin, hatta elinden harikalar döktürdüğün işi yapsan da sonuç başarısız olur. Örnek olarak bazı insanlar vardır, o gün onun bir işini yapacaksınızdır, bin türlü aksilik çıkar, arabanız bozulur, tüp biter,  araya acil vakalar girer, ayağınız kırılır,  bir türlü sıra o kişinin işine gelmez. Ya da işine başlarsın ama bir türlü ilerletemezsin, millet vekili gelir, bir sürü zamanını alır,  bilgisayar bozulur, internet arıza çıkarır, toner biter, fotokopi bozulur vs, vs. Mesela en iyi yaptığın yemeği onun misafir olacağı zaman yapmaya kalkarsın tatsız tuzsuz bir şey olur, acısı fazla kaçar, yanar, fazla haşlanır, en iyi yaptığın yemek bir sebepten evlat olsa sevilmez hale gelir. 

Bazı insanlara kendi işini yaptırmaya kalkarsın, 3 kuruşluk iş yapar, sana 3 milyonluk hava atar, sana kumdan halat büktürür. Örnek verecek olursam emekli olduğum sene bir nakış kuşuna gitmiştim, ilk yaptığım çalışma yeşil yünlü bir kumaş üzerine görkemli bir fil işlemek oldu. Yaptığım işlemeyi hocam çok beğendi, bu işin bir heybeye çok uygun olduğunu düşündü ve heybeyi illa ‘Kız Meslek Lisesi’nde tanıdığı bir öğretmene diktirmemi istedi. Ben de pek dikiş bilmediğim için kabul ettim. Kadınla tanıştım, istediği malzemeleri verdim, çizerek nasıl bir şey istediğimi de gösterdim, yemin ediyorum, inanılır gibi değil ama bir heybe dikmek için 2 hafta boyunca beni tam 3 kere provaya çağırdı. Her seferinde ben iki ayağımı bir çarığa sokup koşup, heybeyi artık hayırlısıyla almaya gidiyorum, kadın bana yapılan işin kalitesinden, inceliğinden, ustalığından, eşsizliğinden dem vurup, nutuk atıyor. Yapabildiğim en faydalı şey ancak bir sonraki buluşma için gün belirlemek oluyor, kadının yanından her seferinde yanık bir beyinle ayrılıyorum. Yahu insaf kadın, ben onca zaman ve kontrol ile sepsisteki hastayı Azrail’in elinden almış, evine yollamış olurdum da, gene de, bu kadar hava atmayı beceremezdim.

Bazen de birlikte iş yapmaya kalktığın kişi yüzüne tamam bu şekilde olsun der, sen de artık iş yoluna girdi sanırsın, arkandan tam tersi iş çevirir, bir bakarsın oldu sandığın iş belirsiz bir zamana kadar dondurulmuş. Buna örnek olarak da aklıma gelen en acı şey; Ana Bilim Dalı başkanı iken, ana bilim dalı kurulunda aldığımız bazı kararların, oy birliği ile çıkması, ancak hemen ardından içimizden bazı arkadaşların dekanla gizlice konuşup,  işleri ertelemeleridir. Örnek olarak yoğun bakım servisimizin açılmasına oy birliği ile karar verdik, servis hazırlandı, döşendi, hemşire ekipleri ayarlandı. Ben açılış yapacağım günü beklerken tesadüfen aramızdan bir arkadaşın dekana gidip, servisin açılmasını belirsiz bir vakte kadar ertelediğini öğrendim. Bu nedenle başkanlıktan erkenden istifa etmiştim.

Bazen geri giden zamanlar senin gudumsuz vakitlerindir. Bu gün benim için hiçbir şeyin vakitlice olmadığı bir gündü.

Yukarıda anlattığım dikiş macerasından sonra kendime elektrikli bir dikiş makinesi aldım, basit şeyleri artık kendim dikiyorum. Ancak makineyi çoğu zaman aylar boyunca hiç açmamış olduğum için, her açışımda mutlaka bir arıza veriyor. Bir servis vardı, sabah verir öğleden sonra bilemedin ertesi sabah geri alırdım. Bu sefer dün makineyi götürdüğümde servis dükkanı kapanmıştı. Yeni bir servis açılmış, arayıp buldum ama karısı eşim yarın gelecek onunla konuşun demişti. Bu gün aradığımda adamın 3 kuruşluk işe, 3 milyon naz yapanlardan olduğu meydana çıktı. Makine sadece ip sarıyor, en fazla 5 dakikalık işi var, ama adam en erken bir hafta sonra verebilirim dedi, kesip attı, her makine tamire veren işi 5 dakika diyormuş, ama adam uğraşıyor da uğraşıyormuş, zaten şu anda da bilmem neredeymiş vs, vs. Mecburen bıraktım makineyi. Kısmetse haftaya alacağım.

İnternette Tokat baskısından bir el çantası görüp, çok beğendim. Bende de hiç kullanmadığım, Tokat baskısı bir masa örtüsü vardı. Bu masa örtüsünden, yıllar önce kullandığım ve çok sevdiğim halde katrana bulandığı için çok kısa kullanabildiğim bir çanta modelini yapmaya karar verdim. Hem internetten baktığım, hem de kendi kullandığım çantalardan esinlenip, çok hoş bir çanta diktim. Bu çantaya zımba deldirmek için dün çantayı düğmeciye bırakmıştım. Bu gün almaya gittiğimde adamın, tam benim işimi yapacağı zamanda şekeri düşmüş neredeyse hastanelik olmuş ve elbette zımbaları çakamamış olduğunu öğrendim. Çanta da kaldı. Bu ara şehir merkezine sık inmiyorum, onu da makineyi alacağım gün alırım artık.

Son olarak dün akşamüzeri telefonumun gene şarj edilemediğini fark ettim. Aslında bu sorun birkaç aydan beri devam ediyor, bir anda telefonum şarj edilemez hale geliyor, şarj cihazı bozuluyor, neredeyse ayda bir yeni şarj aleti alıyorum. Dün binbir zorlukla evdeki son bir şarj aletiyle yarı buçuk şarj ettim. Bu gün telefoncuya gittim, meğer pilin soketi oksitlenmiş (aklım yattı, çünkü telefon yağmurda sıkı ıslanmıştı), değişmesi gerekiyormuş. Telefonu da bıraktım, inşallah akşam geç saatlerde geri alacağım.

Sonuç; bu gün, dünden devreden üç işi sonuçlandırmak için çarşıya indim, üçünü de beceremediğim gibi, ne zaman sonuç alacağımı da bilemeden geri döndüm. Bari eve elim boş dönmeyeyim diye marketten tealight mum, Burda model ve yoğurt aldım.

Şimdi, elimde olmayan dikiş makinesi ile dikiş dikmeye çok hevesim var. Yıllardır biriktirdiğim çok güzel kumaşlarım var, modelleri de beğendim, sıra geldi makineme kavuşmama, bakalım makineyi alınca halâ  dikiş isteğim devam edecek mi? Çantayı deseniz, henüz hiç taşımamış olsam da şimdiden özledim, sanki o olmadan ‘otantik/entellektüel/metropol kaçkını/permakültür’ kadını rolümü oynamakta yetersiz kalacağım. Bir de aylardan beri aramadığım Aysel teyzemi çok arayasım geldi, telefonu geri alınca bu hevesim geçici mi kalıcı mı göreceğiz.

Belki de bu günler yatıp kitap okuma günleridir.

Ertesi gün yazıyorum; dün akşam telefonumun sizlere ömür olduğunu anlayıp yeni telefon aldım. Bu akıllı telefonların sim kartını değiştirmek için ufak bir tel gerekiyor, bende yok diye SİM kart değiştirmeye gittim. Sonuç, bir sürü telefon numaram ve son 7 yıla ait resimlerim uçtu gitti.

Şehre inmişken çantamı aldım (adamcağız hala hasta, ben diabet doktoruyum dediğim için zımbalarımı oğlu yaptı), makine hala hazır değil.

BAHÇEDEN YEMYEŞİL TABAKLAR

Bu mevsim yeşil bakla, bezelye ve sultani bezelyelerin hasat zamanı, hasat işimi tamamladım. Bu sene baklayı zeytinlikte zeytin ağaçlarının altına, toprağı azotlamak için serpmiştim, ancak nedense pek verimli olmadılar, evin arkasındaki bahçede kendiliğinden çıkan 5 adet bakladan defalarca topladım, çeşitli yemekler yaptım. Kalan baklalar ve bezelyeler tane yapınca hasat edip, buzluğa attım. Bitkileri ise gübre olması için toprağın üzerine serdim. Şimdi sadece sultani bezelyelerden tohumluk ayırdığım bitkilerin kurumalarını bekliyorum. Bakla ve taneli bezelyenin tohumlarını çarşıdan alıyorum, sultani bezelye burada bilinmediği için onun tohumlarını kendim yapıyorum.  

Ayrıca soğanlar tohum için cücük uzatmaya başlıyorlar, bu cücükleri kopartmazsan bitki bütün gücünü tohumunu büyütmeye harcıyor, soğan büyümüyor, dolayısı ile bir elim sürekli soğanlarda ortalarını kopartıp duruyorum.

Kişniş, turp, dereotu, marul, lahana çeşitleri de tohuma durdular, hepsinden tohum alacağım.

Bir de artık semizotu mevsimi geldi. Biz ilk geldiğimiz sene bir paket semizotu ekmiştik, bahçenin çeşitli yerlerinde yabani semizotu da çıktı, zamanla melezleştiler ve bahçede bol miktarda semizotu çıkıyor. Ayrıca çok taze ısırgan otları da çıktı.

Şimdi bu günlerde bütün bu güzel yeşilleri olabildiğince mevsiminde tüketmek istiyorum, bu sefer de hep aynı yemeği yemek durumunda kalmamak için çeşitlemeler yapmaya çalışıyorum.

Bu günler yavaş yavaş artık geçen sonbaharda buzdolabına koyduklarımı da bitirme zamanı olduğu için buzlukta ne bulursam ortaya karışık yeşil ağırlıklı bir yemek çıkartıyorum. Geçen öğlen yemeğine misafir çağırdım, Nermin gelenler vejetaryen mi diye sordu, çünkü gelenlerin Ege’li olmasına güvenerek sadece ot pişirdim. Bu aralar yaptığım bazı yeşil ağırlıklı  tabakları paylaşmak istedim, çünkü bu tür sebzeleri çeşitlendirmek hayli zor.

KARIŞIK ZEYTİNYAĞLI BEZELYE

Normalde sultani bezelyeden sadece mısır unlu sarımsaklı tava yaparım. Bunun tarifini daha önce verdiğimi sanıyorum.

Bu yıl farklı olarak sultani bezelyeyi sıcak suda haşlayıp, zeytinyağı, limon, tuz ve sarımsaktan ibaret bir sosla çok güzel bir salata yapmış oldum. Burada püf nokta bezelyeyi sıcak suda haşlamak gerekiyor, soğuk suda haşlamaya kalkarsanız kayış gibi oluyor, aynı şekilde buzluğa atmak isterseniz önce en azından yarı haşlayıp sonra kaldırmak lazım, ama bence en güzeli mevsiminde tüketmek.

Zeytinyağlı tane bezelye yemeğine sultani bezelye ve közlenmiş biber katarak çok lezzetli bir yemek yapmış oldum.

Bir sefer de garnitürlü bezelye çorbası yaptım. Tarif için internette bolca bulunan kremalı bezelye çorbası tariflerine uydum. Çorbayı el blendırından geçirince içine krema koymadım. Minik parçalar halinde doğrayıp fırında kızarttığım, havuç, patates ve haşlayıp jülyen doğradığım sultani bezelye ekleyerek farklı bir çorba elde ettim.

ÇANAKKALE USULU DİBLE

Giresun’un en sevdiğim yemeklerinden biri fasulye diblesidir. İran’a gittiğimde her yemekte çeşit, çeşit pilav olurdu, hemen her yerde mutlaka yeşil bakla, köfte ve dereotlu bir pilav vardı. Egeliler enginar dolması yaparlar. Bahçede enginar da var, ancak burada çiçek yapamıyor, hemen karta kaçıyor.

Bir gün bahçeden taze bir enginar, tane bezelye, sultani bezelye, yeşil bakla, tane bakla, soğan cücüğü, dereotu gibi bir sürü yeşillik topladım. O gün seçim günüydü, sandık görevlilerine muhtarın karısı yemek yapacaktı, pilavı ben yapacağım diye haber gönderdim.

Yukarıdaki üç yemekten esinlenerek bir pilav yaptım, köyde namım yürüdü, o kadar güzel oldu.

Bütün yeşillikleri ayrı ayrı buharda haşladım. Enginarın çiçeği küçük olduğundan hem sapını hem de çiçeğin etrafındaki taze yapraklarını kullandım. Pilav sadece yeşil görünmesin diye bir havucu da minicik kesip haşladım. Pilavı ise gene biraz renk vermesi için tel şehriyeli yaptım. İçine sebze katacağım için suyunu normalden az miktarda verdim. Demlenmesi için pilavın altını kısarken bütün sebzeleri ekleyip, bir kez karıştırdım. Ve sonuç harika oldu (sıcak servis edeceğimiz için pilava hem zeytinyağı hem de tereyağı koydum). Buharda haşlama kısmı biraz zaman alsa da sonuç çok güzel oldu

ÇAKMA PİRPİRİM AŞI

Soğan cücüğü, taze sarımsakları ve geçen yıldan dolapta kalmış yeşilbiberleri yarı zeytinyağı, yarı tereyağında soteledim, içine hafif haşladığım yeşil mercimek, biber salçası, kişniş tohumu ve semizotlarını ekleyerek az suda pişirdim, son olarak 2-3 kaşık bulgur ekledim. Yoğurtla yenecek çok güzel bir yemek çıktı ortaya.  Aslında semizotunun en çok sarmısaklı, yoğurtlu salatasını severim. Bu yıl bu salatanın içine bazen taze kekik, bazen de taze kişniş tohumu koyarak lezzetlendirdim. Aklımda bir de yakında bahçede çıkacak olan kabakla semizotundan bir meze yapmak var.

VİŞNELİ, ERİKLİ ZEYTİNYAĞLI SARMA

Asmalar da taze yaprak vermeye başladılar. Nermin’in en sevdiği şeylerden biri sarma sarmaktır, biz hiç yaprak saklamıyoruz, 10 paket falan sarma yapıp dolaba atıyoruz, bütün kış yetiyor. Geçen sene bahçede vişne de oldu, hala dolapta paket, paket vişne var. Bu sene yaprak sarmasını vişne ile pişirme âdeti çıkardım, artık hep vişneli pişiriyoruz. Geçen gün bahçeden ekşi erik toplamıştım, bir sefer de erikle pişirdik o da çok güzel oldu.

BAL KABAKLI SALATA

Buraya geldiğimiz ilk sene çok bol miktarda bal kabağı olmuştu. Bunları dağıta, dağıta tatlı yapa yapa bitirememiştim. O sene buzlukta da çok başarılı bir şekilde saklandığını keşfetmiştim. İlk sene o kadar çok tatlısını yaptık ki aslında en sevdiğim tatlılardan biri olan kabak tatlısından gına geldi. Hatta o yıl tencereler dolusu kabak tatlısı pişirip, köyde hayır yemeği bile vermiştim, 120 kişiye yetecek kadar tatlı vardı.

Tatlıdan bezince kabakları farklı değerlendirmeye başladım, en çok ya çorbasını yapıyorum, ya da biraz tuz ve zeytinyağı ile fırına veriyorum. Her iki şekilde de çok severek tüketiyoruz.

Bu kez farklı bir şey denedim. Kabakları az önce yazdığım gibi fırınladım. Üzerine soğan ve maydanoz koyarak ılık bir salata gibi sunum yaptım, soğuyunca da gayet güzel oldu. Hem de yemyeşil bir sofraya renk kattı.

Show Buttons
Hide Buttons