Her şey gerçekten de ateş pahası oldu, bu kadar gezmeyi seven ben, galiba mutasyona uğradım, yeniden uzaklara gitmeyi göze alan kadar biraz yakın çevrede gezeyim bari diyerek, tutumlu karar verdim (aslında salgın olmadan önce, bölgeyi köy, köy gezmeye karar vermiştim, kısmet bu güneymiş).
Son birkaç güne kadar havaların serin gitmesini de fırsat bilerek, öncelikle kendi köyümde ve yakın çevrede bir hayli yürüyüş yaptım. Bizim köy; bir orman köyü, ilk geldiğim sene dağ taş yaşlı kızılçamlarla doluydu. Son birkaç yıldan beri gençleştirme çalışmaları var, iş makineleri giriyor, ormanda geniş alanları resmen kel bırakıyorlar. Bu ormanların yaklaşık 30 yılda bir gençleştirilmesi gerekiyormuş, orman yaşlandıkça yangına daha yatkın hale geliyormuş. Kaz Dağlarının çevresinde karaçam ormanları var, o ormanlarda bütün ağaçları kesmiyorlar, bir yamaçta mesela 10-15 anaç ağaç bırakılıyor, diğerleri kesiliyor. Kızılçam ormanlarında ise bütün ağaçları, hatta kökleri temizliyorlar, ormanın yenilenmesi için ağaç dikilmesine de gerek olmuyor, sadece ellememek yeterli, ilk yıl kel görünse de ertesi sene ağaçlar çıkmaya başlıyor, genç bir ormanın oluşması 4-5 yılı buluyor. Ormanın yaşlandığını da ateş böceklerinin aşırı ötmesinden anlayabiliyorsunuz. Bizim çevredeki ormanı temizlemeye başladıklarında bir hayli üzülmüştüm, ancak hem ormanın kendini ne kadar çabuk tazelediğini gördüğüm, hem de çevremizdeki eski ormanların ne kadar sık yandığına tanık olduğum için bu yenileme işleminin ne kadar gerekli olduğunu anladım. Şimdi kesilen ağaçlara üzülmüyorum, nasılsa güzelce yenileniyor, yeter ki maden açmasınlar.
Bizim çevremizdeki ormanın baskın ağacı kızılçam, ancak bir hayli meşelik, çınarlık, yaban meyveliği alanlar da var. Yaban hayvanı açısından da hayli çeşitlilik mevcut, tilki, çakal, kirpi, sansar, kaplumbağa, domuz, tavşan, sincap, gelincik, karaca, geyik, yılan, baykuş, şahin, atmaca, balıkçıllar dâhil enva-i çeşit kuş, ne arasan var. Hatta bir arkadaşım porsuk bile gördü, bilindiği gibi porsuklar nesli tükenmekte olan hayvanlardır.
Bizim köyün 5 kilometre uzağında İğdelik adında 10-15 haneli bir mahallesi var. Bu mahalleye ulaşım, bizim köyden bir toprak yolla oluyordu, son yıllarda asfalt döktüler, ancak diğer çıkışı, toprak bir orman yolu ile Lapseki’nin Umurbey beldesine bağlı bir köye ulaşıyor. İşte bu mahalle ile bizim köy arasında en az 40 yıllık bir zaman farkı var. Bizim köy de modern bir köy sayılmasın, ilk geldiğimiz yıllarda ‘ikinci cihan savaşında bombalanmış ve yıkıntı halinde terk edilmiş’ gibi diyerek tarif ettiğim bir köydür. Salgından sonra bir hayli yer satışı yapıldı ve hem köyün içinde hem de çevre orman içinde bir hayli modern evler yapılmaya başlandı. İğdelik ise, içinde birkaç güzel taş ev olmasına karşılık, hemen hiç el değmemiş bir mahalle. Toplu taşıma yok (gerçi bizde de yok), suyu bir kuyudan alıyorlar, elektriği komşu köyden geliyor, bazı insanlar hala bizim köye eşekle geliyor. Burası çok güzel bir yer, tek eksiği boğazı hemzemin göremiyorsunuz, bir kat yukarıdan görünüyor.
Çanakkale’de yaşayan pek çok kişinin şehre çok yakın, hafta sonlarını geçirdikleri bahçeleri var. Bazıları bu bahçelere konteyner bir kulübe koyup, gece bile kalıyorlar. Geçen gün fakülteden birisiyle tanıştım, tesadüf eşi de Elazığ’lı çıktı, bu çift de hafta sonu için İğdelik’ten bir yer almışlar. Ben de yerlerini görmeye gittim, bir kenarı minik bir dereye yaslanmış, 4 dönüm bir araziydi, aslında önceden orman arazisiymiş, birkaç yıl kimse uğramadığı için her yerine çamlar çıkmış, şimdi onları temizliyorlar. Asıl güzel tarafı, gece hiçbir yerinden elektrik ışığı görünmüyor, en yakın elektrik ışığı araziden 500 metre uzakta, ama hiç fark edilmiyor, çünkü arada tepe var. Bu memlekette çocukluğumun gökyüzünü görmeye başlamıştım, ancak bu yeri görünce bizim evin de ne kadar ışık kirliliği aldığını fark ettim. Bundan sonra meteor yağmuru günlerinde bu yerden gökyüzü seyredeceğim.
Köyün etrafındaki ormanları gezerken bir gün, kurt ya da ayı saldırısına uğrayacağım galiba. Bir şey değil gittiğim çoğu yerde telefon bile çekmiyor, başıma bir şey gelse haber de veremem desem de kimse inanmasın, bu memlekette burada in cin top oynuyor dediğiniz yerlerde bile bir çobana, mantar toplamaya çıkan, ahırına, tarlasına giden birine mutlaka rastlıyorsunuz.
Şu sıralar bütün gezilerimde mutlaka bir hatta bir kaç su teması oluyor. İğdelik’teki arazi dere kenarındaydı.
Hafta sonu gezi ekibiyle gittiğim yerlerden biri Bayramiç’te Ayazma denilen şelale çevresindeki bir piknik alanıydı. Bu bölgeye daha önce de gitmiştim, ama bu kez, hem dere boyu eski mermer ocaklarına kadar, hem de Ayazma’dan Evciler köyüne kadar toplamda sanırım 14-15 km yürüdük. İyi ki yürümüşüz, çünkü yol boyunca yine dere kenarlarında bol bol daha az bilinen piknik alanları, çay bahçeleri var. İnsan varlığı daha az olunca doğa daha dengeli oluyor.
Diğer bir gezi ise Biga’daki bir bataklık alandı. Bu alanın küçük bir göleti, bütün Çanakkale ilinde doğal nilüfer çiçeği yetişen tek alanmış, etrafında bir hayli ördek, su kaplumbağası, çeşitli kuşlar da vardı. Bu kuşlardan biri hayatımda ilk kez gördüğüm angut kuşuydu. Daha sonra Biga’ya çok yakın bir piknik alanına gittik, burası da çok güzel bir orman içerisinde akan bir dere çevresinde şekillenmişti. Bizim ekip, gezilerdeki vatani görevi ihmal etmeme adına, köçek oynayıp, mangal yaptı. Bu gibi durumlarda hep aklıma gelir, eskiden bir kitap okumuştum, 17/18inci yüzyıldan itibaren, Avrupa’da bir oryantalizm akımı başlamış, Avrupa’lılar, Mısır diye toplu histeri krizleri geçirmişler, bu arada Osmanlı Ülkesine de birçok seyyah gelmiş, işte benim okuduğum kitap bir Fransız seyyahın gözlemleriydi. Adam diyor ki bu Türkler çok garip insanlar, güzel bir su bulmak için kilometrelerce yol gidip, sırf bu suyu kaynağında içmek için, çeşmenin etrafında saatlerce oturuyor, oyun oynuyor, yiyip, içiyorlar. Demek ki can çıkar, huy çıkmazmış, hemen her anlamlı geleneğimizi terk ettik, su başındaki piknikleri asla terk etmedik, çok şükür. Hele de bu bölgede olunca her yer Roman dolu, etrafta olmasa da, arkadaşların içindeki Roman dışarı fışkırıyor, bazen otobüs hareket halindeyken, bazen durdurup yol kenarında, bazen yanlarında getirdikleri eteklere bürünüp, çalıp oynuyorlar.
Biga’da dikkatimi çeken bir başka sulak tema da çeltik tarlalarıydı. Biga ile Balıkesir Gönen, bitişik ilçeler, her ikisinde de bilindiği gibi pirinç yetişiyor.
Bu arada bir de Geyikli’ye arkadaşı ziyarete gittim, bu arkadaş her nereye gitsem bir şekilde kaşığıma çıkıyor, artık kaç yerde karşılaştığımızı sayamadım, sonunda ufak bir watsup gurubu oluşturduk, düzenli bir şekilde görüşmeye başladık. İlginç olarak kocası da bir şekilde benimle karşılaşıyor, ilk tanışmamız hayli garipti, benim yürüdüğüm yeri görünce, kim olduğumu tahmin edip uzaktan seslenmişti (benim her gün çevresini yürüdüğüm çiftliğe permakültür konusunda danışmanlık yapıyor). Meğer dünya gerçekten çok küçükmüş, Geyikli’deki yazlıkları, Trabzon’dan tanıdığım bir arkadaşımın annesi ile duvar bitişik evmiş. Kahvaltıdan sonra bize bir çevre gezisi yaptırdılar. Bu gezi de çokça suyla ilgiliydi; Keratas kaplıcasının çıktığı noktaya, Troas Aleksandrianın limanı olan ve zamanla önüne kumul biriken, pembe göle gittik, ‘Eyvah eyvah’ filminin çekildiği, setlerin kurulduğu, hatta kendilerinin de figüranlık yaptığı sahili ve yazları kuruyan, ancak yılın büyük bir bölümünde flamingolara ev sahipliği yapan gölün kuru yatağını gösterdiler.
Bu gün de bitişik köyün sahiline yani Saltuk mevkiinde yeni tanıştığım bir arkadaşa kahve içmeye gittim. Burası Çanakkale için tarihi önemi olan bir nokta, çünkü bu bölgeye Türkmen boyları ilk kez Saltuk Bey komutasında bu noktadan karaya ayak basmışlar. Bizim çevredeki köyler de işte bu boyların kurdukları yerleşim yerleridir. Bu bölgede sahil pek güzel değil, deniz oldukça sığ ve altı çamur, sanırım eskiden bataklık bir alandı. Boğazın bu kısmında gemiler bizim kıyıya yakın geçemiyorlar, geçerlerse saplanır kalırlarmış. Bundan birkaç yaz önce yanımızdaki köyde orman yandı, helikopterler bu alandan deniz suyu çekerek yangına müdahale ettiler. Bu arada bir sürü de çakıl çekmişler, yangına su boşaltalım derken, ormancıların başına taş yağdırdılar, onlarca ormancı hastanelik oldu. Bu olay eğer Karadeniz’de olsaydı, fıkrası dünyayı sarmıştı, ama burada geçişti gitti.
Maalesef resim paylaşamıyorum.