Sosyal medyanın çok güzel tarafları var, örneğin arkadaşlarının arkadaşlarından seçip, ‘tanıyor olabileceğin’ kişiler listesi oluşturuyor. Yıllar önce böyle bir listeden ‘Yücel Tanyeri’ abimi buldum, aslında muhtemelen hayat boyu hiçbir zaman aynı odanın içinde bile bulunmadık, ancak kendisi Hacettepe’den abim olur. Hacettepe Tıp Fakültesinin ilk öğrencilerinden biri kendisi (bu arada Hacettepe en eski tıp fakültelerinden biridir, ancak görece olarak yenidir, mesela benim girişim de sanırım 8’inci dönemine denk geliyor). Öyle sıradan bir öğrenci de değildir, kendi anlatısından bildiğim kadarı ile Hacettepe amblemi olan o geyiğe benzeyen ‘H’ harfinin yaratıcısı, her tıp bayramında çıkan ‘mantar’ dergisinin kurucusudur. Çok başarılı tıp kariyerini öğretim üyesi olarak tamamlamıştır, ‘tıp fakültelerinden her şey çıkar’ geleneğini de özenle sürdüren sevgili büyüğüm, emekliliğinde de yazarlık, fotoğrafçılık, gezginlik gibi birçok uğraşları sürdürmektedir. Aslında kendisi dünyayı varlığı ile güzelleştiren insanlardan biridir.
Derken günün birinde yıllardan beri takip ettiğim ve hayranı olduğum Tunç Fındık’ın da dayısı olduğunu öğrendim. Yani aynı aileden birden fazla kişi, varlıkları, kişisel hevesleri ve heveslerini gerçekleştirme azimleri ile dünyayı güzelleştirmekle uğraşıyor.
Otuzlu yaşlarımda doğa yürüyüşlerine merak sarmıştım, bir gurubumuz vardı, hemen her hafta sonu, hem gündelik, hem de kamplı dağ yürüyüşleri düzenlerdik. Doğu Karadeniz Dağlarında neredeyse ayak basmadığımız patika, gecelemediğimiz yayla bırakmamıştık. Ben kaya tırmanışı yapmaya hiç heves etmediğim için ip, vb aletlerim yoktu, ama yürüyüş botlarımız, sırt çantalarımız, yataklarımız, çadırlarımız, ocaklarımız, lambalarımız, her türlü ihtiyaç malzememizin hem yazlık hem de kışlık olanları vardı. Her hafta sonu mutlaka bütün gün sürecek uzun bir yürüyüşe çıkardık, ayda bir ise ya Cuma akşamından, bazen de cumartesi sabah erkenden çıkıp, Pazar gecesi dönecek şekilde kamp yapardık. Birkaç ayda bir ise birkaç tatil gününü birleştirir, 4-9 günlük bir çevre turuna çıkardık, bu turlara bazen Trabzon’dan itibaren minibüsle, bazen de uçakla bir yere gidip, havaalanından kiraladığım araçla giderdim. Bu uzun turların çoğunda otellerde, misafirhanelerde kalırdım, yani kamp malzemelerimizi genellikle Doğu Karadeniz bölgesinde kullanırdık.
Bu dönemde yurt dışı ve içi kongrelere filan da sıkça giderdim. Evde bir odamda yol malzemelerim, çantalarım hazır olurdu, gideceğim yola göre çantalardan birini kapar yola düşerdim. Özellikle sırt çantasını uzun taşıyacağımız yürüyüşlerde yiyecek malzemeleri en hafif nasıl götürürüz çok iyi bilirdik, gerçi keyfimizden de çok ödün vermek istemezdik. Örnek verecek olursam mutlaka Türk kahvesi, fincan, cezve taşırdık, ama fincan tabağı, ocak filan taşımaz, hemen oracıkta bulduğumuz çalı çırpıyı tutuşturup, okkalı bir kahve yapar, içerdik, sonra fincanları büyükçe bir yaprağa çevirip fal bile bakardık.
İşte bu arkadaşlık ikliminde Türkiye’de de dağcılık, özellikle de yüksek irtifa dağcılığı giderek daha popüler bir spor olmaya başladı. Bazı gençler artık 7000/8000 irtifalara tırmanmaya başladılar. İlk 7000lik dağcılardan bir arkadaşım Tanrı Dağlarında hayatını kaybetti. Bizim gibi amatör doğa yürüyüşçüleri bu yüksek irtifa dağcılarını tanırdık, ama 99 depreminden sonra Nasuh Mahruki adeta pop star gibi herkes tarafından tanınır oldu. Pop star demekte bir sakınca görmüyorum çünkü bir söyleşisine gittim, konuşması bittikten sonra bütün salon ayağa kalkıp, çocuğun üzerine çullanmıştık.
Tabii dağcılığa merak sarınca Tunç Fındık mutlaka bir şekilde radarına giriyor insanın, bir kitabını, bir söyleşini okuyorsunuz, sosyal sitelerini takip ediyorsunuz. Benim çok patolojik olmayan ama beni asla kenarlığı olmayan bir yüksekliğin yanına yaklaştırmayan bir ‘yükseklik’ korkum var, buna yükseklik korkusu mu demek lazım yoksa ‘boşluk hissi’ mi bilmiyorum. İşte ‘Tunç’ içindeki boşluk duygusunu yenmiş, ya da o duygusunu tamamen terbiye etmiş bir insan, muhteşem bir dağcı. Yıllardan beridir, dağcılıkta çok önemli bir şeyi gerçekleştirmeye çalışıyordu; dünya üzerinde mevcut 14 adet 8000 metreden yüksek dağ var, bu dağların hepsine tırmanan dağcılara verilen bir de unvan var, ama şimdi aklıma gelmedi.
Bu sene de artık sonuncu 8000liğine çıkmak üzere aylardır yollardaydı, son 4 haftadan beri hiç paylaşım yapmadığı için zirve yolunda olduğunu biliyordum. Ayrıca bu dağdan geri döndüğü seferler de olmuştu, korkudan Yücel abiye soramıyordum, ama bu sabah telefon etmiş ve evet, artık projesini tamamlamış.
Düşünmesi bile zor, ama Tunç Fındık, Everest’e 2 kez tırmandığı için tam 15 kere 8000 metreden yükseğe çıktı, bunu yapabilen ilk Türk dağcı oldu, şu ana kadar dünyada yapan kişi sayısı da bildiğim kadarı ile 40’tan daha az. Tunç bize cumhuriyetin 100üncü yılında böyle bir azim ve başarı hikâyesi hediye etti, daha ne yapsın? Çok teşekkürler. Seninle ne kadar gurur duysak az.
Sanki ben çıktım bütün o dağlara.