Geçtiğimiz hafta sonu KTÜ’den misafirlerim vardı, 2 eski asistanım beni ziyarete geldiler, birlikte kısa bir kültür gezisi yaptık. Kızlara kısa süre önce geçirdiğimi orman yangının alanının bir kısmını gösterdim. Truva müzesine gidip, batı Anadolu tarihi, Luviler, ozanlık geleneği, Truva çevresindeki coğrafya değişiklikleri ve kentin arkeoloji bilimi açısından önemi gibi konularda kısa bilgiler tartışarak, müzeyi birlikte gezdik. Ertesi gün ise Gelibolu savaş müzesine gittik, çok etkileyici hazırlanmış sinevizyon gösterisini izledik, daha sonra ANZAK cephesi, Conk Bayırı, Bigalı köyü, Anafartalar bölgesini gezdik. Çok kısa bir Gelibolu turundan sonra, Gelibolu’da yöresel yemekler de yapan tarihi peynir helvacısına gittik.
Elbette bütün bu müddet boyunca durmaksızın eski günleri konuştuk. Kızların her ikisi de pediatri uzmanlığı ile yetinmeyip, biri çocuk acil, diğeri de çocuk kardioloji yan dalı yaptılar. Şimdi her ikisi de eğitim kurumlarında çalışıyor ve öğrenci yetiştiriyorlar. Kızlarımı bu şekilde başarılı görmek benim için inanılmaz bir mutluluk. Akademisyenliğe isteyerek girmedim, mecburi hizmette üniversite kurası çekince, hayatın bana açtığı yolda devam ettim. Akademisyen olduğum için bütün mobinglere ve zorluklara rağmen hiç pişmanlık duymadım, hatta hep söylediğim gibi kendimi önce öğretmen, sonra doktor gibi hissettim. Şimdi içimdeki duygulara bakınca elbette ki 30-40 sene önce tedavi ettiğim hastaların bile aradan geçen zamana karşın beni aramaları ve onların başarılı hayatları da beni çok mutlu ediyor, ama eski öğrencilerimin başarılarını duyunca resmen mest oluyorum. Galiba zaten bir hekim olarak hasta tedavi etmek asli görevimdi, tedavi yapmış olmak ‘atla deve’ değil. Oysa eskiden öğrencim olan meslektaşlarımın bana üzerlerinde ‘parmak izim’ olduğunu söylemeleri kadar tatmin edici bir şey daha bilmiyorum. Bu dünyada öğretmenlik kadar güzel bir meslek daha var mı acaba?
Yetişmelerinde benim de katkım olan bu genç ve başarılı kadınları görmek elbette ülkemizin geleceği açısından beni aşırı mutlu ediyor.
Üstüne üstlük hafta sonu kadın milli voleybol takımız Avrupa şampiyonu oldu. Zaten uzun zamandan beri dünyanın en güçlü takımları arasındaydılar, finale kadar gelip, son anda kupayı kaybediyorlardı. Son bir ayın içinde hem milletler liginde hem de Avrupa liginde şampiyon oldular.
Gerçi bu şampiyonlukta artık vatandaşımız olan Kübalı atletin katkısı çok büyük, ama bizim takım o olmadan da zaten çok güçlü, hırslı ve azimliydi. Helal olsun bütün başarılı kadınlara. Cumhuriyetin yüzüncü yılına çok yakışıyorlar.
Bu arada Melissa Vargas ile ilgili fikrimi paylaşmadan geçemeyeceğim, bu kız insan olamaz. Bütün kızların boyundan, gücünden, esnekliğinden, savaşma azminden, sıçrama yüksekliğinden, sanki insan ırkı daha üstün bir şekle doğru evriliyor gibi hissediyorum. Ama Vargas ve bedeni tamamen ayrı bir mevzu, kız bir metre sıçrayıp, topa vurmak için kolunu gererken göğüs kafesi neredeyse burgu gibi dönüyor, bedeni havada sanal ortamda çizilmiş bir sanat eseri gibi görünüyor. O nasıl esnek bir omurgadır, üstelik sakatlık geçirip ameliyat olmuş bir omurga bu, acaba ameliyatta omurlarının yerine vida mı taktılar?