Bozcaada’da benim de katıldığım ikinci klasik kemençe kampı yapıldı. Klasik kemençe hocası Filiz Kaya Işık, benim piyano öğretmenin Berkin Işık’ın eşi, hal böyle olunca tabii kamptan benim de haberim oluyor. Geçen yıl ilk kampı Sivrice koyunda bir otelde yapmışlardı ve ben de 1 günlüğüne gidip, son konser öncesinde guruba denizin üzerindeki bir platformda uzun, uzun meditasyon yaptırmıştım. Bu yıl ise ben de bütün süre boyunca adada olacağım için her sabah kısa bir yoga çalışması ile gurubu güne hazırlama ve konser öncesinde de meditasyon olarak planlama yaptık.
Bu kampa Türkiye’nin her yerinden öğrenciler katılıyor, klasik kemençe çok yaygın bir çalgı olmadığından, heveslisi az fakat tutkulu oluyor. Trabzon’dan iki arkadaşım maddi durumlarından ötürü kampa katılamayan 2 öğrenciye sponsör oldular, bu arkadaşlarımdan biri kampa da katıldı
Ayrıca adaya tesadüfen Trabzon’lu başka bir tanıdığım daha geldi (sonradan Mehmet’in bebeklik doktoru olduğumu fark ettik, demek ki çocuğun bana gösterdiği ilgi ve saygının bir nedeni varmış). Mehmet sağ olsun hem adadaki motorize kuvvet olarak bana şoförlük yaptı, her yere birlikte gittik, denize girdik, hem de kendisi de iyi bir müzisyen olduğu için bütün konserlere katıldı. Çocuk zaten kafa dinlemek için tatile gelmişti, ileride Çanakkale’ye yerleşmeyi düşünüyormuş, galiba bölgeyi tanıma turlarına çıkıyor. Kampta kendi gibi birkaç müzisyenle de tanıştı, gelirse arkadaşlıkları devam eder.
Klasik kemençe bizim bildiğimiz kemençe değil, gerçekten çok içli olan sesi, onu Türk Sanat Müziği (TSM)’nin olmazsa olmaz çalgısı haline getiriyor. Karadeniz kemençesinden şekli de, yayı da, tutuşu da, çalışı da, sesi de çok farklı. Osmanlı kemençesi ya da İstanbul kemençesi de deniliyor. Eskiden 2 telli olan bu çalgı şimdilerde 3 telli ya da 4 telli olabiliyor. Sacayak gibi bir kısmı var, burayı göğüs kafesine dayayarak, 4 telli olanda yayı hareket ettirirken, 3 telli olanlarda kemençenin kendini çevirerek çalıyorlar. Bütün bu maceradan aklımda kalan en önemli şeylerden biri yayın telleri hayvan bağırsağından yapıldığı için aletin akordu, açık havada sıkça bozuluyor, tekrar, tekrar akort edilmesi gerekiyor.
Gelen öğrencilerden bazılarını Çanakkale’den ya yoga derslerinden, ya Berkin’lerin evinden, ya da geçen seneki kamptan zaten tanıyordum. Tanıdığım, tanımadığım bütün öğrenciler, yaşları yirmilerin başı ve atmışlar arasında değişmesine karşın gayet güzel anlaştı.
Genel olarak program şöyleydi; kahvaltı ile akşam yemeği arasında Filiz Hoca her bir öğrencisine teker teker kişisel ders veriyor, zaman zaman da soru cevap şeklinde sohbetler ediyordu. Bu kamp boyunca fikrim, Filiz’in gerçekten çok iyi bir öğretmen olduğu yönünde iyice pekişti. Bu kampların sebebi ise çok daha hoşuma gitti, çünkü pek çok öğrencisine online ders veriyor, onlarla yüz yüze ders yapmayı önemsiyor. Bu arada derslerin tek kişi ile yapılma sebebi, öğrencilerinin çok farklı seviyelerde olması. Bu kadar kısa bir zaman içerisinde onları bir de kursun sonunda bir konser vermeye hazırlıyor, bu konserde ortak çalacakları parçalara hazırlamak için toplu dersler de yapıyorlar. Gün boyu çalışıp duruyorlar, geceleri de çeşitli konserler oluyor.
İşte bu yoğun program arasında ben de onları her sabah fiziksel olarak güne hazırlayacak, baş boyun ve kol kaslarını güçlendirecek, omurgalarını esnetecek kısa bir yoga pratiği, konser öncesinde de zihinsel olarak dinginleştirecek, sahne korkularını alacak kısa bir meditasyon yaptıracaktım.
Sözüm ona sabah çimlerin üzerinde yoga yaptıracaktım, ama her sabah kalktığımızda çimenlik alanı sular seller altında bulduk. Görevliler gece/gündüz arasında sıcaklık farkı çok fazla olduğundan sabahları çiğ olduğuna, çimlerin böyle ıslandığına neredeyse yemin ettiler, tabii bu arada her sabah çimenlere su fışkırtan fırıldakları görmemiz onların yeminlerini bozmadı. Peki, bu nasıl eğitimli çiğmiş ki otelin hemen dışındaki otlar sapsarı ve tahta gibi kupkuru iken sadece otelin çimen ekili yerlerini ıslatıyormuş, işte bu muammayı çözmek her babayiğidin harcı değil tabii.
Mecburen havuzun etrafındaki beton zeminde yoga yaptık, bize otelden yoga matımız var demişlerdi ama matlar kâğıt kadar inceydi. Artık gurubun ne kadar ihtiyacı varsa soğuk beton zemindeki yogadan bile keyif aldılar, bitmesini istemediler. Gitmeden önce bahçemden kuruttuğum lavantaları da kullandığım göz yastıkları dikmiştim, herkese birer göz yastığı hediye ettim, bu da çok makbule geçti.
Benim günlerim, sabah yogası ve kahvaltıdan sonra, öğrenciler hocaları ile kişisel çalışmalar yaparken, arkadaşımla yürüyerek kasabaya inmek, Bozcaada reçelleri, kekikleri almak, biraz kahvelerde oturup sohbet etmek ya da bir plaja gidip denize girmek şeklinde geçti. Bu işlerden arta kalan zamanlarda da arkadaşımla sürekli tavla oynadık ve neredeyse her seferinde yenildim.
Akşamları çeşitli konserlerle geçti. İlk gece Berkin ve Filiz’in daha önce onları birlikte çok dinlediğim için, benim çok alışık olduğum ( klasik kemençe, gitar ve her ikisinin sesleri) dinletileri vardı. Onların ortak dinletileri TSM ağırlıklı olmuyor, dizi müziği, pop ne ararsan var, kolay dinlenen, çok organik bir şey.
İkinci geceyi Bozcaada’ya giden herkesin yapmazsa adaya gitti sayılmayacağı aktivitelere ayırdık. Evet, sahra sofrasında ev yapımı şarap içerek, yalıyarın üzerinde Limni adasına karşı güneşi batırdık. Sonra limandaki bir lokantada neredeyse denizin içinde akşam yemeği yedik, gençler bizden sonra da bir barda geceyi sürdürdüler, biz rahatına düşkünler gece yarısı yataktaydık.
Üçüncü gece İzmir konservatuvarında son sınıf öğrencisi bir çocuğun Türk sanat müziği konseri vardı, umarım arabeske yönelmez de onu TRT’de dinleriz.
Dördüncü gece kampa katılan öğrencilerin konseriydi. Önce ortak hazırladıkları parçaları çaldılar, bu kadar kısa zamanda bu kadar farklı seviyedeki öğrencilere aynı anda konser vermeye hazırlamak hayli iş, ama şaşıran olunca susup guruba katılabilecekleri yerden katılıp devam ettiler, hiç de kakafoni olmadı, bence çok başarılıydılar. Bundan sonra da tek, tek bir hoca eşliğinde, ya da ikişerli guruplar halinde çalıp söylediler. Gençlerin bu eski geleneklere sahip çıkmaları beni çok umutlandırdı. Hatta bir öğrenciden (kendisi Anadolu Üniversitesi konservatuvar son sınıf öğrencisi olduğu için) tasavvuf müziği söylemesini rica etmiştim. Beni kırmayıp bir değil tam iki parça seslendirdi, çok duygulandım.
Bu arada eski model şarkıların neredeyse hepsinin güftesini bildiğimi söylerken abartmıyormuşum, bilmediğim eserler ya çok yeni olanlar ya da 15inci yüzyıl besteleri filan idi.
Son gün öğlen feribotuna yetişecek gibi bir program vardı; sertifika törenleri, hediyelerin dağıtılması ve veda konuşmalarına ayrılmıştı. Tam da adadan ayrılmadan önce öğlen saatinde, ÇÖMÜ’den 2 öğretim üyesinden kendilerinin düzenledikleri ve bir bağlama bir klasik gitarla seslendirdikleri türküler dinledik, bu konser gerçekten çok güzeldi. Bu sırada oldukça güçlü bir rüzgâr vardı, hocaların notalarını sürekli sağa sola savurdu, ama onlar hiç bozmadan devam ettiler. Böyle güzel bir konser olunca feribota koşturarak yetişebildik, geride kalanların ayrılmaları basbayağı salya sümük ağlamalı olmuş.
Bütün kamp boyunca en sıkı çalışanlardan biri de resimleri çeken ve komşu köyden olduğunu öğrendiğim bir genç kızdı. Onun çabası da inkâr edilemez, dönüş yolunda ekipmanını görünce kızcağıza acımadım desem yalan, üstelik feribottan iner inmez hemen başka bir çekim için Asos’a koşturdu.
Bu gezide sadece yoga eğitmeni olduğumu hatırlamadım, kişisel başka kazançlarım da oldu. Mesela nihayet ne zamandır merak ettiğim kapari bitkisini tanıdım, minik yuvarlaklar henüz çiçeklerin açmamış haliymiş, kapari karpuzları ise tohuma kaçmış hali. Bu kadar narin ve sadece yer örtücü gibi görünen bitkinin nasıl olup da erezyon önleyici olduğunu anlamak zor. Asla merak etmediğim, sivrisineklerin büyük beyaz köpek balığı kadar keskin dişleri olduğunu hatırladım. Bu hatırlayıştan kazancım birkaç gün süren kaşıntılar ve yara kabukları oldu, bu nasıl kazanç diye sormayın yara izi her zaman havalı durur. Bozcaada’da denize kutuplardan buzlu sular karıştığına iyice ikna oldum ama bu yaz doğru dürüst denize girememiştim, çok iyi geldi. Trabzon’dan gelen arkadaşımın beden termostatı bozulmuş vallahi saatlerce buz gibi suda kaldı, çıkınca da hiç üşüme belirtisi göstermedi.
Son olarak da hayatımda ilk kez ben dinlendim, başkaları çalıştı, gerçekten çok iyi geldi. Trabzon’dan gelen arkadaşım bütün zaman boyunca hastalarının aileleri, asistanlar ile telefondaydı, eski zamanlarımı hatırladım. Bu arada ‘hiç yalan söylemeden nasıl yalan söylenir’ konulu çalışma yaptı desem yeridir, her konuştuğuna ‘ben il dışında bir toplantıdayım, şu gün döneceğim’ dedi, elbette herkes onun mesleki bir toplantıda olduğunu düşündü. İşte bu nedenle adını vermekten imtina ettim. Çünkü onun da bir kaçamak yapmaya ihtiyacı vardı.
Bu kampta ben de emekli bile olsan zaman zaman olağan hayatından uzaklaşmanın, tatil yapmanın ne kadar gerekli olduğuna iyice inandım, iman ettim.