Günün öyle bir anında doğmuşum ki vakitlerden alacakaranlıkmış (gündüz desen değil, gece desen değil; gecenin karanlığa gömülmeden hemen öncesi, üstelik bir kış gecesi). Bu zaman aralığı edebiyatta olsa olsa vampirin kana susamaya, suçluların sokağa dökülmeye başlaması ya da canından bezmiş bir memurun işten çıkıp daha da mutsuz olduğu evine dönme zamanı olarak yer alır. Zaten alacakaranlık hangi insana güzel kokan çiçekler, ilk bakışta aşk ya da yeni heves hissiyatı verir ki? Böyle bir zamanda telefon çalsa insanın korkudan dudağı uçuklar, insanın başına gelebilecek en güzel şey olsa olsa sıcak çikolata, battaniye filan olabilir. Ama anamın başına ben gelmişim.
Yılın öyle bir gününde doğmuşum ki, hemen ardından yılın en uzun geceleri, yani Şeb-i yelda günleri başlamış. Kış gün dönümü zamanı, bu en kısa günleri atlatabilmek için dünyanın hemen bütün kadim inanışları bir bayram icat etmişler. Türklerde Nardugan, Norslarda Yule, Keltlerde Alban Arthan, Romalılarda Mintranın doğumu, Hristiyanlarda Noel … Tabii bir de şu açıdan bakmak mümkün, artık bu en kısa günlerin sonunda yani 25 Aralık’ta artık gün uzamaya başlayacak, yani mitolojik olarak ışık galip gelecek.
Yetmedi, ayın son hilal fazında doğmuşum bir iki gün sonra yeniay olmuş. Ay döngülerine bakılacak olursa yeniay zamanı gökte ay ışığının olmadığı yani göğün en karanlık olduğu zamandır. Hemen öncesinde iyice incelen bir hilal vardır. Ayın bu dönemi ise sezgilerin en güçlü olduğu, büyücülerin, cadıların en faal olduğu dönem olarak düşünülür. Modern zamanlarda neopagan inanışta bu günlerin meditasyon ve dua ile geçirilmesi gerektiğine inanılır.
Sonuç olarak ben hem günün, hem ayın, hem de yılın en karanlık zamanlarının hemen öncesinde neredeyse karanlığa dalmak üzere doğmuşum. Zaten böyle bir zamanda doğmayı da ancak ben becerebilirdim. Gene de hiç umudumu kaybetmeden 66 yıldır, her sene, kendime dilek tutup, herkeslerimden sağlık, mutluluk dileklerini kabul ediyorum.