Geçen hafta buradaki gezi gurubumu bizim köyde yürümeye davet ettim. Köyde yürünecek doğru düzgün orman kalmadığı için komşu köyün ormanında yürüyüş yaptık. Normalde bu köy benim en sık kullandığım yürüyüş rotalarımdan biridir, köyün arkasındaki sırta doğru yürüyorum, bu sırtın üzerinde dizili evlerden meydana gelmiş bizimkinden bile az nüfusu olan bir köy var. İki köyün arası 2 km ve iki köy arasındaki irtifa farkı 150/160 metre kadar. Yukarı köyün tek asfalt yolu bizim köyden geçen yoldur, köyün bitiminden itibaren orman yolları başlıyor. Bu minik köyün sonunda birkaç tane çiftlik evi var, bunlardan biri de ülkenin tanınmış firmalarından birinin sahibine ait, çiftlikte atlar, karacalar bile var, perma kültür yapıyorlar. Ben genellikle bu çiftliğe kadar yürür, çiftliğin çevresini dolanır, eve geri dönerim. Çiftlikten sonra ise orman yolları vardır, oralara da zaman zaman uzandığım oluyor. Bu sene çiftlik arazisinin hemen altına bir şantiye alanı yapıldı, bu operasyon merkezinden dağa yapılacak rüzgâr türbinlerinin inşaatı yönetilecek. Onlar orman yollarında bir hayli ağır vasıta trafiğine sebep oluyorlar, daha önceleri sadece traktörlerle ahırlarına, tarlarına giden köylüler vardı.
Normalde artık bu yollarda yürümek istemezdim ancak, yazın köyümüzün etrafındaki bütün ormanı yok eden yangın yukarıdaki köye ulaşmadı, sonuç olarak benim orman içi yürüyüş yapabileceğim başka bir rotam kalmadı. Kullandığım kerteriz aldığım noktalar 2 tane verici direği, geçen senelerde gençleştirilmiş orman parçası ve birkaç orman içi ahır, canım hangisini isterse o tarafa gidiyorum. Yol boyunca ne kadar köpek varsa hepsiyle arkadaş oldum, sadece köpekler değil bu köyün insanları da yolumu gözlüyor. Biraz geç yürümeye başlasam bu gün geç kaldın ya da kaç gündür yoksun diyen insanlarla karşılaşıyorum.
Benim etrafında yürüdüğüm 2 adet verici direk dışında bir de eskiden ormancıların gözetleme kulübesi olan bir tepede tek başına duran bir başka verici daha var. Bu tepe neredeyse 600 metre yükseklikte ve çevreye 360 derece hâkim bir tepedir, sadece bir kez o da araçla gitmiş ve manzarasına hayran kalmıştım.
Gurubu araçla benim yürüyerek gittiğim çiftliğe kadar araçla götürüp, oradan toplu halde bu yüksek ve manzaralı tepeye çıkarmaya karar verdim. Fakat yürüyüş sandığımdan çok daha meşakkatli oldu. O gün hava güzel olmasına rağmen birkaç gün önce kar yağmıştı, toprak orman yolu trafiği arttığı için, ağır iş makineleri yolda derin çukurlar açmış, yolu bir çamur deryasına çevirmiş. Yoldan yürümek mümkün olmadığı için orman içinden yola paralel bir şekilde yürümeye başladık, hesabıma göre kaybolmamız imkânsızdı. Ancak imkânsızı mümkün kıldık, bu Egeliler bir garip mantarları, yabani otları görünce deliriyorlar (Buranın milleti keçi gibi, gördüğü otu tanıyor ve yiyor), naylon torbalar çeşitli otlar ve mantarlarla dolduruldu. Meğer, rüzgâr güllerini yapacak olan firma, benim daha önce bildiğim yolu da değiştirmiş, ben bir yandan guruptan kimseyi kayıp etmemeye çalışıp, bir yandan ot toplarken kaybedilen telefonları, gözlükleri arayanları bekleyip, histerik çığlıklarla avaz avaz bağırarak gurubu nihayet bir orman yolunda toparlamayı başardım. Ancak bu yol benim gitmek istediğim yol değildi. Neyse ki verici direk çok uzak görünmüyordu. Gurubun büyük kısmı daha fazla yürümek istemediği için ben de onlarla bu alanda bekledim. Birkaç kişi ise tepeye kadar çıktılar ve nefes nefese fakat gördükleri manzaradan çok memnun bir şekilde döndüler.
Artık geri dönüş yoluna girdik üzerinde bulunduğumuz mevcut yoldan geri dönelim nasılsa tam da istediğimiz noktaya varacağız diye düşündüm. Ancak gurupta her zaman bize yol gösteren ve googlemap’ı çok iyi kullanan bir arkadaş bizi kestirme bir yola soktu. Bundan sonrası ise tam bir ziyan, inanılır gibi değil ama gözle görülen ve kılavuza gerek olmaması gereken köye dönerken gene kaybolduk. Bütün gurup birbirinden koptu, herkes kendi canının derdine düştü. Gurupta bir Rus kadın var, ikimiz yalnız kaldık, çalıların arasından, keçi yollarından, derelerden, yarıklardan geçerek, bacaklarımızda çizilmemiş yer kalmamış bir şekilde en sonunda gurubun kalanı ile buluştuk. Onlar kaybolmadıklarını iddia etseler de birkaç dakika içinde buluştuğumuza göre, onlar da başka bir tarafta kaybolmuşlar, ama kaybolduklarını bile anlamamışlar. Çünkü normal yoldan inseydik 20dakikalık yolumuz vardı, biz 1,5 saat sonra buluşabildik. Neyse ki bu arada yukarı köylülerin bana tarif ettikleri fakat bir türlü bulamadığım suyu da bulmuş oldum.
Bu gurubun bir huyu da yürüyüş sonrasında mangal yapıp çingene havaları oynamak. Bu kez mangal partisi benim avluda yapıldı, klasik et, sucuk, herkesin getirdiği salatalar filan yendi. Tabii mangal partisi diğerlerine göre biraz daha lüks oldu, temiz WC ve elbette semaver çayı fark yarattı.
Bizim yürüdüğümüz gün bahar havası vardı, ertesi gün kar yağdı. O günün hikâyesi de farklı, kar yağdığı gün benim açık öğretim sınavlarım vardı. Akşam yatarken yağmur bile yoktu sabah kalktığımda garaj yolum kardan kapalıydı. Hemen yolumu açacak traktörlü birini aramaya başladım; muhtar cevap vermiyor, komşum cevap vermiyor. Meğer komşunun telefonu prize takılıymış, muhtar ise imamı (o da benim gibi açık öğretimde okuyormuş) traktörle aşağı köye indirmiş. Neyse zor zahmet muhtara ulaştım, yolumu açtı da, bin macera sınava gittim. Bir dönemde 6 tane dersim var, nedense bir derse ayrı salonda, diğer 5 tanesine başka salonda giriyorum. O gün gidemesem 6 dersin 5ini tekrar etmem gerekecekti. Anlayın ne fedakârlıklarla okuyorum.
Bu hafta sonu ise gene bir bahar havasında bizim köye çok yakın başka bir köyde yürüdük, bu köy rahmetli Ecevit’in örnek köylerinden biriymiş, eski köyü terk edip tamamen yepyeni bir köy yapmışlar. Köyün meydanı bütün köylerden büyük ve düzenli, ayrıca yollar da Miletos gibi ızgara planlı yapılmış, (antik Miletos şehri, mimar Hipodamos tarafından çizilmiştir ve bu şehir planı New York dâhil birçok modern şehirde uygulanmıştır) (Ecevit kalkınmanın köylerin kalkınması ile gerçekleşeceğine inanırdı).
Az önce anlattığım gibi Google map kullanan arkadaş bizi yola çıkardı, tabi gene kaybolduk, bu sefer de Julia ve ben gene birlikte kaybolup, bizim yanımızdaki minik bir gurupla köye dönmeyi başardık. Bu sefer gurubun geride kalanı, kimi traktör kasasında, kimi sürünerek, bizden yaklaşık bir saat sonra buluşma yerimize varabildi. Bu kez saç baş dağınık, parça pinçik olup dönenler biz değildik. Bir gün bizi vahşi hayvanlar parçalayacak ama bakalım ne zaman? İster istemez Julia ile artık ormanda kaybolma kardeşliği kurmuş gibiyiz, en azından veterinere gidip kuduz aşısı falan mı yaptırsak?
Bu kez mangal Atik Hisar baraj gölünün kıyısında yapıldı, neyse baraj hayli dolmuş, şükür.
Yalnız bizim millet çok tuhaf; aramızdan 2 kadının konuşmalarına şahit oldum mecburen, Troya müzesinde bir kansere gitmişler, vay efendim, müze öyle dağ başında olur muymuş, bu kadar salaklık görmemişler, 1 saatlik yol gitmişler, müze de konsere uygun değilmiş. Yahu nasıl dağ başı Troya antik kentinin tam dizinin dibinde, dünyanın her yerinden, insanlar sırf bilinen en değerli antik kentlerden biri olan kalıntıları görmeye geliyor, bu arada müzeyi de geziyor, sen de bir zahmet 1 saat yol git. Müze bence tam da olması gerektiği yerde; mimarisi ile de inci gibi bir müze, münferit sergiler için ayrı salon var o salon konserler için uygun olmalı.
Sevgili müzeme laf edilince kafam çok bozuldu. Yani keyfimden kaybolmadım, bu yaşlı kadınlara dalmamak için guruptan uzaklaştım.