Category Archives: Genel

AĞUSTOSUN ONBEŞİ YAZ, ONBEŞİ GÜZ, HEPSİ SAVAŞ; HER BAKIMDAN GARİP BİR AĞUSTOS

Bu sene çok garip bir yaz mevsimi yaşıyoruz. Haziran ve temmuz ayları gerçekten insanı yıldıracak derecede sıcak ve kurak geçti, buna karşın ağustos ayı girdiğinden beri, geceleri hava 20 derecenin altında yani sanki güz gelmeye başladı. Trabzon’da ağustosun yarısı yaz, yarısı güz diye bir söz vardır, gerçekten de 15 ağustostan sonra rüzgâr esmeye başlardı, tabii eğer o yıl bütün ağustos çürük geçmediyse, çürükse zaten ay boyunca yağmur yağmış demektir. Burada ise ağustos doğal olarak yazın en sıcak ayı oluyordu.

Ama bu yıl her şey tuhaf, sanki bu yaz ağaçların kuruma yazı gibiydi. Birçok ağaç kurudu (hem bizde hem de etrafta). Belli ki ağaçlar da hiç alışık olmadıkları bir şey yaşadılar; bu yıl bütün meyveler (zeytin hariç) hem az oldu, olanlar da normalden bir ay erken olgunlaştı. Mesela beyaz incir ağustos ortasında olgunlaşmaya başlar, eylül gelince de yerini yavaşça siyah incire bırakırdı, eylülün ikinci yarısında da incir mevsimi biterdi.  Bu yıl incir hem oldukça az verdi, hem de henüz ağustos başında beyaz incir bitti, muhtemelen ağustos bitmeden siyahlar da bitecekler.

Bu yıl en verimli ağaçlardan biri hünnap; normalde eylül ayında meyvelenme başlar ve ekimde olgunlaşırdı, şu anda neredeyse olgunlaşmak üzereler.

Bir de dikkat çekecek kadar çok nar var. Onun dışında, birçok ağaç ve mesela üzümler de çok az verdiler. Sebze de son derece verimsiz, geceleri soğuk olduğu için boylanmadan kartlaşıyorlar. Bu yıl ilk defa bahçenin domatesinden salça yapamayacağız, fasulye, biber, patlıcan da hemen hiç olmadı. Kışın da bezelye, havuç, bakla çok verimsizdi.

Ben gene de azimle pazı lahana fidelerimi yapmaya devam ediyorum. Bu yıl sadece renkli saplı pazı fidesi ile, kale lahana fidesi yapacağım. Normal kara lahana ve buranın yerli pazılarının ise kendiliğinden gelişmelerini bekleyeceğim.

Geçen yıl Rize’deki usule göre lahana fidelerini ağustos sonunda yapmaya kalktım, hiç verimli olmadı. Bu yıl temmuz sonu, ağustos ortası ve belki de sonunda dikim yapacağım. Bakalım hangisinden sonuç alacağım. Temmuz ortasında diktiğim yerden şimdilik sadece birkaç pazı fidesi çıktı, bakalım.

Bu yıl haziran temmuz o kadar sıcak geçti ki en serin yer olarak evde kalmayı tercih ettim, denize çok az girdim. Sermin ise muhtarın karısını ayarladı, birlikte yakın çevrenin denize girilecek yerlerini keşfediyorlar. Meğer bu köyün kadınlarının hiç biri yüzme bilmiyormuş, muhtarın karısı denize gidince benim deyimimle manda gibi, kendi deyimi ile kurbağa gibi kenarda oturup, oturup çıkıyormuş, fakat öyle ballandırarak anlatmış ki, bütün kadınlar Sermin’in peşine düştü bizi de götür diye. Muhtarın karısı ise bize ne yapacağını şaşırdı, geçen odun fırınında kuru fasulye yapıp gönderdi, ben de hemen bir Çayeli fasulyesi yapıp nazire yaptım. Yaz günü köy yerinde benim kurum senin kurun savaşı başlattım.

Savaş deyince Orta doğu gene kanlar içinde; aylardan beri İsrail, Gazze şeridinde savaş suçu işliyor. İsrail’in düzenli büyük bir ordusu yok, buna karşılık gerekli durumda neredeyse bütün vatandaşlarını asker haline getirdiği bir düzenleri var. Hal böyle olunca da böyle geniş çaplı bir savaş durumunda aylardan beri bütün normal işlerde çalışan kişiler orduda. İsrail artık tükendi, kendi imkânlarıyla savaşması mümkün görünmüyor, bu nedenle ABD’yi yanında savaşa sokmak istiyor. Bu nedenle de,  İran’ı savaşa çekmek için elinden geleni yapıyor. Geçen hafta Hamas liderlerinden birini, tam da yeni cumhurbaşkanının yemin töreninde Tahran’da öldürdüler. İran böylece saldırı kararı almak zorunda kaldı. Bence bu kararı çok da yerine getirmek istemiyor. Çünkü bundan birkaç ay önce Azerbaycan İran sınırında eski cumhurbaşkanının helikopteri düştü ve adam öldü. Şimdi bu işi irdeleyecek olursak; adam Azerbaycan cumhurbaşkanının davetlisi olarak tam da sınırda bulunana iki barajı açmak töreninden dönüyordu. İran Azerbaycan sınırını kim koruyor; İsrail’li bir firma koruyor. (İsrail Karabağ sorununda Azerbaycan’a yardım etti diye ihalesiz filan görevi bu firmaya vermişler). Bu firma ile teknoloji, iletişim, İHA, SİHA, istihbarat, radyo frekansı, her türlü teknolojiye sahip). Peki; şimdi düşünelim bakalım; helikopter üştükten sonra yerini nasıl oldu da onlar değil de Türkiye’den giden İHA’lar tespit etti? Daha sonra İran nasıl oldu da suikast ihtimalini hiç dile getirmedi? Ben bile bu olayın İsrail tarafından yapılmış bir suikast olabileceğini düşünürken onlar hiç mi akıl etmediler de sustular? Çünkü; İran eğer kendi İsrail’e saldırırsa, ABD’nin gelip kendi başına dert açacağını biliyordu. Bölgede bir savaş istemediler.

Ancak artık kendi başkentlerinde böyle bir saldırıya uğrayınca mızrak çuvala sığmadı. Gene de kendilerinden ziyade vekil güçleri ile İsrail’i zor durumda bırakmak istemeleri doğru bir yaklaşım; çünkü Lübnan’daki Hizbullah’ın elinde İsrail’e yetecek kadar silah var zannımca.

Bütün mesele ABD’deki Yahudi diasporasının, ABD yönetimi üzerine maddi baskısı. Şimdi ABD, kendi Yahudi para babaları nedeniyle Orta Doğu’da savaşa girecek, ama unuttuğu bir şey var, onu da ben hatırlatayım; ABD ordusu bu güne kadar hiçbir savaşı kazanmamıştır. Çünkü onlar savaşı video oyunu sanıyor ve hiçbir zaman da vatan savunmadılar. İşte bu nedenle Orta Doğu batağında bıraktıkları her ceset, her organ için kendi halkına hesap vermek zorunda kalacak. Yeni bir Viyetnam (savaş sonrası stres bozukluğu) yaşayacaklar. Çünkü bölgedeki sadece radikal Müslüman guruplar değil, bütün Müslümanlar artık illellah dedi. Mesela ABD; Irak kuzeyindeki PKK güçlerinin İran’a saldırmasını sağlayamadı, tabii şimdilik.

Bu yaz savaş dışında bir de mücadele anlamında olimpiyatlardan söz etmem gerek. Bizim kadın voleybol takımı sakatlıklarına rağmen dünyanın en güçlü takımlarından biri olduğunu kanıtladı, hepsinin kalbimizde bir madalyası var. Artık atıcılıkta dünya markası haline gelen bir ikonumuz var. Ancak bu sefer benim dikkatimi çeken bir şey boksta kadınlarımızın başarısı. Birçok kiloda kadın boksörlerimiz bronz, gümüş madalya aldılar. Benim söylemek istediğim bu değil, bu yıl Fransa’da yapılan olimpiyatlarda birçok LGBTİ sporcunun katılmasına izin verildi. Bunu olumlu karşılıyorum, ama onlar için ayrı bir kategori yapılması gerekli. Bu yıl kadın boksunda mesela bazı kilolarda altın ve gümüş madalyayı trans kadınlar yani erkekler aldı. Hani kadın müsabakasıydı?

Bence zaten o Cezair’li dövüşçü aynı kiloda erkek müsabakasında da madalya alacak kadar güçlü bir erkek ve sadece kromozomları değil, hormonları da öyle. Ayrıca kadın dövüşçünün, müsabaka öncesi testosteronu bu seviyede çıksa,  erkeklik hormonu aldı, doping yaptı diye diskalifiye edilir.

Peki, kadınla erkek dövüşebilir mi, ya da dövüşürken kadın sporcu ölse bunun sorumlusu kim olacak?                                                                                                                                              

Ne kişisel düzeyde ne uluslararası düzeyde eşitsiz dövüşlere ve savaşlara sıcak bakabilirim. Şimdi İsrail’in yaptığı yenişemediği bir savaşta (ABD’yi yanına çekip) doping yapmak değil midir?

Renkli pazı fidesi

SON ZAMANLARDA BENİ ETKİLEYEN VE BİRÇOK DÜŞÜNCEYİ TETİKLEYEN ŞAŞIRTICI HABERLER OKUYORUM.

Malatya’da geçen yıl büyük depremde sanırım hasar aldığı için tedbir amaçlı yıkılan bir binanın altından umulmadık bir ceset bulunmuş. Umulmadık, çünkü anladığım kadarı ile o binada depremde ölen kimse yok, olsaydı bu ceset muhtemelen kalabalığa karışır hiç fark edilmezdi. Meğer yıkılan bina 10 yıl önce kayıp olan bir şahsın eski eşinin evi imiş, böylece ortaya çıkan sonuca göre (nedense ölünün erkek olduğunu düşündüm) adamcağızı öldürüp evin bodrumuna gömmüşler. Bir bakıma akıllıca bir ceset ortadan kaldırma yöntemi gibi düşünülebilir, öyle ya koca cesedi oradan oraya sürükleyerek birilerinin görmesi engellenmiş oluyor. Ayrıca hani olur da arada rahmet vermek istersen bodruma inip bir Fatiha okuyorsun, işlem tamam, mezarlığa kadar zahmet çekmeye gerek yok. Ama Allah’ın işi işte depremi hesaba katmamışlar belli ki.

Ben bir sürü suç dizisi ve belgeseli izlerim, galiba içimde potansiyel bir cani var, canlı adama zarar vereceğime, bari hali hazırda zarar verenleri izleyeyim diyorum. İşte böyle bir belgeselde, USA’da bir adam eski bir ev alıyor, (onlar da evleri tahtadan yapıp, sonra bol bol tadilat yapıyorlar, onları da izlerim), evi alan adam böyle büyük bir tadilat sırasında bodrum tabanında yükseltilmiş bir kısım fark edip, oradan bir metal bir fıçı çıkardı. Elbet bu fıçıdan 40 yıl önce öldürülmüş, evde kaçak olarak çalıştırılan ve evin beyinden hamile kalan Meksika’lı bir kadıncağızın cesedi çıkıyor. Karnındaki bebeğin babası halen yaşadığı için DNA analizi de yapılıyor, adam bu çifte cinayet işleyip 40 yıl rahatça uyuduktan sonra ( artık cesedin varlığını bile unutup evi satmış) yakalanınca bir vicdan abidesi kesilip intihar ediyor. Bence hapis yatmayı gözü yemiyor.

Elazığ’da mecburi hizmet yaparken bizim hastanede tedavi edilen bir onkoloji hastası Çemişkezek’ten feribotla karşıya geçerken, baraj gölüne atlayıp intihar etmişti. Şahsı suyun altında günlerce arayıp bulamamışlar, buna karşılık bacakları, kolları zincirle betona bağlanmış bir ceset bulmuşlardı.

Yani kaşığına ne zaman ne çıkar hiç belli olmaz, bu suçu işledim, oh rahat ettim demeyeceksin.

Beni etkileyen bir diğer haber de Peru’da, Amazon Ormanının içinde daha önce dünyada hiç kimse ile karşılaşmamış yeni bir kabile daha bulundu. Muhtemelen bu bulunan kabile şu anda yeryüzünde bilinen en kalabalık ‘bağlantısız’ kabile. Nedense bu tür haberler beni çok etkiler. Çünkü Anadolu topraklarında gezerken karşımıza çıkan bir sürü kale görüyoruz, nedense bu kaleler bana Karanlık Çağlardan kalma ve düzenli ordulardan ziyade yerli vahşi kabilelerden korunmak üzere yapılmış gibi hissettirir. Öyle ya şimdi şu anda bile hale dünyadan tamamen kopuk bir şekilde yaşayan insanlar varsa ve onlar avcı toplayıcı olarak yaşıyorlarsa, mesela Göbeklitepe ve çevresinde muazzam binaları yapan insanların etraflarında böyle ilkel kabilelerin olması şaşırtıcı mıdır? Mesela Çatalhöyük’te sıkışık bir şekilde yaşayan insanların gerçekten düzenli bir düşmanları (medeniyet seviyesi kendilerine yakın) var mıydı, yoksa vahşilerin talanından mı korkarlardı? Hep böyle tuhaf düşünceler aklımdan geçer durur.

Bu son kabilenin nehir kenarındaki bir kumsalda dinlenirken uzaktan çekilmiş resimleri var. Sanırım hastalık filan bulaşmasın diye yakınlaşılmayacak. Ancak tarım arazileri bu gariplerin yaşadıkları bölgeye o kadar yaklaşmış ki, çok yakında en azından onlar tarlalara girip talan etmeye başlar, eğer bu önlenmez ise de basit bulaşıcı hastalıklar kaparak telef olurlar. İkinci tespitim de resimlerde görülen onlarca delikanlı olduğuna göre sayıca hayli kalabalıklar. Ya avcı toplayıcı yaşadıkları için bu gençler avda ya da yüzerek eğleniyorlar. Her iki durumda da kabile içerisinde cinsiyete yönelik iş ayırımı var sanki. Her genç çok fit görünüyor, incecikler ve gayet atletikler. Henüz bizim gibi beslenmedikleri çok açık. Son olarak da gerçekten insanoğlu cennetten kovulurken edep yerlerini kapatmış olmalı ki, kabilede herkesin üzerinde sadece dona benzer bir giysi var.

Sanırım 25 sene kadar önce bir Peru/Bolivya gezisine katılmıştım, o gezide 3 günlük bir Amazon Ormanları molası vardı. Bütün gezi hayatım boyunca en çok etkilendiğim gezilerden biri olmuştu, ama Amazon faslı Dünya’ya bakışıma, bambaşka bir pencere açmıştı. Biz Rize’de yağmur ormanları nedir, akarsu nedir iyi biliriz, ama Amazon’u görünce Rize’deki sular, ormanlar minyatür parkı gibi kalıyor. Bir kere orman evet Rize’dekiler gibi katman, katman, boy, boy bitki barındırıyor, ancak burada sarmaşıklar apartman boyunda, ağaç kalınlığında, ağaçların ucu bucağı görünmüyor, yer bitkileri dev gibi, hayvan içeriği de elbette çok, ama çok farklı. Bizi ormanın gizemini artırmak üzere alaca karanlıkta tek sıra halinde orman içindeki bir patikada yürütmüşlerdi. Ben en sona kalmak isteyince, sondaki kız nereyse beni öpecekti, o kadar korkmuş. Ben ise sona kalıp, benden öncekiyle arama 2-3 metre mesafe koydum, bu kadarcık mesafede bile orman herkesi kapattı ve yoğun bir tek başınalık duygusu ile ormanı çok daha derinden hissedebilmiştim.

Biz tabii turistik bir komplekse kaldık, ama nehir kollarından birinin yanındaydık ve kısa bir nehir turu da yapmıştık. Orada çok ilkel şartlarda yaşayan insanlar var. Tek ulaşım yolları nedir, devlet onlara evlerini yapabilecekleri ve belli bir yere kadar avlanabilecekleri bir alan vermiş, hem doğal yemişleri, otları, hem de kendi ürettiklerini yiyor, avlandıklarını, ürün fazlalarını nehirden giderek ortak pazarlarda satarak pekâlâ yaşıyorlardı.

Sonuç olarak bu yeni bulunana kabilenin de pek kıtlık bilinci olduğunu sanmıyorum. Umarım en azından bu nesil onları rahat bırakırlar.

SICAKLAR, ESKİ ARKADAŞLAR, HAYAT BOYU OKUMALAR…

Sıcaktı

Sıcak

Sapı kanlı, demiri kör bir bıçaktı sıcak

Sıcaktı

Sıcak (Şeyh Bedrettin destanından)

Bu yıl Haziran ayının birinde Afrika’dan kalkan bir hava dalgası geldi ve çöl sıcaklarını yorgan gibi üzerimize serdi. Belalı yorganın altında hareketsiz ve nefessiz önümüzdeki yaz günlerinden korkarak beklemedeyiz. Bu kadar sıcağı bünye kaldırmıyor. Sayısız dünya yılı içerisinde tutup da nasıl bir dönemde dünyayı ziyarete geldiğim konusu ise benim için iyice içinden çıkılmaz bir muammaya dönüştü. Dünyada çöplerden yeni bir kıta oluştu, denizin üzeri salya sümük kaplandı (müsilaj), bir virüs dünyayı kırdı geçirdi,  kuraklık, iklim krizi, terör artık açıkça devletler eliyle yapılıyor… Üstelik bunlar sadece son 10 yılda yaşananlar…

Kısaca varoluşsal sancılar içerisindeyim.

Bu yıl bir türlü adapte olup da kendimi bahçe işlerine gark edemedim, ama bu arada hayat devam ediyor elbette. Ne hikmetse peş peşe hayatımdaki üniversitelerle ilgili seri olaylar yaşadım.

Geçtiğimiz birkaç yıl boyunca ÇÖMÜ’nün Bilimsel Çalışmalar Etik Kurulunda üye idim. Bu iş bana maddi bir kazanç sağlamıyor, sırf genç bir üniversiteye katkı vermek için bu işi kabul ettim. Önce Etik Kurul oluşturmak için yeni bir takım kurallar getirildi, bizim kurul bu şartları sağlayamadığı için yılbaşından itibaren görevimiz sona erdi. Fakat sonra yeniden (bazı çalışma şekillerine cevap verme yetkisi kısıtlanmış) bir etik kurul daha oluşturuldu. Kurul üyelerini sevdiğim ve nasıl olsa beni zorlayan bir görev olmadığı için sosyal sorumluluk gibi devam ediyordum. Ama bu üniversitede yıllardan beri devam edegelen garip bir beceriksizlik, iş bilmezlik var. Kurula dışarıdan üye olduğum için bana elektronik imza krizi çıktı. Ben de kuruldan ayrıldım. Burada birçok defalar fark ettiğim ve ne yazık ki günceli yakalamayı zorlaştıran nasıl tarif edeceğimi bilemediğim bir tutum hâkim.

Hem Fırat Üniversitesinden hem de KTÜ’den yaşadığım tecrübelere dayanarak kolayca söyleyebileceğim bir gerçek var. Üniversitelerin şehir halkına açık pencereleri tıp fakültelerinin hastaneleridir. Belli nüfusun altındaki şehirlerde bir üniversitenin, halk tarafından o şehrin bir değeri olarak tanınması için her şeyden evvel tıp fakültesi hastanesinin güven vermesi gerekir. Bu güveni ölçmek için de çok net kriterler var; hasta sahibinin isteği ile diğer hastanelerden üniversite hastanesine sevk yapılıyor mu, şehirde yaşayan hekimler kendileri ya da yakınları için üniversite hastanesine güveniyor mu? İşte bu kriterlere bakarak ÇÖMÜ için geleceğe dair umudu kesmemek lazım diyebiliyorum sadece şimdilik. Bu kafayla giderlerse zor ama imkânsız değil elbette.

Üniversite deyince; biraz da kişisel takılayım. Geçen ay fakülteye girişimizin ellinci yılını kutlamak için Hacettepe’de bir sınıf toplantısı yaptık. Evet sayılar artık akıl alır sınırları geçti sanki, gerçekten de tam yarım asırlık arkadaşlarla, yarım asır önce birlikte zaman geçirdiğimiz amfilerde, koridorlarda, yemek salonlarında zaman geçirdik. Biz nasıl oluyorsa gençliğimizde (hatta çocuk yaşımızda) birbirimizi yerken ( gerçekten kan gövdeyi götürürdü) mezun olduktan sonra en yakın kan kardeşi filan gibi bir şeyler olduk, artık hepimizin gönlünde sınıf arkadaşlarının ayrı bir yeri var. Tam da 18 Mayıs günü buluştuk, önce Anıtkabir ziyareti gerçekleştirdik, bayram öncesi olduğundan mahşeri kalabalık ve sıcak güneş altında başlayan 24 saati çocuklar gibi şen geçirdik. Çocukluğumuza döndük diyeceğim de dilim varmıyor, çünkü biz çocukken, çocuk değildik. Belki de sırf bu nedenle bir araya gelince çocuk gibi kuduruyoruz.

Gariptir, sadece Hacettepe’deki arkadaşlardan değil, Fırat Üniversitesi ve KTÜ’deki arkadaşlarla da telefonda da olsa oldukça uzun zaman geçirdim. Normalde yıllardan beridir bu kadar çok fakülte anısı yad etmem gerekmiyor, ama son haftalarda neredeyse anılar tünelindeydim, tabii şaşırtıcı olmayarak hepsi de üniversitelerle ilgili, hayat özetim üniversiteler sanki. Zaten hala üniversite hayatım devam ediyor. Salgın zamanında, kafamı meşgul tutmak için, Anadolu Üniversitesinin ikinci üniversite programlarından (ilkinin diploması ile sınavsız giriliyor, açık öğrenimle okunuyor) 2 yıllık bir okul bitirmiştim. Kültürel Miras ve Turizm okumuştum.

Aynı anda yurt arkadaşım Olcay da Fotoğraf bölümüne girmişti. Ben artık salgın bitti diye yeni bir okula daha yazılmamıştım, ama Olcay’ın çok hoşuna gitti ki, bu sefer Gastronomi okumaya başladı. İlginç olarak ben Fakültede oldukça çalışkan bir öğrenciydim, Olcay da en az tıp fakültesi kadar ağır olan diş hekimliğinde okuyordu, ama ben başımı derslerden kaldıramazken onun  pek çalıştığını görmezdim. Zaten o zamanlardaki olaylardan sene bile kaybetti. Açık öğrenim okurken işler tersine döndü, ben sadece yeni bir şeyler okumaya ve geçer not almaya odaklıyken, benim kız sınavlar özel olarak hazırlandı, her dönem onur öğrencisi olacak kadar yüksek notlar aldı. Bu işte bir terslik var gibi ama neyse artık.

Bir yıl aradan sonra ben de bu sefer 4 yıllık Türk Dili ve edebiyatı bölümünde okumaya kalkıştım. Sermin ( kendisi okuduğu için) çok zor diyerek, beni vaz geçirmek için elinden geleni yaptı, dinlemedim. Çünkü sadece Türkçe gramer bilgisi değil, Osmanlıca, Orhon Türkçesi, Uygur Türkçesi gibi dersler var.

Sonuç; şu anda birinci yılımı bitirdim.  Ama itiraf ediyorum sınavdan çıkınca ya bazı derslerden kalacağım, böylece hayatım da ilk kez ikmale kalmış olacağım ya da hayatım da ilk kez kendimi tatmin edecek derecede bilmeden bir dersten geçmiş olacağım diye düşündüm. Ve hayatımda ilk defa bilmeden geçtim. Bu da bir tecrübe.

MİNİ BİR SEFER HİKÂYESİ; ESKİ ASİSTANLARIMLA KÜLTÜR, SANAT, GASTRONOMİ, DEDİKODU NE ARASAN VAR, YA DA ŞÜKÜR NİHAYET KARAHANTEPE

Geçen Eylül aynıda KTÜ’den asistanlarım, Serpil ve Sevcan beni Çanakkale’de ziyaret etmişlerdi, o zaman arada buluşup gezme kararı almıştık, ilk ziyaret için de Karahantepe’yi düşünmüştüm. Geçen hafta sonu bu sefer Burcu’nun da katılımıyla geziyi gerçekleştirdik.

Cuma sabah uçakla Ankara’ya gittim, Serpil’le havaalanında hatta uçağa giderken otobüste buluşup öğlen saatlerinde Adana’ya vardık. Sevcan bizi alıp, tarihi Adana mahallelerinde turistik bir gezi yaptırdı. (Adana sokaklarında park yeri bulmak bir mesele, Sevcan ise bütün gezi boyunca, benim tek şansım diye söylene söylene, hiç zorlanmadan yer buldu.) Büyük saatin etrafında gezdik, tarihi çarşıları, yeni restore edilmiş otelleri, Ramazanoğulları’na ait konak müzeyi, şehir müzesini gezdik. Müze sanırım eski çırçır fabrikasını restore ederek yapılmış, özellikle tarihi kısmından çok etkilendim, mozaik bölümünün düzenlenişi de bir hayli göz alıcıydı.  Elbette müzenin en görkemli eserleri geç Hitit Krallığı döneminden kalan eserlerle ve Asurlularla yapılan ticaretin göstergesi olan mühürler, çivi yazılı tabletler. Ancak çok daha yakın geçmişe ait bölümler de var, şansımıza tarım bölmesinde, sadece pamuktan yapılmış, modern heykellerden ibaret bir kişisel sergiyi görme şansımız da oldu.

Burcu da akşamüzeri uçağı ile Trabzon’dan geldi. Onu alınca bir kebapçıda akşam yemeği yedik, hemen yanındaki çorbacıdan paça çorbası, şırdan, mumbar da alıp tadım yaptık. Özellikle mumbar aldığımız dükkândan söz etmek isterim. Burayı sıradan bir lokanta olarak düşünmek ve değerlendirmek haksızlık olur, belli ki şehrin yeme içme kültürünün yaşam şekline nasıl damga vurduğunu gösteren bir kültür alanı. Çünkü iç ve dış mekânları olan ( en az 70-80 kişinin oturabileceği kadar masa sandalye var), bu da yetmez gibi sokağa taşan dev bir mekân. Özellikle geceleri herkesin gelip paça çorbası içtiği bir yermiş, işkembe çorbası var mı diye sormadım, muhtemelen yok, çünkü bağırsaktan başka ürünler yapıyorlar. Sokaktan görülecek şekilde, 4 tane daha derin, 4 tane daha yayvan dev kazanlarda mumbar ve şırdan dolması kaynıyor. Çorba ise içeride pişiriliyor. İsteyene paket de yapıyorlar, biz paket aldık, bu sırada bile birkaç kişi gelip paket yaptırdı. Kebapçıda yemek yiyorduk ve bizim dışarıdan mumbar getirmemiz onları hiç rahatsız etmedi, birçok mekânda buna izin verilmez. Her ne kadar Sevcan tatlı yiyemedik diye üzülse de, bence keşke sadece ya kebap, ya da mumbar yeseydik. Çünkü o saatte bayağı zorladı.

Sonra hep birlikte Bilen Turizm (Sevcanın arabası ve şoförlüğünde), yoğun dedikodu, aşırı trafik  arasından son sürat Urfa’ya gittik, Şehrazat isimli restore edilmiş bir konakta kaldık. Urfa’ya ne zaman gitsem bir sürü restorasyonla karşılaşıyorum ve her seferinde şehri tanınmaz halde buluyorum. Bence Türkiye’de en başarılı restorasyonlar bu şehirde yapılıyor, doğal taş kullanıldığı ve şehrin geleneksel dokusundan, geleneksel mimarisinden kopulmadan yapıldığı için, kısa sürede neyin yeni yapıldığı bile anlaşılmıyor. Gerçekten başarılı. Son gittiğim zamana göre Balıklı Göl çevresindeki mahalle tamamen restore edilmiş, yalnız bu sefer neredeyse bütün mahalleyi kaplayan devasa bir otel yapılmış, bence bu hata.

Urfa’da geçen seneki selde insanların boğulduğu dal-çık kavşağı ve deprem enkazlarının kaldırılmış bile olsa hazin görüntüleri dışında her şey güzeldi.

Cumartesi turizm rehberimiz geldi. Çakma Siverekli (Amerika’da büyümüş) tur operatörü delikanlı ve çakma Urfalı (Egeli kız, Urfa gelini) rehberimiz eşliğinde 5 yıldız araçla bizden başka müşteri olmadığından özel olmayan ama özel tur aldık.  Önce muhtemelen sekizinci kez Göbeklitepe’yi gezdim. Son gezimden sonra tapınakların çevresinde yerleşim alanları da açılmış ve içlerinden birçok çanak çömlek çıkmış. Bu da şu demek oluyor ki Göbeklitepe daha önce sanıldığı gibi çanak çömleksiz neolitik dönem değil, aksine çanak çömlekli neolitik çağ; yani işler tekrar değişti. Bu durumda, Göbeklitepe ve çevresindeki bu medeniyet MÖ 9000den çok daha geriye gidiyor olması lazım. Gerçekten de bölgede dünya tarihine bilinenden çok daha derin bir sondaj yapılıyor. Bir de ilkel de olsa yazı gibi bir şey (okunabilen) bulunsa tadından yenmez. Yazı bulunmasa bile artık tarihin Sümerlerle başlamadığını biliyoruz, bu bulgularla yazılı tarih Sümerlerle başlıyor ama medeniyetin başlangıcı çok daha eski ve aşağı değil, yukarı Mezopotamya yerleşimli.

Sonra bu geziden kastım olan Karahantepe’yi gezdik; şükür orayı Türk arkeolog kazıyor ve Göbeklitepe gibi çok erken turizme açmayacaklar. Karahantepe buluntuları Göbeklitepeden oldukça değişik, sanki Göbeklitepe ( sadece stellerdeki hayvan populasyonuna bakarak söylüyorum) bölge faunasına saygı niteliğinde, oysa Karahantepede bulunan insan heykelleri ve sarnıç olması mümkün havuzlar, buranın insan üremesi, ya da erginlenme törenlerinin (vaftiz benzeri törenler) yapıldığı tapınaklarmış gibi hissettirdi. Bunlar o denli güçlü buluntular ki ben de herkes gibi hayal gücümü salıverdim.

 Rehberli olarak bir de Soğmatar’a gittik. Burada rehberle Sabiilik, astronomi ve astrolojinin eski dinler üzerine etkisi, matematik, Pisagor, fal, haftanın günleri, gezegenler vb tartıştık. Beni cidden şaşırtan şeylerden biri eskiden bilinen neredeyse bütün tapınakların göksel bir olayla bağdaştırılabilmesine karşın, Göbeklitepe ve çevresinde bulunan benzerlerinde göksel ( mesela bir  horoskop bile yok) bir olaya atıf olmaması, sanki  bütün tapınım alanları, her şey, (şimdilik kaydıyla tabii) yeryüzüne ait.

Dönüşte kızları Urfa’nın eski çarşısına gönderdim, çünkü görülmeye değer, klasik Arap şehirleri Medineleri gibidir. Ben de oteldeki sıra gecesin öncesi biraz dinlendim; sonra sıra gecesine katıldık ama bence bir hayal kırıklığıydı, yıllar önce katıldığım bir sıra gecesinin şamanik gösterisi nerde, nerde bu eğlence, aklımda kalan karşımda oturan 5 kadın, beşininde kucağında aynı boyda bir bebe, karşı sırada oturan 5 koca oldu. Aman bir şeyden geri kalmayalım diye kalkıp oynadıktan sonra, gece vakti Halilül Rahman (balıklı göle) gittik. Hz İbrahim’in mağarasından çıkarken kafamı taş kapıya çarptım, kaç gün geçti hala sızısı geçmedi. Neyse nereye gittik de rezil olmadık ki zaten.

Pazar sabahı önce yöresel ürün alma maratonuna girdik, çok güzel bir pazarlama tekniği (bildiğiniz rehber gibi ürün tanıtımı, tadımı, ikramı, gurup indirimi, hediyeleri ne arasan var)  ile bize bir sürü (gerçekten sepet sepet) yöresel örün sattılar.

Daha sonra yenilenmiş Urfa müzesine gittik. Ölmeden önce mutlaka görülmesi gereken yerlerden biri, inanılmaz derece zengin ve güzel düzenlenmiş bir müze. Hele Göbeklitepedeki 4 numaralı tapınağın ve Nevali çörideki kare tapınağın gerçek boyutunda replikası yapılmış. İnanılmaz etkileyici, içinden çıkmak mümkün olmuyor, sanki gerçek tapınağa gitmiş gibi hissettiriyor. Bunun haricinde de binyıllar boyunca son derece zengin buluntular sergileniyor, artık çivi yazılı tabletler filan çerez gibi geliyor, o derece. Sırf bu müze için en az 5-6 saat gerekli, ama dönmez zorundaydık, sabah yiyemediğimiz ciğer yeme ritüelini öğlen idrak ederek Urfa’dan, Gaziantep’e doğru yola koyulduk.

Antep’de, Sevcan’ın günler süren tatlı krizini katmer ve künefe ile nihayete erdirme ve hepimizi şeker komasına girme çalışması yaptıktan sonra, bir de hediyelik baklava alma telaşına düştük. Resmen New York’taki mücevher satış mağazaları gibi burada baklava satış mağazaları var. Sevcan, inanılır gibi değil ama orada da birkaç parça baklava, şöbiyet filan gömdü. Helal olsun valla. Bütün bu kebap-sakatat-tatlı maratonu sırasında kızlar, detoks sularını da içtiler, sözüm ona metabolizma canlandırıp, kilo almamayı becerdiler.

Üç gün süren çöl sıcaklarından sonra Antep- Ankara-Çanakkale uçuşu ve Çanakkale’de aniden 15 derece rüzgârlı havada dişlerimin birbirine çarpması şeklinde bir son.

BAHAR, SEÇİM, EKONOMİ, EMRE, KAPADOKYA, YOLLAR, BAYRAM, BAHÇE/BAYRAM YEMEĞİ

Bu yıl çok tuhaf bir kış mevsimi yaşadık, hemen hemen hiç kar yağmadı, her sene bitirdiğimiz yakıtın yarı kadar bile yakıt kullanmadık, derken bir gün içerisinde yaz geldi. Kış ayları sonbahar gibi geçti, ilkbahar ise yaz gibi geldi. Durum böyle giderse yaz aylarında nasıl bir sıcak havaya maruz kalacağımızı düşünmek bile istemiyorum. Neyse ki bu kış kar olmasa da bir hayli yağmur yağdı, önümüzdeki günlerde de yağması bekleniyor. Geçen sene olduğu gibi bu sene yeraltı suyumuzun azalmasını pek beklemiyorum. Köydeki su ve elektrik meselelerinden dolayı muhtarla bayağı arkadaş olduk, haliyle seçimde benden oy istedi, köye yeni bir su kuyusu açtırdığından ve önümüzdeki yaz aylarında su şebekesini yeniletme sözü verdiğinden ötürü oyumu ona vereceğimi söylemiştim. Minicik köyümüzde kıran kırana bir muhtarlık seçimi yapıldı, adaylardan hediyeler bile geldi, neyse ki eski muhtar (benim de desteklediğim) kazandı. Böylece hayatımda neredeyse ilk kez oy verdiğim adam seçimden birinci çıktı. Gerçek şu ki benim ruhum muhalif, hiçbir seçimde iktidar olacak partiyi tutturamadım, oysa ne tanıdıklarım var, her seçimde bingo attıkları oy tutuyor.

İsviçre’de yaşayan kuzenim (Emre) de bir takım işlerini halletmek için bu arada oyumu da vereyim diyerek, seçim tarihine denk getirip Türkiye’ye geldi. Plana göre ben de onlarla Ankara’da buluşup, önce Kapadokya’ya sonra da tekrar Ankara’ya dönüp Çanakkale’ye gelecektim, son olarak da onları İstanbul’a havaalanına götürecektim, öyle de yaptık. Çanakkale- Ankara uçuşunun münasebetsiz saatleri bizi yorsa da planımızı olduğu gibi uyguladık. Hazır Kapadokya’ya gitmişken, önce ne zamandır görmek istediğim Nevşehir’deki Gümüşler manastırına gittik. Bu manastır neredeyse Ürdün’deki Petra harabelerini andırıyor ve Kapadokya’nın mini bir özeti gibi. Kayaya derinlemesine oyulmuş manastır içinden yeraltı şehrine ulaşılıyor, kilise, sulama kanalı, uzaktan ses iletme sistemleri gibi ilginç özellikleri var, ancak rehberlik sistemi yok ve broşürler de pek yeterli değil. Buna rağmen, Türkiye’de görmek için sıraladığım 3 ören yerinden biri olduğu için ve görünce de beni hayal kırıklığına uğratmadığı için, ayrıca Emre de çok etkilendiği için gittiğime çok memnun oldum.

Bundan sonra ise Göreme’de çok güzel bir yerde kaldık, Göreme açık hava müzesi, Zelve, Derbent vadisi, Ankara’ya dönüş yolunda da Ihlara vadisi yaparak kısa ve öz bir Kapadokya turu yapmış olduk. Ben Emre’lere sabah mutlaka balona binin dediysem de grip gibi oldukları için uyumayı tercih ettiler. Akşamları güzel lokantalar bulup, lezzetli yemekler yedik. İlk gece İran’dan gelmiş yıllardır Türkiye’de yaşayan yezidi bir garsonla bayağı muhabbet ettim. İkinci akşam yemeğimizde ise Emre’nin anne tarafından yeğenlerinden biri Ankara’dan kalkıp geldi, onunla birlikte gene güzel bir yemek yedik. Tabii turistik bir yerde otel ve yemek fiyatları, ekonomimizin ne durumda olduğunu bir kez daha yüzümüze tokat gibi çarptı.

Sonra da Çanakkale’de Emre’ye çok özel bir mozaik müze-atölyesi gezdirdim. Bu atölyede sanatçı Homeros destanlarında geçen birçok kişinin mozaikten portrelerini yapmış ve onlar üzerinden konukları ile destanları yorumluyor. Tabii bu sunumun Emre’yi ne kadar etkileyeceğini bildiğim için, onu götürmeye çok hevesim vardı, düşündüğüm gibi çok etkilendi, bir çok kaynak bulup arkadaşıma gönderdi. Bence Çanakkale’de en çok görülmeye değen yerler listesinin ön sıralarında gelen bir interaktif mini müze burası.

Tabii köyümüzden çıkıp büyük bir alana yayılan orman yangının bıraktığı hasarı da göstermeyi ihmal etmedim.

Bir gün de,  Troas Aleksandia antik kentinin limanına, Apollon Symitsonian tapınağına ve Babakale’ye gittik. Böylece hem şehrin Truva’dan, Büyük İskender’e ve Osmanlı’ya uzanan görkemli tarihi, hem de boğazından, ormanlarından, adalarından, koylarının manzaralarından geçerek muhteşem coğrafyası hakkında kısa bir özet geçmiş olduk. Günü Geyikli’de oturan arkadaşlarımın evinde denizden yeni çıkmış dev bir lüferi yiyerek sonlandırdık. Bu şehirde evden dışarı adım atıp turistik gezi yapmak mümkün.

Son olarak da onları Lapseki, Gelibolu köprüsünden geçirerek İstanbul’a havaalanına götürdüm.

Böylece Orta Anadolu’nun çorak topraklarından,  Çanakkale (yanmış yanmamış) ormanlarına, büyük Tuz gölünden, Çanakkale’deki mini tuz gölüne kadar değişen bir görüntüler eşliğinde orman yollarından, köyün toprak yollarından, otoyollardan, derelerden, tepelerden, kış gününde yaz güneşlerinden geçerek kısa bir tatil yaşamış olduk.

Emre geçtiğimiz otoyolların, lokantaların, otellerin fiyatlarını avroya çevirdi ve fiyatlar o şekilde bile çok yüksek geldi. Bu uzun tatilde yakın Yunan adalarına giden arkadaşlarım orada yedikleri yemeklerin fiyatlarını karşılaştırınca da Türkiye çok pahalı. Allah sonumuz hayretsin.

Bu mini tatil sırasında bahçede ne var, ne yoksa her şey tohuma kalktı, yabani otlar da adam boyuna çıktı, bahçe bildiğiniz yağmur ormanlarına döndü. Polenden alerjim azdı, gözlerimi açmam bile beni zorluyor. Bu yorgunluğum biraz geçince bahçedeki otları biçeceğim. Sadece seneye de tohum atmasını istediğim bitkileri bırakacağım. Biçtiğim otları da yere yatırarak toprağın aşırı kurumasını engellemeye çalışacağım.

Bu arada geçen sene yaptığım yeşil gübreleme (bitkileri toprağa serme) işleminden ötürü bahçede kendiliğinden çıkan (bu yıl diktiklerim henüz çıkmamış olmasına karşılık) bakla ve sultani bezelye vermeye başladı. Brüksel lahanası, karnabahar, brokoli, pazı hemen her türlü kış sebzesi var. Soğanlar cücüklenmiş.

Ben de bu durumda elbette tamamen bahçeden topladıklarımla yeşil yemekler yapıyorum.

Eğer havalar bu şekilde sıcak giderse yaz sebzelerinden pek bir verim beklemiyorum.

ŞU SIRALAR ÇANAKKALE KÖYLERİNDE GEZMEYE, ÇEVREYİ DAHA İYİ TANIMAYA ÇALIŞIYORUM

Geçen hafta buradaki gezi gurubumu bizim köyde yürümeye davet ettim. Köyde yürünecek doğru düzgün orman kalmadığı için komşu köyün ormanında yürüyüş yaptık. Normalde bu köy benim en sık kullandığım yürüyüş rotalarımdan biridir, köyün arkasındaki sırta doğru yürüyorum, bu sırtın üzerinde dizili evlerden meydana gelmiş bizimkinden bile az nüfusu olan bir köy var. İki köyün arası 2 km ve iki köy arasındaki irtifa farkı 150/160 metre kadar. Yukarı köyün tek asfalt yolu bizim köyden geçen yoldur, köyün bitiminden itibaren orman yolları başlıyor. Bu minik köyün sonunda birkaç tane çiftlik evi var, bunlardan biri de ülkenin tanınmış firmalarından birinin sahibine ait, çiftlikte atlar, karacalar bile var, perma kültür yapıyorlar. Ben genellikle bu çiftliğe kadar yürür, çiftliğin çevresini dolanır, eve geri dönerim. Çiftlikten sonra ise orman yolları vardır, oralara da zaman zaman uzandığım oluyor.  Bu sene çiftlik arazisinin hemen altına bir şantiye alanı yapıldı, bu operasyon merkezinden dağa yapılacak rüzgâr türbinlerinin inşaatı yönetilecek. Onlar orman yollarında bir hayli ağır vasıta trafiğine sebep oluyorlar, daha önceleri sadece traktörlerle ahırlarına, tarlarına giden köylüler vardı.

Normalde artık bu yollarda yürümek istemezdim ancak, yazın köyümüzün etrafındaki bütün ormanı yok eden yangın yukarıdaki köye ulaşmadı, sonuç olarak benim orman içi yürüyüş yapabileceğim başka bir rotam kalmadı. Kullandığım kerteriz aldığım noktalar 2 tane verici direği,  geçen senelerde gençleştirilmiş orman parçası ve birkaç orman içi ahır, canım hangisini isterse o tarafa gidiyorum.  Yol boyunca ne kadar köpek varsa hepsiyle arkadaş oldum, sadece köpekler değil bu köyün insanları da yolumu gözlüyor. Biraz geç yürümeye başlasam bu gün geç kaldın ya da kaç gündür yoksun diyen insanlarla karşılaşıyorum.

Benim etrafında yürüdüğüm 2 adet verici direk dışında bir de eskiden ormancıların gözetleme kulübesi olan bir tepede tek başına duran bir başka verici daha var. Bu tepe neredeyse 600 metre yükseklikte ve çevreye 360 derece hâkim bir tepedir, sadece bir kez o da araçla gitmiş ve manzarasına hayran kalmıştım.

Gurubu araçla benim yürüyerek gittiğim çiftliğe kadar araçla götürüp, oradan toplu halde bu yüksek ve manzaralı tepeye çıkarmaya karar verdim. Fakat yürüyüş sandığımdan çok daha meşakkatli oldu. O gün hava güzel olmasına rağmen birkaç gün önce kar yağmıştı, toprak orman yolu trafiği arttığı için, ağır iş makineleri yolda derin çukurlar açmış, yolu bir çamur deryasına çevirmiş. Yoldan yürümek mümkün olmadığı için orman içinden yola paralel bir şekilde yürümeye başladık, hesabıma göre kaybolmamız imkânsızdı. Ancak imkânsızı mümkün kıldık, bu Egeliler bir garip mantarları, yabani otları görünce deliriyorlar (Buranın milleti keçi gibi, gördüğü otu tanıyor ve yiyor), naylon torbalar çeşitli otlar ve mantarlarla dolduruldu. Meğer, rüzgâr güllerini yapacak olan firma,  benim daha önce bildiğim yolu da değiştirmiş, ben bir yandan guruptan kimseyi kayıp etmemeye çalışıp, bir yandan ot toplarken kaybedilen telefonları, gözlükleri arayanları bekleyip, histerik çığlıklarla avaz avaz bağırarak gurubu nihayet bir orman yolunda toparlamayı başardım. Ancak bu yol benim gitmek istediğim yol değildi. Neyse ki verici direk çok uzak görünmüyordu. Gurubun büyük kısmı daha fazla yürümek istemediği için ben de onlarla bu alanda bekledim. Birkaç kişi ise tepeye kadar çıktılar ve nefes nefese fakat gördükleri manzaradan çok memnun bir şekilde döndüler.

Artık geri dönüş yoluna girdik üzerinde bulunduğumuz mevcut yoldan geri dönelim nasılsa tam da istediğimiz noktaya varacağız diye düşündüm. Ancak gurupta her zaman bize yol gösteren ve googlemap’ı çok iyi kullanan bir arkadaş bizi kestirme bir yola soktu. Bundan sonrası ise tam bir ziyan, inanılır gibi değil ama gözle görülen ve kılavuza gerek olmaması gereken köye dönerken gene kaybolduk. Bütün gurup birbirinden koptu, herkes kendi canının derdine düştü.  Gurupta bir Rus kadın var,  ikimiz yalnız kaldık, çalıların arasından, keçi yollarından, derelerden, yarıklardan geçerek, bacaklarımızda çizilmemiş yer kalmamış bir şekilde en sonunda gurubun kalanı ile buluştuk. Onlar kaybolmadıklarını iddia etseler de birkaç dakika içinde buluştuğumuza göre, onlar da başka bir tarafta kaybolmuşlar, ama kaybolduklarını bile anlamamışlar. Çünkü normal yoldan inseydik 20dakikalık yolumuz vardı, biz 1,5 saat sonra buluşabildik. Neyse ki bu arada yukarı köylülerin bana tarif ettikleri fakat bir türlü bulamadığım suyu da bulmuş oldum.

Bu gurubun bir huyu da yürüyüş sonrasında mangal yapıp çingene havaları oynamak. Bu kez mangal partisi benim avluda yapıldı, klasik et, sucuk, herkesin getirdiği salatalar filan yendi. Tabii mangal partisi diğerlerine göre biraz daha lüks oldu, temiz WC ve elbette semaver çayı fark yarattı.

Bizim yürüdüğümüz gün bahar havası vardı, ertesi gün kar yağdı. O günün hikâyesi de farklı, kar yağdığı gün benim açık öğretim sınavlarım vardı. Akşam yatarken yağmur bile yoktu sabah kalktığımda  garaj yolum kardan kapalıydı. Hemen  yolumu açacak traktörlü birini aramaya başladım; muhtar cevap vermiyor, komşum cevap vermiyor. Meğer komşunun telefonu prize takılıymış, muhtar ise imamı (o da benim gibi açık öğretimde okuyormuş) traktörle aşağı köye indirmiş. Neyse zor zahmet muhtara ulaştım, yolumu açtı da, bin macera sınava gittim. Bir dönemde 6 tane dersim var, nedense bir derse ayrı salonda, diğer 5 tanesine başka salonda giriyorum. O gün gidemesem 6 dersin 5ini tekrar etmem gerekecekti. Anlayın ne fedakârlıklarla okuyorum.

Bu hafta sonu ise gene bir bahar havasında bizim köye çok yakın başka bir köyde yürüdük, bu köy rahmetli Ecevit’in örnek köylerinden biriymiş, eski köyü terk edip tamamen yepyeni bir köy yapmışlar. Köyün meydanı bütün köylerden büyük ve düzenli, ayrıca yollar da Miletos gibi ızgara planlı yapılmış, (antik Miletos şehri, mimar Hipodamos tarafından çizilmiştir ve bu şehir planı New York dâhil birçok modern şehirde uygulanmıştır) (Ecevit kalkınmanın köylerin kalkınması ile gerçekleşeceğine inanırdı).

Az önce anlattığım gibi Google map kullanan arkadaş bizi yola çıkardı, tabi gene kaybolduk, bu sefer de Julia ve ben gene birlikte kaybolup, bizim yanımızdaki minik bir gurupla köye dönmeyi başardık. Bu sefer gurubun geride kalanı, kimi traktör kasasında, kimi sürünerek, bizden yaklaşık bir saat sonra buluşma yerimize varabildi. Bu kez saç baş dağınık, parça pinçik olup dönenler biz değildik. Bir gün bizi vahşi hayvanlar parçalayacak ama bakalım ne zaman? İster istemez Julia ile artık ormanda kaybolma kardeşliği kurmuş gibiyiz, en azından veterinere gidip kuduz aşısı falan mı yaptırsak?

Bu kez mangal Atik Hisar baraj gölünün kıyısında yapıldı, neyse baraj hayli dolmuş, şükür.

Yalnız bizim millet çok tuhaf; aramızdan 2 kadının konuşmalarına şahit oldum mecburen, Troya müzesinde bir kansere gitmişler, vay efendim, müze öyle dağ başında olur muymuş, bu kadar salaklık görmemişler, 1 saatlik yol gitmişler, müze de konsere uygun değilmiş. Yahu nasıl dağ başı Troya antik kentinin tam dizinin dibinde, dünyanın her yerinden, insanlar sırf bilinen en değerli antik kentlerden biri olan kalıntıları görmeye geliyor, bu arada müzeyi de geziyor, sen de bir zahmet 1 saat yol git. Müze bence tam da olması gerektiği yerde; mimarisi ile de inci gibi bir müze, münferit sergiler için ayrı salon var o salon konserler için uygun olmalı.

 Sevgili müzeme laf edilince kafam çok bozuldu. Yani keyfimden kaybolmadım, bu yaşlı kadınlara dalmamak için guruptan uzaklaştım.

Kurnalı kuyu, bizim milin geri dönüşüm bilmediğini düşünenler utansın

DÜNYANIN ÇİVİSİ ÇIKTI

Dünyanın bir çivisi var mı yok mu, varsa nerededir bilemem. Ama demek varmış ki yerinden çıktı, yoksa bunca kaos, karmaşa nasıl izah edilebilir?

Geçen gün TUİK Türkiye nüfusunu açıkladı, sonuç nüfus artış hızına göre beklenenden daha düşük bir sayı çıktı. Bu durum geçen yıl büyük depremde resmi rakamlara göre 50000 olan ölü sayısının sanıldığından çok daha yüksek olduğunun göstergesidir diye düşünüyorum ( Bu konuda hiçbir zaman emin olamayacağız). Hem tarihsel anlatılara, hem de jeoloji biliminin söylediklerine bakarak emin olduğum tek şey bu toprakların büyük depremler üretebilecek kapasiteye sahip olduğudur.

Jeolog değilim ve bundan sonra yazacaklarımın bilimsel bir değeri yok, sadece kendi hissiyatım. Bence;  geçen yıl 6 Şubat günü Güney doğu illerimizde meydana gelmeye başlayan deprem (deprem demek hafif kaçar, deprem silsilesi diyeyim) o denli büyük bir enerji ortaya çıkardı ki, dünyanın manto tabakasındaki bütün levhalar etkilendi. Yakından başlayarak, bütün levhalar yer değiştirmeye, itilip çekilmeye, birbirine sürtünmeye, dalma batma zonları aktifleşmeye başladı. Ardı ardınca dünyanın her yerinden büyük deprem ve volkan patlama haberleri geliyor.

Dünyanın en üst kısmında bulunan manto tabakası yani üzerinde yaşadığımız kara ve denizlerin altını örten yüzey, tek parça değil, kocaman plakalardan meydana geliyor ve bu plakaların yer değiştirmesiyle kıtalar şekil değiştiriyor. Kıtaların yer değiştirmesi milyarlarca yıl sürse bile, değişim aslında sanıldığı kadar da yavaş meydana ilerlemiyor. Bir insan ömrü süresince bu kadar çok deprem yaşamamız ve dünya ölçeğinde minicik gözükse de coğrafyanın değiştiğine şahit olmamız da hızlı değişimin bir göstergesi.

Üstelik çok hızlı bir şekilde iklim krizinin içine girdik, yüzey buzulları hızla eriyip, denizlerin tuzluluk oranını düşürüyor. Çünkü hava ısısı, geçen yaz olduğu gibi bu kış boyunca da kayıt edilmiş en sıcak ortalamalarda dolaşıyor, arada inanılmaz soğumalar oluyor, bir kış, bir yaz günlerini peş peşe yaşıyoruz.

Bu iklim değişikliklerinde insan etkisinin iddia edildiği kadar büyük olduğundan pek emin değilim, çünkü bu tip değişiklikler de ilk kez meydana gelmiyor. Dünya iklimi bir daha sıcak ve hayata elverişli dönem geçiriyor, sonra soğuyor, tekrar ısınıyor. Bu süreç böyle devam ederken üzerinde yaşayan canlılar yok olup, yerlerini yeni türler alıyor.

Yani dünya sürekli değişiyor, biz de bu değişimden kendi zamanımıza düşeni yaşıyoruz.

Bunlar yetmezmiş gibi ekonomik sıkıntı, etrafımızı kuşatan savaşlar, üstüne bir de sınıf arkadaşlarımdan birinin vefatı; vallahi kanırdım, gına geldi kötü haberlerden.

GERÇEK, RÜYA, ZAMAN, ZİHİN ÜZERİNE DENEMELER 2

RÜYALAR, ÇEŞİTLERİ, RÜYA GERÇEĞİ, RÜYA ZAMANI MEKÂNI

Bizim toplumumuz için rüyalar en az gerçek hayat kadar önemlidir. Bu toplumun her bireyi istihare rüyası nedir, kehanet rüyası nedir bilir. Mutlaka ‘rüyaları çıkan’ birkaç kişi tanırsınız, belki de o kişi sizsiniz.

Rüyalarla ilgili bildiğim bazı şeyler var; her şeyden evvel rüyalar gerçek hayat rutinleri ile çalışmaz, uyanık zihin işleyişi ile uykudaki zihnin işleyişi tamamen farklıdır. Ancak gerçekten dingin bir zihinle dingin rüya görmek mümkün olabilir.

İkincisi de rüyaların dili semboliktir, bir şeyi olduğu gibi gösteren rüyalar çok enderdir, çoğu rüya simgeler şeklinde görülür.

Kehanet rüyalarında bu semboller ve onları yorumlamak zor olabilir. Mesela rüyada dişim çekildi, biri ölecek, ya da deniz gördüm, bu iş güzel ilerleyecek gibi hemen herkesin bildiği rüya sembolleri vardır. Fatma bir çocuk doğuruyorsa, gerçekte doğuracağını değil, çok önemli bir haber alacağını düşünürüz, Fatma’nın gerçekten doğum yapacağını ise çok daha farklı sembollerden, örnek olarak ulu bir kişinin ona yemiş yedirmesinden vb anlarız.

Bir de kişinin kendine özgü rüya sembolleri vardır. Örnek olarak bir çiftçi iseniz rüyalarınızda doğa ve ürünlerle ilgili sembolleriniz olabilir, şehir insanı iseniz makineler, saatler, şehir sokakları gibi simgeler size daha çok hitap edecektir. Elbette şehirde yaşayan doğa rüyası görmez demek istemiyorum. Mesela benim için kendimi çıplak görmek önemli bir şeyin göstergesidir, ama denize girerken çıplak olmak iyi bir rüyadır, şehir sokaklarında çıplak gezmek korkunç bir rüyadır. Yani benim çıplaklık simgesi bağlamına göre farklı anlam taşır. Bir arkadaşım ise kendini çıplak görünce mutlaka sırtından önemli bir yük kalkarmış. Yani aynı simge benim için farklı onun için farklı işliyor. Bunların farkında olmak lazım.

Rüyalarda zaman ve mekân algısı çok farklıdır, mesela benim oldukça sık gördüğüm rüyalardan biri de sembolik bir evdir. Eve girerim, ama artık evin her odası farklı bir yer, farklı bir zamandır, bir odada bir salonda bilimsel sunum yaparken, diğer bir odada uzayda süzülebilirim, bir başkasında ortaçağda bir şato görebilirim, mağara görebilirim. Yanımdaki kişiler her an değişebilir, birbirine dönüşebilir. Böyle ani zaman, mekân ve kişi değişimleri, son derece rüya mantığına uygundur. Ev genel olarak kişinin kendi iç dünyasıdır, bana sorarsanız bu kadar karışık olması normal. Şaka bir yana ev rüyaları, yorumlamasını bilen için, insanın gerçek bir ihtiyacının farkına varmasını sağlayabilir.

Rüyaların bir başka ortak özelliği de pek çoğunun unutulmasıdır, çoğu insan ancak çok güçlü bir rüya görmüşse hatırlar, bazıları hiç hatırlamaz. Rüya çalışması yaparken her sabah uyanıp rüyaları hatırlamak gerektiği üzerinde fazlasıyla durulur, bence önemli olanlar zaten hatırlanıyor, yani unutulan kalsın o kadar da üzülmeye değecek bir şey değil.

Bu ortak örüntü içerisinde içerik olarak ve insanda meydana getirdiği duygu olarak birkaç farklı çeşit rüya var.

Kâbus; korkutucu rüyalar diye düşünmek mümkün olsa da, insanda her türlü istenmeyen duyguları bırakan rüyalar demek daha doğrudur. Bence insanda üzüntü, sıkıntı, umutsuzluk yaratan rüyalar bu kategoride düşünülmelidir. Bu rüyaların karabasan (ya da uyku felci) denilen özel bir türü vardır ki, bu tür rüyada genellikle insan uyanır, içinde bulunduğu zor durumda kurtulmak için hareket etmesi gerektiğini bilir, ancak hareket edene kadar akla karayı seçer. Bu tip rüyada hareket edildiği anda uykudan uyanılmış olduğu ve rüya oldukça güçlü olduğu için kolayca hatırlanır.

Geçmiş zaman yaşantılarının görüldüğü rüyalar; bazen uzun zaman önce, bazen yakın geçmişte başımızdan geçen (genellikle kötü) olaylar simgesel olarak rüyalarımıza girer. Bu tip rüyalardan geçmiş zaman travmalarına ait ise, acı verici olduğu için rüya genellikle hatırlanır. Bunları kâbus olarak düşünmek de, geçmiş zaman travmalarına şifa çalışması olarak da düşünmek mümkün. Özellikle post travmatik stres bozukluğunun belirtilerinden biri; aynı rüyayı neredeyse bire bir aynı olarak defalarca, yıllar boyunca görmektir. Bizim neslin bütün öğrencilik hayatı, hayatta kalma mücadelesi olarak geçti. Ben de uzun yıllar boyunca fakültemizin önündeki meydanda geçen, ayrıntıları çok az değişen, hemen her anını tamamen hatırladığım ama burada yazmak istemediğim bir rüya gördüm. Önce bu rüyanın sıklığı azaldı, neredeyse 10 yıl boyunca giderek daha az sıklıkta gördüm, sonunda bitti. Post travmatik sendrom tanısı almadım, sanırım bu rüya beni gençlik yıllarında maruz kaldığımız terörden, korkulardan, kısıtlamalardan tedavi etti.

Günlük olayların yansımaları; işte burada gündelik yaşamda zihin ne kadar karışıksa uykuda da o kadar karışık oluyor diye düşünüyorum. Neyse ki bu tür rüyalar pek hatırlanmıyorlar. Eğer ben hiç rüya görmüyorum diyorsanız, belki de uykunuzda sürekli gündelik hayatın muhasebesini yapıyorsunuz. Eğer bu tür bir insansanız, önünüzde iki seçenek var; ya zihnini terbiye edeceksin, ya da bu tip rüyaları faydaya dönüştüreceksin. Yani uyumadan önceki son yaptığına dikkat edeceksin. Uyku sırasında gündelik hayatın üzerinden geçildiği için öğrencilere uyumadan önce ders çalışmaları önerilir, çünkü uykuda son okuduğunu sindirmeye devam edecektir. Benim bu şekilde çok ders çalışmışlığım vardır. Bu nedenle pek çok insan gece uyumadan önce dua eder, böylece gece zihnini meşgul edecek şeyleri denetim altına almayı umar.

Geleceğe dair işaretler bulunduran rüyalar; kehanet rüyaları bu guruba girer. Bir insanın gördüğü bir rüyayı, rüyanın kendinde uyandırdığı duyguları da göz önüne alarak, simgeleri yorumlamasına dayanır. Rüya yorumlarken mutlaka dikkat edilmesi gereken konu bu rüyanın sizde uyandırdığı duygudur, eğer rüyada kendinizi ferah, keyifli hissettiyseniz bu rüyanın kötü bir yorumu olamaz. Tersi de geçerlidir.

Gelecekten haber veren rüyalar bazen çok belirgin olsa da, çoğu kez üstü kapalı bir şekilde görüldüğü için genellikle yoruma ihtiyaç duyarlar. Bazı simgeler yaygın, bazıları ise kişiye özgü olduğu için, yorumlama işinde internet, ya da rüya yorum kitapları pek işe yaramaz. Kişi kendi rüyasını kendisi yorumlamalı, ya da çok güvendiği bir kişiye danışmalıdır.

Kötü rüyaları dile getirmemek, yahut etkisini azaltmak için akan suya anlatmak gibi adetlerimiz mevcuttur. Bütün bu adetlerin çok kadim gerekçeleri vardır.

Rüyalar gelecekten haber verebilir mi? Ne demişti Hayyam? Ve yazdı yaratılışın ilk sabahı/ Ne okuyacaksa kıyametin son şafağı. Belki de her şey zaten oldu ve biz sadece satırlar üzerinden parmak sürüyoruz. Dünyaya uyanık zihin ortadan kalkınca geçmiş, gelecek diye bir şey yok.

Uyku ile ilgili bilmediğimiz bunca şey varken, geçmişten görülüyorsa, gelecekten rüya görmek mümkün müdür sorusuna kolektif bilinç dışından, kadim köklerimden gelen bir cevap, bilimsel geçmişimden gelen bir cevaptan daha zayıf durmuyor.

Bu guruba sokabileceğim 2 alt gurup rüya vardır. Birincisi telepatik rüyalar; bu tip rüyalar genellikle sevilen bir kişinin zor zamanında ona dair kötü bir his, ya da çok güzel bir anında ona dair güzel bir his şeklinde olabilir. Bazen bir konu üzerinde çok kafa yorarsan o konuyla ilgili telepatik rüyalar da görülebilir. Benim kişisel hikayemden ne zaman bir hastamı rüyamda görsem (genellikle rüyayı hatırlamam, sabah kalktığımda o hasta aklımda olur) o çocuk (randevusu olmadan) en geç ertesi gün muayeneye gelirdi. Hatta muayenehanemdeki sekreterim ben bir hastadan söz etmeye başladığımda dosyasını önündeki masaya çıkarır, hastanın gelmesini beklerdi.

İkinci gurup ise istihare rüyalarıdır. Bu da belli bir durum ya da olay için kehanet rüyası görmek için hazırlanarak görülen rüyalardır. Gelecekle ilgili rüyalardan farkı işte bu belli bir olayın sonucunu görmek için rüya ısmarlamaktır. Kehanet rüyalarında ise herhangi bir konu ısmarlamadan görülen rüyalardır.

Lucid rüyalar; bazen insan rüya görmeye devam ederken, yarı uyanık bir hale gelir ve aslında rüya görmekte olduğunu fark eder. Kişi aynı anda canlı bir rüya görmekte iken, zihnin bir bölümü uyanmıştır. Rüya görürken, güya gördüğünün bilincine varmak lucid rüya diye tanımlanmıştır.

İşte bu durumda kişinin tam olarak uyanmadan rüyasına hâkim olma ve onu değiştirme yeteneği vardır. Bu tip rüyalarla insanın şifalanma ve hatta tezahür çalışması yapma olasılığı vardır. Lücid rüyalar da tam uyanmaya yakın görüldüğünden hatırlanması kolaydır.

Hem kehanet rüyaları, hem de Lücid rüyalar görürüm. Birinci elden biliyorum yani.

Uykunun da rüyaların da bizim henüz bilemediğimiz çok derin anlamları var. Bir hekim olarak uykunun tedavi edici etkisini, vücut tamir edici etkisini çok iyi biliyorum. Rüyalara gelince işte şimdilik burası büyük ölçüde muamma.

GERÇEK, RÜYA, ZAMAN, ZİHİN ÜZERİNE DENEMELER 1

GERÇEKLER İZAFİDİR; KİŞİDEN KİŞİYE, ANDAN ANA, OLAYDAN OLAYA DEĞİŞİR

Filozof değilim, ancak Platon’dan, Kant’a kadar tarih boyunca bilinen hemen her filozofun gerçek üzerine ( filozoftan filozofa farklılıklar gösteren) düşüncesi olduğunu biliyorum. Zaten ‘gerçek nedir’ sorusuna yanıt aramak, dinlerin de, felsefenin de, tasavvufun da, bilimin de çıkış noktası değil midir?

Benim anladığım kadarı ile dünya üzerinde mevcut insan sayısı, çarpı olay kadar, yani sonsuz sayıda gerçek var. İnsanın ‘gerçek nedir’ sorusunu algılaması bile kişisel arka planının göstergesidir. Kişi bu soruyu ‘âlemlerin yaratıcısı’, ‘görünenin ardındaki gerçek’, ‘evren, doğa’, ‘elle tutulan gözle görünen nesne’, ‘bilimsel olarak ispatlanabilen bilgi’, ‘düşüncelerim, algılarım’……gibi sonsuz şeklinde yanıtlayabilir.

Bu sorunun tek bir doğru cevabı varsa da ben bilmiyorum, ancak gerçek denen şeyin izafi olduğunu insandan insana değiştiğini çok iyi biliyorum. Örnek olarak bir trafik kazasına şahit olan 20 kişi olsa, kazanın hemen ardından ifadeleri alınsa, her biri farklı bir şey anlatacaktır. Şoför farklı, çarptığı kişi farklı, arabanın yolcu koltuğundaki farklı, kaldırımdan seyreden farklı, kazaya uğrayan çocuğun yakını çok daha farklı anlatacaktır. Her hikâye, her anlatışta, her geçen zamanda yeniden ve yeniden farklılaşacaktır. 

Çünkü zihin olanı kendi arka planına göre olduğu gibi bağlama göre de tanımlar, mesela etrafında sandalyeler dizili bir masa gören birisi, masa ve sandalyeler bir evin salonunda ise bunu bir yemek alanı olarak, bir ofiste ise bir toplantı mekânı olarak algılar.

Sonra da artık bu bilgiyi dosyalayarak beynin bellek bölgesine atar. Hafızaya atılan bilgiler herhangi bir anımsatıcı olduğunda tekrar bilincin yüzeyine çıkarlar. Bazen bütün bağlamı toplu halde dosyalarız, mesela arada bir gittiğimiz bir dükkândaki tezgâhtarı, o dükkânda kolayca anımsarız, ama farklı bir yerde görsek bu adamı acaba nereden tanıyorum diye düşünebiliriz.

En somut gerçekler bile kişilerin zihinlerinde, kişinin içinde yaşadığı kültüre, aldığı eğitime, cinsiyetine, deneyimlerine, duygularına ve daha pek çok değişkene bağlı olarak imbikten geçirilir, yorumlanır ve o kişi ve olaya özgü öznel gerçeği oluşturur.  Bir konu ile ilgili olarak kendi öznel gerçeğine ulaşan kişinin, artık bu düşüncesini değiştirmesi çok zordur, büyük çoğunluğun değer yargılarını değiştirmek, atomu parçalamaktan çok daha zordur, tam anlamıyla zihin Nuh der peygamber demez, kendi doğrusunun bilindik kuytularında kendini güvende hisseder.

Bir olayla ilgili gerçeğin, inandığından farklı olabileceğini düşünebilmek ancak esnek zihinlerin harcıdır. İşte bu esnek zihinlerden âlimler, öncüler, gerçek liderler çıkar. Belki de toplumu etkileyebilecek yeni bir bakış açısı, yeni bir bilgi ya da yöntem ortaya atabilirler. Bazen bu yenilik kişiye zarar verse de, toplumu gelecek kuşakları aydınlatır.

İnsanlık tarihi inanılandan farklı bir şey söyleyenlere en ağır cezaları kesmesiyle ünlüdür. Galile’yi de Hallac-ı Mansur’u da unutmadık.

KENEVİR İPİNDEN BÜRÜMCÜK KUMAŞ DOKUNMAZ

Zerdüştizm, yaygın olarak ateşe tapma inancı olarak bilinse de, aslında güzel ahlak öğretisidir demek uygun olur. Çünkü birinci kuralları ‘doğru düşün, doğru söyle, doğru yap’  kuralıdır. Zerdüştizm , İran’da hala oldukça saygı gören bir dindir ve turist olarak İran’a gidip de yukarıdaki kuralın simgesi olan ‘Farevehar’ almayan kimse yoktur sanırım. Bu yazının bağlamında zihnini temiz ve doğru tut ki, güzel şeyler düşünüp, söylemene (niyet etmene) ve güzel şeyler yapmana sebep olsun diye sözü biraz değiştirebiliriz.

Her zaman söylediğim bir söz vardır; insan zihni şeytanın çalışma odasıdır. Zihin kadar geveze, kuruntulu, yargılayıcı, dırdırcı, yıkıcı başka bir şey var mı bilmiyorum. Sürekli bir şekilde kusur bulan, yargılayan, kin tutan bir zihinle doğru düzgün işler yapmak ne derece mümkün olabilir ki?

Böylesi bir zihin, kıdemli hekim olarak söylüyorum, birçok hastalığa davetiye çıkarır ve neredeyse bütün hastalıkların tedavisini zorlaştırır. Kanserli hastaların iyileşmesi için moralin çok önemli olduğunu duymuşsunuzdur, aslına bütün hastalıklar için aynı şeyi düşünmek mümkün.

Meditasyon yaparak zihninin işleyişini yavaşlatmaya çalışan bunca insan durduk yerde türemedi. İslam dininde günde 5 vakit namaz var, namaz kılarken Allah’ın huzurunda olduğumuza inanmak istiyoruz. Oysa pek çok kişiden duymuşumdur, ‘böyle şeyler (genellikle uygunsuz) nedense hep namazdayken aklına gelir insanın’ derler. Neden? Çünkü zihnin terbiye olmamış, huşu duymuyor,  beden tamamen otomatik hareketlerle namaz kılıyor.

İnsan zihninin işleyişi kolayına değişmez; değiştirmek isteyenlerin ise çok zaman büyük bir gayret içerisine girmeleri gerekir.  Çünkü doğru kumaşı dokumak için doğru ip, doğru tezgâh, doğru usta ve istek gerekir. Kendini değiştirmek, geliştirmek isteyen herkes, bu değişimin doğru yolda olması için önce büyük bir kendini iyileştirme çabasına girmesi gerekir diye düşünüyorum. Ne de olsa ‘emek yoksa, ekmek de yok’.

Bu yazının öznesi rüyalar olduğu için, düzgün rüya görmenin yolu düzgün zihne sahip olmaktır diyebilirim. Yani doğru (güzel) düşünce, doğru söz(niyet), doğru (güzel) rüya. İşte tek formül bu galiba.

VE YAZDI YARATILIŞIN İLK SABAHI / NE OKUYACAKSA KIYAMETİN SON ŞAFAĞI/ HAYYAM

Zamanı biz insan zihni ile doğrusal bir şekilde algılıyoruz. Böylece kabaca geçmiş, şimdiki ve gelecek zamandan oluşan, andan ana, günden güne ilerleyen ne olduğunu hiçbir şekilde tam olarak kavrayamadığımız ancak bütün işlerimizi, randevularımızı, kolumuzdaki zaman sayaçlarına göre düzenlediğimiz, bir şekilde mutlu iken çabuk, zorlandığımızda yavaş geçtiğini bildiğimiz, ama sürekli olarak geçmişten geleceğe uzanan bir boyut olarak algılarız.

Oysa hem tasavvufa göre, zaman noktasal bir şeydir,  yani her şeyin başlangıcında, ‘ol’ denilen anda, her şey aslında oldu, biz şimdilik, kendi boyutlarımızda olmak kaydı ile kısa bir süresinin üzerinden geçiyoruz.

Kuantum fizikçilerine göre ise zaman evrenin genişlemesine paralel olarak genleşen bir boyut olarak algılanır.

Çok insan gençlik zamanı, güzel zamanlar, kıtlık zamanı, kiraz zamanı diye hatırlar.

Su gibi uçup giden zamanlarda yaşamak dileğiyle, rüyalarda zamanın doğrusal olmadığını hatırlayarak bu bahsi de şimdilik kenara koyalım.

BU SENE EL İŞİ OLARAK BATİK ÖRGÜ KONUSUNU SEÇTİM, AMA İŞİ BİRAZ ABARTMIŞ OLABİLİRİM

Gamze’nin kız kardeşi Gaye de birkaç seneden beri Çanakkale’de yaşıyor, 2 kış kardeşin de elleri hiç boş durmaz; oturdukları yerde bebek yelekleri örerler, anneleriyle birlikte çılgın kırkyama işleri yapar. Bu çılgın kırkyama işinde; kumaşlar, danteller, oyalar çeşitli şekillerde birleştirilip, örtüler yapılıyor, hatta bana da bir tane yaptılar. Gaye sadece kumaştan değil yünden de çılgın yama işleri çıkarıyor; renk, renk yünlerden şişle çok çeşitli örgü modelleri, tığ ile birçok desenler yapıp, sonra onları çok çeşitli şekillerde birleştirerek kazaklar, hırkalar yapıyor. Bu arada bana da bir hırka, bir de kazak, Sermin’e de bir kazak yaptı. Bana da bir internet sitesi gönderdiler, orada da böyle batik bir sürü şey satılıyor, bir çoğu hoşuma gidiyor ve ne kadar basit ama hoş diye düşünüyorum.

Gayenin yaptığı kazağı klasik kemençe kampına giderken götürmüştüm. Kampta çok profesyonel bir fotoğraf çeken bir vardı, bütün kampı özetleyen kısa bir video hazırlayıp göndermiş, o videoda güzel kazağım sırtımdayken çekilmiş bir görüntüm vardı, o kadar renkli görünüyorum ki, o kısacık sahne bütün klibi domine etmişti.

Ben de böyle yavaş, yavaş doldum; bu sene kafama göre birkaç kırkyama kazak örüp, arkadaşlarıma dağıtma kararı aldım.

Bir sürü batik yün aldım, aylardan beri yatak odam bir triko fabrikası gibi.

Benim yamalarım Gaye’ninki kadar özgür olmasa da aylardan beri örüp, örüp gönderdiğim herkes pek beğendi.

  1. Olcay’ın fakir kol kazağı; evde giymek için hazırladım, iş yaparken kolları oraya buraya girmesin diye fakir kol hazırladım. Genel olarak önde ve arka ortada tığla yapılmış motifler dışında aynı batik yünle, çok basit ajur modeli ile örülmüş parçalar var. Tığla yapılan motiflerin bazı sıraları, ana gövdedeki yünle, diğer sıralar ise, uygun düz renkler ile örüldü. Motiflerin her biri farklı diyebilirim. Bu kazağın farklı iki özelliği var; gövdeyi oluşturan örgü parçaları birbirine eşit değil ve parçaların birleşme yerlerini iyice belli etmek için sarı renkli sıçandişi denilen tığ motifi işlendi, bu motif bir çemberin etrafındaki gibi serbest uçludur. Bir de başının kolay geçmesi için yakanın önündeki motif sol kısımda çıtçıtlı, yani yaka yandan açılabiliyor.
  2. Nil’in yan örgülü hırkası; bu hırka da aynı basit ajur modeli ile yapıldı, ancak hem kolları uzun, hem de kazak daha uzun. Yine ön ve arka gövdenin orta yerinde tığ işi motifler var, bu motiflerin her biri ayrı renklerde olmasına karşın, modelleri aynıdır. Bu kazağın da iki özelliği var; gövdenin yan parçaları da biteviye değil, orta kısımda enine, saç örgüsü modeliyle örülmüş parçalar var, bir de önde gizli ama kocaman cepleri var.
  3. Meral Ablanın cepli şalı; bu şal aslında internette benzerini görüp özendiğim ve ilk ördüğüm parça. Çok basit ajurlu bir model ve ters/düz kareli olarak örülmüş parçaların, enine, boyuna birleştirilmesi ile oluşturuldu. İki sıra şiş örgü parçanın arasında bir sıra da tığla işlenmiş motifler var. Motifler, batik yünün içindeki renklere uygun düz renkli yünlerle örüldü. Bu şalın en beklenmedik özelliği ise ceplerinin olması. Meral Ablaya ceplerin kullanışlı olup olmadığını sordum, mendil filan koyuyormuş, daha da çok ceplerle eğleniyormuş.
  4. Gaye’nin aykırı çizgili kazağı; ön orta, arka orta ve kolların orta parçaları kahverengi, bej, kırmızı batik yünle düz/ters basit kare modeli ile örüldü. Kol ağızları taba renkli yün ile örüldü. Kolun yeşil, bej ve hardal rengi ile düz örülmüş kısmı ise aslında gövdenin bir parçası oldu. Gövdenin yan alt parçaları da taba, yeşil, bej ve hardal renkleri ile kalın çizgiler halinde örüldü. Yaka parçası, bej yünden tek bir örgü olarak örüldü. Son olarak da koyu yeşil bel lastiği tek parça halinde başlandı, ancak batik parça ve çizgili parçaların boyları farklı olduğu için lastiğin bitişi de ona uygun olarak farklı seviyelerde kesildi. Bence lastiğin böyle farklı kesimi bütün kazağın havasını değiştirdi. Bu numarayı gene yaparım.
  5. Gamze’nin kapalı şalı; gene aynı basit ajur modeli ile örülmüş farklı boylardaki örgü parçalarının birleşmesinden meydana geliyor. Meral ablanın şalından faklı olarak, arada tığ motiflerinden oluşmuş bir sıra yok, tabii cepleri de yok. Bu şalın özelliği de hemen her parçanın farklı renkte bir batik yünle örülmüş olması, bir de şalın bir yanının orta yerinden iki küçük tığ motifle birleşmesi. Bu motifler resimde görüldüğü gibi ortada da kullanılabilir, bir omuz üzerinde de kullanılabilir. 
  6. Kendimin motifli hırkası; oldukça kocaman bir hırka oldu. Aynı ajur modelinden parçalarla meydana getirildi. Bu sefer tığ motifleri hem önce hem de arkada iki yanda iki sıra halinde kullanıldı. Bu hırkanın da cepleri var. Kolların gövdeye birleştiği kısımdaki parçalar omuzların geniş olmasını engellemek için saç örgüsü modeliyle yapıldı. Ön kısımdaki haraşo modeliyle örülmüş patlar döndüğü için içerinden yeşil renkli hazır biye dikilerek dönme önlendi. Bu gizli biyelere gizli çıtçıtlar dikilerek ön kısım kapatıldı. Çok sıcak ve kullanışlı bir hırka oldu. Ancak bir daha tığ motifin altında cep yapmam, kimseye de tavsiye etmiyorum, çünkü mesela içine beyaz mendil koysan dışarıdan görülüyor.

Bu arada hala örmeye devam ediyorum.

Gamze ve şalı
Odamın hal-i perişanı
Gaye’nin kazağı
Gaye ve kazağı
Meral abla ve cepli şalı
Olcay ve kazağı
Benim hırkam

Niloş ve kazağı

Show Buttons
Hide Buttons