Category Archives: Genel

GENE GELDİ CİHANA ARZ-I ENDAM SENE-İ DEVRİYEM, BİLMEM Kİ DAHA KAÇ SENEYİ DEVİRECEM

Nihayet 2020 yılının son günlerindeyiz, eğer günün birinde herhangi biri,  bu yılı özlediğini düşünürse sakın yüzüme karşı bu düşüncesini dile getirmesin.

Bu yılın karamsarlığını bir yana koysak bile, Aralık ayında zaten günler kısacık, bir de  havalar soğuyor ve kapanıyor. Güneş yoksunluğu, gündüz bile karanlık havalar bana hadi depresyona gir çağrısı/zorlaması yapıyor, gam müptelası oluyorum.

Muhtemelen, hayatımın en uzun geçen Aralık aylarından birini yaşadım. Çünkü salgın hastalık artık birinci derece kuzenler arasında da görülmeye başladı, son 10-12 günü zor bir bekleyiş içerisinde geçirdik. Bu hastalığı geçirip de neler çektiğini yazarak paylaşan bir çok kişi oldu. Benim durumumda ise olay tamamen farklı, hastalığı geçiren olmasam da yakınlarım hastalığı geçirirken dışarıdan bakan kişiyim. Yeminle bu kısım da hiç kolay değil.

Geçen ay bütün Türkiye’de ve dünyada salgın çok ciddi bir şekilde artış gösterdi, Trabzon ve çevresinde ise gerçekten aşırı bir yoğunluk oldu. Bir tanıdığın vefat haberini almadığımız gün geçmiyor ne yazık ki.

Hasta sayısının, salgının başlangıcında  1/2 ayda ulaştığı sayıya 1/2 günde ulaşılmaya başlandı.  

Aralık ayının sevdiğim tarafı ise doğum günüm, yılbaşı gibi keyif zamanların da olmasıydı. Koyulan ‘parçalı sokağa çıkma yasağı’ çerçevesinde, bu yıl, yılbaşı gecesini herkes evinde geçirecek. Parçalı sokağa çıkma yasağı dememin sebebi şu, hafta içi gündüz saatlerinde yaş gurubuna göre sokağa çıkma yasağı olan saatler var, hafta içi geceleri ve hafta sonu herkese yasak. Bu çerçevede yılbaşı gecesinden itibaren 3 günlük genel sokağa çıkma yasağı var. Gerçi bu yıl muhtemelen  herkes, hoş geldin 2021 değil de oh be bittin 2020 kutlaması yapacak, tabii yas tutmuyorsa.

Ne diyelim gelen gideni aratmasın.

Bu yıl önümüzdeki seneden ‘sağlık’ dışında hiçbir şey dilemiyorum. Bunu da sadece kendim için değil tüm insanlık için diliyorum.

BİZİM AİLE İÇİN DE ÇEMBER KIRILDI.

Bu yıl aklım sıra eski aile hikayelerini yazmaya ağırlık verecektim, ancak kul plan yapar, kader gülermiş, bu yıl salgından başka bir şey düşünemedik. Aslında o kadar tarihe kayıt düşülecek günlerden geçiyoruz ki, gündelik olanı yazmak dışında bir şey yapmadım. Artık 2020 yılının son günlerine geldik. Bu söylem kimsenin özlemeyeceği bir yılı yakında geride bırakacağımız anlamına geliyor.

 Neredeyse bütün yılı salgın gölgesinde geçirdik. Bütün çabamız hayatta kalmakla ilgili oldu, onun dışındaki tüm planlar, eylemler, aktiviteler belirsiz bir süre ile beklemeye alındı. Aylardır tanıdıklarım içinden birçok kişi hastalandı, ölenler de oldu. Hastalanmayan herkesin düşüncesi de çevresindeki çemberin giderek daralmakta olduğu yönünde. Tam da Türkiye’ye aşı geliyor dendiği bu günlerde,  geçen hafta bizim aile için çember  kırıldı. Kuzenim ve eşi hastalandılar,  bize de dua etmekten başka bir şey yapamamanın çaresizliği düştü. Galiba evde hasta yatanlar için en zoru da yalnızlık oluyor, inşallah bir an önce sağlıklarına kavuşurlar.

güzel haberlerini yazmak istiyorum.

İZOLASYON GÜNLERİNDE EVDE ZAMAN GEÇİRME YÖNTEMİ OLARAK HERKES EKMEK VE YEMEK YAPIYOR, LOKANTADA YEMEK ÖZLEMİ VE BENDE İZ BIRAKAN BAZI LOKANTALAR

Kasım ayından beri salgın muazzam bir artış gösterdi. Neredeyse tanıdığım herkesin ya kendi ya yakını hastalandı. Hemen her aileden ölümler oldu. Hastaneler hastalara, belediyeler cenazelere yetişmekte zorlanıyorlar. Geçen ay, salgının başlangıç aşamasında olduğu gibi, sosyal yaşama bazı kısıtlamalar getirilmişti, bu ay yasak ve kısıtlamalar iyice artırıldı.

İzolasyon sürecinde mutfağa dalıp yemek, özellikle de ekmek yapmak milli bir görev haline geldi, herkes deneyimli birer fırıncı oldu. Ben zaten evde ekmek ve yemek yapardım, bu süreçte daha önce hiç yapmadığım, hiç de meraklı olmadığım halde  fastfood tarzı yemekler yapmaya başladım.

Kuzenim Tülin Basa ile konuşurken onun en büyük özleminin bir lokantada yemek olduğunu öğrendim. Daha sonra bir çok kişinin de dışarıda yemeyi ne kadar çok özlediklerini dinledim. Tabii ben de dışarıda yemeyi özlemişim. Aklıma bir çok dışarıda yemek anısı geliyor, ama önce fastfood anılarına bakalım.

Aslında hiç de fastfood meraklısı değilim, çünkü çocukluğum ve gençliğim, dünyayı saran fastfood akımından önce geçti. Çocukluğumdan ilk hatırladığım fastfood diyebileceğim şey, Trabzon’da bir lahmacuncunun açılmasıydı. Trabzon’da köklü bir döner ve pide kültürü vardır, ama her nedense bunlar bana pek fastfood gibi gelmez. Normalde pidenin içi evde hazırlanır, fırına götürülür, hamur ve pişirme fırıncıya aittir, sonra da gidip pişmiş pidenizi alırsınız. Rivayete göre eskiden gayri Müslüm aileler Pazar kiliseye giderken pide içini fırına verir, ayin dönüşü eve dönerken de pidelerini alırlarmış. Bu gelenek Trabzon’da hala devam eder, Pazar kahvaltısı içi evde hazırlanan fırın pidesiyle yapılır. Elbette pidecilere gidip tamamen orada hazırlanmış pideleri de yiyebilirsiniz. Bu durumda pide de kendimize ait bir fastfood sayılabilir.  

Karadeniz’de hemen her kasaba pidesiyle ünlüdür. Trabzon ve çevresinde kıymalı pide kapalı, peynirli ise açık olarak yapılır.

Döner de aslında fastfood değil, kadim zamanlardan kalma bir et pişirme tekniğidir. Artvin’de tamamen taze kesim hayvanın etinden, odun ateşinde yapılan dönerle piknik yaptığımı hatırlıyorum. Döner, benim çocukluğumda pilav üzeri tabakta, ya da tırnaklı pide üzerinde yenilirdi, dürüm yapmak sonradan moda oldu. Şimdi bütün dünyada bilinen bir fastfood halini aldı.

Trabzon’a açılan ilk fastfood dükkanı diyebileceğim lahmacuncunun açıldığı dönem için, lahmacun da bizim kültürümüzden çıkmış bir yiyecek olmasına karşılık ( o zamanlar dünya daha büyüktü) bizim tarafımızdan bilinen bir yemek değildi. Hele ‘hazır yemek fikri’ o kadar yeniydi ki, annemin sık sık, artık çok kolaylıklar var, misafirin gelse yemek yapmaya gerek yok, lahmacun alırsın olur biter dediğini hatırlıyorum, ama ilk heves hariç kimseye lahmacun yedirdiğini hatırlamıyorum.  

Çocukluğumda, yemekler evlerde yenilirdi, dışarıda yemek  nadir bir şeydi. İlk okula yaşım küçük olduğu için Trabzon’da kayıt olamamışım, beni Rize Pazar’da okula başlatıp, birkaç hafta sonra nakil yaptırdılar. Mualla Teyzem, okul dönüşü bazen beni çarşıdaki lokantaya götürürdü, orada yediğim kuru köfte pilavı hala hatırlıyorum.

Liseden sonra okumaya Ankara’ya gittiğim yıllarda, Kızılay  sandviççi ve ayakta yenen dükkanlarla doluydu. O yıllardan iki lokantanın sözünü etmeden geçemeyeceğim. Bunlardan ilki Ankara’nın ilk gökdeleni sandığımız birkaç katlı Gima binasının terasındaki Set Kafeterya. Bu kafeterya bizim okulda herhangi bir olay çıktığı zaman ortamdan kaçıp gittiğimiz bir mekandı. Kısa süre sonra kafeterya kavgaya karıştıktan sonra ilk yardımını almış, gözü mor, kolu-başı sargılı tiplerle dolardı. Yani üzerimde travmatik anıları olan bir yerdir, muhtemelen bu nedenle aklımda çok iz bırakmış. Bir de self servis olması çok dikkat çekiciydi. Şimdi yollarda otobüslerin durdukları lokantalar gibi, sıranın başında bir tepsi alır, tepsiyi yemeklerin koyulduğu vitrin boyunca metal bir raf üzerinde yürüterek yemek seçer, sıranın sonunda ödeme yapardık.

Ankara’da çok özlediğim ve başka bir benzerine de pek rastlamadığım, Piknik lokantası vardı. Bu lokantayı ancak slowfood’u, fastfood tekniğiyle sunan özel bir mekan olarak tanımlayabilirim. Taktikleri şöyleymiş, her yemekten günde kaç porsiyon istendiğini biliyor ve buna göre ön hazırlık yapıyorlarmış. Müşteri gelince de (mesela benim favorim gibi kuzu karski) hazırlanması en az yarım saat alacak bir yemek, bir dakika içinde servis edilirdi. Tabii bu kadar hızlı servis olunca da hızlıca yiyip çıkıyordunuz, iğne atsan yere düşmez bir yerdi, sonradan kapandığını duyunca çok üzülmüştüm.

Sonra Elazığ günlerim geldi, kebap kültürüyle orada tanıştım. Kebapçılar da benim gözümde fastfood kategorisine girmezler, çünkü kebapçılarda müşterinin bir an önce kalkıp gitmesine yönelik bir taktik uygulanmaz.

Mecburi hizmetten sonra tekrar döndüğümde Trabzon’da artık gerçek fastfood kültürü ile tanıştım; önce Mc Donalds, sonra ne kadar tavukçu, pizzacı, hamburgerci varsa Trabzon’a şube açtı.

Ben gene de fastfood kültüründen oldukça uzak kaldım, çünkü  dışarıda hep balık yedim, Trabzon’a özgü fastfood diyebileceğim Akçaabat köfteyi bile misafir götürmediysem ısmarlamazdım. Akçaabat köfte de başlangıçta elde hazırlanan normal bir yemek iken son dönemlerde inanılmaz talep üzerine fabrikalarda üretilmeye başlanarak fastfood halini aldı. Gene de sunumu pek fastfood taktiğiyle yapılmaz, kebapçılar gibi içkisiz lokantalarda yenen bir yemektir.

Yani ömrüm boyunca çok az fastfood yedim, ancak gariptir, bu izolasyon sürecinde herkes gibi ben de çeşit çeşit ekmek yanı sıra bir sürü fastfood tarzı yemekler yapmaya başladım.

Ekmek olarak; somun ekmek, tepsi ekmeği, mısır ekmeği, tava ekmeği, bazlama, hamburger ekmeği, nokul, çörek, ekşi mayalı, yaş mayalı, kuru mayalı, sarı buğdaylı, karakılçıklı, kepekli, çeşnili, zeytinli, cevizli, haşhaşlı, nohutlu, yağlı, kuru yemişli, aklınıza ne gelirse denedim.

Sadece ekmek değil, etli ekmek, hamsili ekmek, pizza, pide, fokaççio da yaptım. Yani biraz farklılıklarla ekmek hamurunun kullanılabileceği hemen her formu denedim.

Fastfood olarak ise birkaç kez suşi yaptım, bu konuda bayağı ustalaştım, zencefil turşusunu bile kendim yapmaya başladım.

Normalde hiç yemediğim bir şey olan hamburger konusunda da bir hayli ustalaştım, İskender kebap ve tavuk fajita yaptım.

Eskiden konuklarıma ya klasik Osmanlı yemekleri yapardım, ya da menüyü dünya mutfağından seçerdim. Pandemi bitince artık konuklarımı gurme dokunuşlar eklediğim, slowfood usulü sofralarda, gurme fastfood yemeklerle ağırlayacağım.

BEZDUM DA, BEZDUUUMMMM.

Pandemi, bütün düzenimizi alt üst etti. Arkadaşlıklarımızın şekli değişti, günlük işlerimizi daha çok internet üzerinden yapar olduk. Bütün yemeklerimizi evde yemeye ve sosyal hayattan ister istemez uzak kalmaya başladık.

Şu anda yine sokağa çıkma kısıtlamaları var. Pandeminin ilk günlerinde olduğu gibi 65 yaş üzerine tamamen yasak olmasa da günde sadece 3 saat sokağa çıkma izni var. Evde sadece ben kısıtlı değilim, ancak ben de, her gün sadece Sermin’le birlikte yürüyüşe çıkıp, geri döndüğüm için kendi gönlümle, kısıtlıyım.

Ben köyde yürüme taraftarıyım, ama Sermin köyde yürümek tamamen yasaklı olduğum günleri hatırlatıyor diyerek köyde yürümeyi ret ediyor. Biz de her gün ya Çanakkale, ya da Lapseki’ye giderek bomboş kordonlarda yürüyoruz. Kordonlar bomboş, çünkü yeme içme yerleri kapalı.

Geçen gün köyde yürüdüm. Bizim köyün kahvesi de kapalı. Kahve kapalı olunca köyde sosyal yaşam duruyor. Mevsim dolayısıyla toprakla uğraşma işi de bitti, hava soğuyunca büyükbaş hayvanları da artık otlamaya götürmüyorlar.

Sonuç, köy sokaklarında birkaç tavuk, kedi ve köpekten başka canlı kalmadı. Tabii bir de gezenti ben.

Gelibolu yarımadasında benden çok daha izole yaşayan bir arkadaşım var. Tamamen izole bir koyda özellikle kışın tamamen tek başına yaşıyor. Onun yaşadığı yere 5 kilometre uzaklıkta bir köy var, zaman zaman oradaki evine de gider. Şimdi o köyde de salgın varmış, köye bile gitmiyor. İstanbul’da yaşayan bir köylü, temaslı olunca 14 gün karantina önerilmiş, o da bir koşu köye gelip oturmuş, kimseye de karantinada olduğunu söylemediği için köyde bir salgın patlamış.

Bir başka arkadaşıma konuştum, eşinin bütün ailesi hastalanmış, eşi de her gün onlara gidip, eve dönüyormuş. Bir başka arkadaşımın baldızının kızının istenmesi aktivitesi nedeniyle sülalece hastalandılar. Sonuç olarak artık bu hastalık yabancılardan, kalabalıklardan bulaştığı kadar en yakınlarımızdan da bulaşıyor.

Sağlık Bakanlığı her gün hasta ve ölüm sayısını bildiriyor, ilginç bir şekilde bu rakamlara kendi de inanmıyor.

Bir yandan da sevindirici aşı haberleri gelmeye başladı. Biz yüksek risk gurubu olmadığımız için hemen aşılanma gayreti içinde olmayacağım, şimdilik mümkün olduğu kadar kendimizi korumaya, önlemlerimizi almaya çalışıyoruz. Bu kadar izole yaşama şansımız varken, aşı önceliği bizde değil. O nedenle aşı  biraz bekleyebilir.

Dün itibarı ile bahçede çalışma işim Mart ayına kadar bitti diyebilirim. Böylece bütün bu aylar boyunca beni oldukça oyalayan bahçe işinden mahrum kaldım, ne yapacağımı şaşırdım.

İyi ki bu kışın bu şekilde geçeceğini ön görüp açık öğretime başlamışım, hiç olmazsa böylece günde bir saatimi neyle geçireceğimi biliyorum.

Bir saat yürüyüş, bir saat ders, bir saat de piyanoya eziyet etmekle geçiriyorum. Her gün biraz da yoga yapmaya zaman ayırıyorum, uyku sürem de en fazla 6 saat. Yani her gün 14/ 15 saati dolduracak bir şeyler bulmak lazım. Öyle televizyon kuşu da değilimdir, vallahi ne yapacağımı şaşırdım.

Dün öğretmenler günüydü, birçok asistanım arayıp kutladı. Herkes evde nasıl zaman geçireceğini şaşırmış durumda yani yalnız değilim. Bu arada en şanslı olanlar yeni bebeği olan anneler (doya doya bebekleriyle zaman geçiriyorlar), en şansızlar ise okula gidemeyen (akranlarından uzak kaldılar) çocuklar ve ergenler diye düşünüyorum.

Bütün çalışma hayatım boyunca günde yüzlerce kişiyle muhatap olurdum. Odama giren çıkanın haddi hesabı olmadığı için, en soğuk kış günlerinde bile oksijensiz kalmamak için pencerem açık olurdu. Kışın soğuğu sırtıma vurur, bütün kış omuzlarım tutuk geçirirdim. Akşam eve gittiğimde, gün boyu bir türlü fırsat bulup da gidemediğim tuvalete zor yetişirdim. Sonra da koltukta yarı baygın yatardım.

Her zaman insansız yaşam sahası özlemiştim. Şöyle 2-3 ay tek başıma ıssız bir adada ya da dağda yaşamak gibi bir fantezi kurardım.

Ne dilediğine dikkat etmek lazım, olur da gerçekleşir.

Şimdi bütün hayatım boyunca dilediğim ıssız dağda, insansız yaşam sahasındayım. Vallahi çok zor. Zaman nasıl geçecek bilemiyorum.

Kuzenlerimden biri en çok lokantada yemek özlemiş, onu getir, bunu getir, çay getir, kahve getir ne mutluyduk diyor. Onun için dibin dibi, saçımı kendim kesiyorum daha ne olsun?

Ben ise en çok kaplıca ve masaj sayıklıyorum. Söyle sırtıma derin  bir masaj, göbek taşında kese köpük için neler vermezdim ki? Benim için dibin dibi evde oturmak. Vallahi bir yerlere gitsem kaldırım taşlarını bile yerim, o derece gezmeyi özledim.

Benim asıl korkum, uzun zaman böyle yaşadıktan sonra nasıl tekrar normale döneceğiz. Mesela ben evde 15/20 kişi ağırlar, hiç de zorlanmazdım. Şimdi, bugün eve bir kişi gelse elim ayağım dolanır diye korkuyorum.

Galiba bu işten sağ çıkarsak, soluğu psikiyatristlerde alacağız, tabii onlarda da akıl kalırsa.

SONBAHAR BURALARDA ZEYTİN ZAMANI, ZEYTİN NEDİR NE DEĞİLDİR? ZEYTİNE DAİR BİR KAÇ BİLGİ

Kasım ayında doğa çok güzel, yapraklar önce yavaşça sarı, sonra  turuncu ve kırmızının birçok tonunu göstere göstere dökülüyor. Gök bulutlarını kuşandığı için daha gösterişli ve daha ürkütücü bir hal aldı. Deniz ise dalgalara büründü.

Bu görsel şölen birkaç hafta sonra yerini karakışa bırakacak.

Sonbahar burada çiftçiler için çok çalışma vakti. Çünkü kışlık sebzeler dikiliyor, sonbahar meyveleri toplanıyor, tarlalar sürülüp, havalanmaya bırakılıyor, ağaçlar ilaçlanıyor, daha birçok şey yapılıyor. Mesela zeytinler toplanıyor, büyük bir kısmı yağ için sıkıma götürülüyor, bir kısmı yemeklik kuruluyor.

Bu yıl hem ayva hem de nar çok güzel ve bol, kavaklar da yapraklarını aşağıdan itibaren dökmeye başladılar. Ben ‘kocakarı’ bu yıl kışın ağır geçeceğine kanaat ettim.

Zeytin hakkında öğrendiklerimin bazılarını yazmak istedim.

Zeytin ağaçları eğer iyi verim almak istiyorsanız bakım gerektiriyor.

Zeytinden verim alabilmenin olmazsa olmazı, Mart ayında oldukça derinden güzelce budamak lazım. Eğer budamayı düzgün yapmazsan verim filan beklemeyin, çünkü budayarak ağacı meyve vermeye mecbur bırakıyorsunuz. Geçen yıl Gaziantep’te konuştuğum biri onların ağaçların bir yıl sol diğer yıl sağ taraftaki dallarını tamamen gövdeden budadıklarını söyledi. Böylece her yıl bir tarafın dalları uzarken, diğer taraftan zeytin toplamak mümkün oluyormuş ve her yıl eşit miktarda zeytin topluyorlarmış. Bizim bölgede bu usul bilinmiyor, budama her yıl bütün ağaca, gerekli görülen dallara yapılıyor.

Bu usule göre bir yıl zeytinin var yılı diğer yıl yok yılı oluyor.

Bakımın ikinci şartı ilaçlama; Kasım, Mart ve çiçek zamanı olmak üzere 2/3 kere ilaçlama yapılıyor. Biz doğal ilaçları tercih ettiğimiz için, Kasım ve Mart ilaçlamaları bakır sülfat (göz taşı, bordo bulamacı) ve gülleci bulamacı (yanık kireç) ile, çiçeklenme zamanı ise bor ile ilaçlıyoruz.

Bir başka şart ise ağaç altlarının kazılması, bu işlem genellikle sonbaharda yapılıyor. Kazma işini ise kökleri zedelememek için ağaca çok yakın değil, gölgesinin dışından yapmak gerekiyor.

Zeytin fazla su istemiyor, hatta çok sulanırsa dökülüyor. En çok temmuz, ağustos ve bir de toplamadan 15 gün önce olmak üzere yılda 3 kez sulanıyor. Büyük ağaçlar daha da az sulanıyor, hatta yılda sadece bir kez su veriliyor.

Zeytinin toplama işlemi ise istediğiniz yağ kalitesine göre erken hasat yapılabilir. Zeytin ne kadar kararırsa yağı o kadar fazla oluyor, ancak erken hasat yağın kalitesi çok daha yüksek. Bizim bölgede Kasım başında meyveler kararmaya başlayınca  toplanıyor.

Çanakkale bölgesi iki çok önemli zeytin bölgesinin arasında kalıyor. Güney tarafında Ayvalık var, ki zeytinyağı mükemmeldir. Öte yandan sofra zeytinin en güzel olduğu Gemlik bölgesine de yakınız. Bizim köylerde zeytinin çoğu sıkılıyor, aynı zamanda herkes kendi yiyeceği zeytini de kendi kuruyor.

Toplama işi oldukça zahmetli, ancak çok da zevkli. Önce ağaçların altları otlardan temizleniyor. Çünkü toplamak için önce yere kocaman yaygılar seriliyor, zeminin düzgün olması lazım. Daha sonra dallar tek tek elle tutulup, özel taraklarla sıvazlanarak zeytinler yere bu yaygının üzerine dökülüyor. Üst dallar için toprak üzerinde daha dengeli durması için A şeklinde özel yapım zeytin iskeleleri var. Çok ağacı olanlar ise genellikle elle toplamıyorlar, traktöre takılan bir ağaç sallama aparatı var, onunla ağaçları silkeleyerek topluyorlar.

Sonra bir kısım zeytin yemeklik ayrılıyor, büyük bir kısmı ise sıkıma götürülüyor. Bu mevsimde sıkım fabrikaları 7/24 açık. Eğer götürdüğünüz zeytin 100 kg’dan azsa hemen 1/8 oranında yağ alıp dönüyorsunuz, daha fazlaysa yağınızı almak için sıraya giriyorsunuz. Galiba makineler bir seferde birkaç yüz kilo  zeytin alıyor, eğer bu miktardan fazla zeytin verdiyseniz kendi zeytininizin yağını alıyorsunuz, daha az verdiyseniz diğer az zeytin veren kişilerle aynı seferde sıkılmış bir yağ alıyorsunuz.

Yağ bir hayli yeşil ve henüz yerleşmemiş olduğundan en az 2 ay bekletip kullanmakta fayda var, çünkü altına kahverengi bir pıhtı ‘ana’ birikiyor.

Kendi eviniz için zeytin kurmak istiyorsanız, önce zeytinleri olgunlaşma seviyelerine göre, siyah, pembe ve yeşil olmak üzere 3 ayrı gurup halinde seçiyorsunuz.

Zeytinleri renklerine göre ayırdıktan sonra 5 litrelik su şişelerine ya da aynı miktarda zeytin alan plastik bidonlara ağız kısmı biraz boş kalacak şekilde dolduruyorsunuz. Eğer bidon içine koyarsanız, zeytinleri bastıracak plastik bir süzgeç var, onu da üst kısma yerleştirmek gerekiyor.

Siyah zeytinler oldukları gibi bidona koyulup üzerine bir çay bardağı iri tuz ve bir çay bardağı ay çiçek yağı koyularak ışık ve hava almayacak şekilde 2 ay bekletiliyor. Bu bekleme süresinde 3,4 günde bir bidon yuvarlanarak tuzun her zeytine ulaşması sağlanıyor. İki ay sonunda sulanmış olan zeytinin siyah suları boşaltılıyor. Bir gün boyunca bir tepsi içinde açık havada kurumaya bırakılıyor. Bu şekilde yapılınca sele zeytini gibi buruşuyorlar. Bundan sonra sofra için isteğinize göre suda bekletip tuzunu azaltarak, ya da eğer sizin için tuzu uygunsa sadece istediğiniz şekilde çeşnilendirerek yiyorsunuz. Burada ön önemli şeylerden biri zeytine zeytin yağı sadece bu aşamada koyuluyor, uzun süre kendi yağında kalan zeytin yumuşarmış, ayrıca kullanılan ay çiçek yağı da zeytine parlaklık veriyormuş, istenmezse hiç kullanılmayabilir.

Yarı olgunlaşmış yani pembe renkli zeytinle bıçakla 2 yerinden çizilerek aynı şekilde bidona koyuluyor. Yine 1 çay bardağı iri tuz, bir çay kaşığı limon tuzu koyulup, bu kez bidonun boğazına kadar içme suyu dolduruluyor. Bu şekilde kurulan zeytinin suyun altında kalması önemli, yani zeytinleri suya batıracak plastik süzgeci kullanmak gerekli. Bu şekilde kurulan zeytin de hava ve ışık almayacak şekilde 2/ 3 ay bekletiliyor. Zeytinin acısı çıkınca istendiği şekilde zeytinyağı, limon ile lezzetlendirilerek yeniliyor.

Yeşil zeytinler ise taş ile kırılarak suya koyuluyor. Trabzon’da bu şekilde kurulan zeytine zaguda denir. Kırma zeytin içine sudan başka bir şey koyulmaz, 4/5 hafta boyunca acısı çıkana kadar birkaç günde bir suyu değiştirilir. Bundan sonra bozulmaması için yine bir bidon (5lt) zeytine 1 çay bardağı iri tuz koyulur.

Hem kırma hem de çizme zeytinler, tüketilirken tuzlu, yağlı su içerisinde bekletilir. Bozulmaması için bidonlara 1 çay kaşığı kadar limon tuzu koyulabilir.

Zeytin aslında Akdeniz bölgesinin ağacıdır. Zeytinin klasik yetişme coğrafyasına bakarak, Roma İmparatorluğunun sınırlarını çizmek mümkündür. Çünkü bu dönemde özellikle aydınlatma için kullanılmış, ticari değeri yüksek bir bitkidir. Dünyada insan eliyle monokültürleiştirmenin ilk örneklerinden biridir. Son dönemlerde zeytinyağının önemi anlaşıldıkça dünyanın pek çok bölgesinde de yetiştirilmeye başlanmıştır.

Zeytin, Akdeniz ve çevresinde  o denli önemli bir kültür ögesidir ki, semavi dinlerde de zeytine oldukça önemli atıflarda bulunulur. Örnek; İsa peygamberin son yemeği zeytin bahçesindedir, Kuranı Kerimde Zeytin Suresi vardır. Yani zeytin Yahudi ağacı değildir, insanlığın, ortak değerlerin ağacıdır.

Uygarlığın başladığı bölgelerden biri olan Akdeniz bölgesi, Helen Uygarlığı aracılığıyla bütün Avrupa ve Yeni dünyaya uygarlık ihraç etmiştir. Şimdi de kadim zeytin ağacı aracılığı ile Akdeniz uygarlığı dünyaya ilham vermeye devam ediyor.

Bir hekim, bir metabolizmacı olarak zeytinin bir meyve, zeytinyağının da aslında bir çeşit meyve suyu olduğunu söylemeden geçemeyeceğim. İçerisindeki tekli ve çoklu doymamış yağ asitleri, E vitamini ve bir çok çeşit biyokimyasal madde sayesinde antioksidan özelliği fazla, kalp koruyucu bir yağ olduğu bir çok bilimsel gözlem ve deneyle kanıtlanmıştır.

Trabzon’da ve Rize’de de bahçemizde tek zeytin ağaçları mevcuttu, ancak Çanakkale’ye gelince birkaç ağacı olan bir bahçe aldım, birkaç ağaç da kendim diktim. Şimdilik öğreniyorum.

Bu arada İzmir Foça’da bir köye yerleşen arkadaşlarım Özen ve Haluk Uluutku çiftine zeytin ağaçlarından birine benim adımı verme nezaketi gösterdikleri için teşekkür ederim. Üstelik benim ağacım ‘delice’ imiş, yani yaban ağacı, yani dünya mirası, yani bir biyolojik hazine. Ağaca adımı vermelerine çok sevindim, bir deliceye benim adımı münasip görmelerine daha da çok sevindim.

Sonbahar

GINDIRLANMAYA DEVAM, DÜZÜMÜZE ÜÇ DÖNÜM ÇAY GELDİ DE ACABA YANINDA İSKELETLER DE Mİ MİSAFİR GELDİLER?

Gındırlanıp gidiyk (yuvarlanıp gidiyoruz) dedim ya, her türlü yuvarlanmaya devam.

Geçen haftalarda içimde inanılmaz bir sıkıntı vardı. Hasta bir arkadaşım var, ona yordum. Evde, bozulan, tamire çalıştıkça iyice iptal olan aletler, ilerlemeyen işlerimiz var, onlara yordum. İzmir depremini biz de bir hayli hissettik, üzüldük, sarsıldık, ona yordum. Yolcum var gelecek, ona yordum.

Ama hayır, ne yaptıysam içimdeki baskı gitmedi. Kendimi kasmaktan sırtım, belim boylu boyunca tutuldu. Ben hala bir felaket beklentisi içindeydim. Derken, Pazar’daki çaylıklardan birinde heyelan oldu, haberini aldık. Demek ki, sıkıntımın sebebi buymuş, can kaybı olmadığını öğrenince huzura kavuştum.

Çanakkale’de yaşama kararı aldığımızda, bölgenin birinci derece deprem bölgesi olması nedeniyle acaba deprem açısından düşük riskli bölgeden yüksek riskliye göçmek doğru mu diye tartışıp, yaşamakta olduğumuz bölgenin sel bölgesi olduğunu yani doğal afetlerden kaçış olmadığını düşünmüş ve depreme dayanıklı bir ev yaptırma koşulu ile göç etmeye karar vermiştik.

Gerçekten de depreme dayanıklı bir inşaat yaptırdık. Ancak elbette buraya geldiğimiz günden beri hiç alışık olmadığımız kadar sık deprem sarsıntısı hissettik. Çanakkale ve Balıkesir’de bize 100 km’den daha yakın birkaç deprem oldu. Gene de, bizim evde hiç biri geçen İzmir depremi kadar şiddetli hissedilmedi. Hatta evin içinde buzdolabı birkaç santim yürüdü. Bu da bize uyarı oldu, şimdi buzdolabını da duvara sabitleyeceğiz. Demek ki inşaatı yaparken gösterdiğimiz özeni eşyaları yerleştirirken gösterememişiz.

Karadeniz’de yaşarken sellere alışıktık, çocukluğumun yazları Yıldızlı köyünde geçti, bu köy bir heyelan sonrası gelişen Sera gölüne çok yakındır. Dahası, Giresun’dan Trabzon’a kadar bütün derelerin taştığı, köprülerin yıkılıp, dağların eriyerek denize karıştığı, 1990 yılındaki büyük selde Trabzon’daydım.

Bunun dışında her yıl dere yataklarının inşaatlarla, derelerin denize kavuşum noktalarının sahil yolu ile tıkandığı bölgeden en az bir önemli sel haberi gelir. Maçka, Çatak’ta atmıştan fazla kişinin öldüğü heyelan olmuştu. Yolda heyelan tehlikesi var diye otobüsler beklemeye alınmıştı, yolcular kır kahvesinde beklerken toprağa gömülmüşlerdi. İşte o heyelan olmadan birkaç saat önce ben de o yoldan geçtim, gerçekten yollarda bir çok mini heyelan vardı (Trabzon/Elazığ yolu üzerinde).

Sermin yıllarca Pazar’da yaşayıp, Rize’de çalıştı. O işte ya da evdeyken yolda heyelan olup da bulunduğu yerde mahsur kalması artık alıştığımız olaylardı. Hatta bir sene yaşadığımız evin karşısındaki evin içine heyelan toprağı girerek komşuların ölümüne sebep oldu. Bizimkiler, bu olaydan sonra yıllarca kış aylarında büyük evde oturmadılar. Yani sel sularının sebep olduğu heyelanlar hayatımızın bir parçası oldu diyebilirim.

Karadeniz’de çocukluğumda da sel olurdu, ancak yanlış yapılaşma, su yollarını tıkayan yol inşaatları ve erezyon sebebiyle sel ve heyelan son yıllarda, neredeyse gündelik hayatın bir parçası haline geldi.

Sel deyince insanların aklına masum bir su birikintisi gelebiliyor, ama işin gerçeği öyle değil, toprak suya doyunca sıvılaşıyor ve artık ortalığa akan su değil, çamur. Hatta bütün bir arazi parçası.

İşte bizim düzlerde de bu tür bir heyelan oldu. Düz kelimesi garip gelmesin ve bilindik anlamda bir ova olarak da düşünülmesin. Bizim oralarda dağlar denizden birden bire fışkırdığı için ev yapacak kadar düzlük alan bile yoktur. Bizim ‘düz’ dediğimiz çaylığımız da sanırım en az 25/30 derece yer yer daha da dik eğimi olan, tepe ile dere arasındaki bir arazidir.

Bizim arazi ile dere yatağı arasında, Karadeniz’e akan her derede olduğu gibi, yukarı köylere çıkan bir asfalt yol var. Ayrıca yine her dere gibi, yolunu tıkayan inşaatlar, sel yatağını hiç düşünmeden inşa edilmiş köprüler ve hatta tam deniz çıkışını tıkayan dev bir cami var.

Karadeniz derelerinin her biri tek bir su yatağından oluşmaz, bir sürü derenin oluşturduğu bir su havzasıdır. Yağmur çok bol olduğundan, derenin etrafı çoğu yerde dik yamaçlarla belirlenmiştir. Ancak gür bir yağmurda ortaya çıkan bir çok tali derecik de bu sisteme dahildir.

Bahsettiğim arazinin önünde dereye komşu yol, arkasında yüksekçe bir tepe ve bir kenarı boyunca da dereye ulaşan bir su kanalı, diğer kenar boyunca yukarıdaki evlere giden bir tali yol vardır. Bu yola yakın bir noktada da ‘yarıcı’ evimiz var.

Karadeniz’de yarıcılık sistemi vardır, mülküne bir aile oturtursun, onlar toprağı ekip biçer (çay yapar), mal ve masraflar senden, emek yarıcıdan, çaydan gelen para yarı yarıya bölüşülür, bu arada yetiştirdiği sebzeler ve hayvan ürünleri kendine aittir, arada sıra hediye niyetine getirirler, bazen de yumurta filan istersin. Bu sistem yüzyıllardır böyle devam eder. Yarıcı ev kirası vermez ve aileden bir kişiye tarım işçisi sigortası yaptırılır. Böylece herkes halinden memnundur. 

Zaman içerisinde düzün yukarısındaki mahalledeki evler, tek katlı köy evlerinden apartmanlara evrildiler. Ancak bu apartmanlara kanalizasyon ya da fosseptik yapmadılar,  atık sularını bizim araziye doğru salıverdiler. Tabii bizim düzün kanal tarafı ciddi şekilde hasar gördü, bataklık haline geldi ve bu bölgece çaylar kurudu.

Bizimkiler bu durumu defalarca belediyeye bildirmişler ve yukarı mahalleye kanalizasyon yapılması talebinde bulunmuşlar. Tabii ki, bu başvurular hiç ciddiye alınmamış.

Apartmanlarda yaşayan nüfus arttıkça atık su miktarı da arttı. Toprak hiç yağmur yokken de suya doygun bir haldeydi, biraz yağmur yağınca tepeden 3 dönüm kadar arazi kopup, bizim bataklık olan alana doğru kaydı.

Neyse ki apartman önündeki çaylık aşağı kaydı, ama heyelan eve tam bir metre mesafede durdu, ama tabii her an aşağı inebilir..

Sonuç bizim bataklık alan üzerinde yukarıdan inen 3 dönüm arazi, üzerindeki çaylar ve muhtemelen 5 tane de mezar var. Bu da bir Karadeniz adetidir, evlerimiz gibi mezarlarımız da dağınıktır, herkes cenazesini çaylığının bir köşesine gömer. Yani köylerde her evin bahçesi mezarlıktır.

Şimdi bizim çaylıkta 5 mezar gömülü olabilir.

GINDIRLANIP GİDİYK VE BÜYÜĞÜ DELİ KÜÇÜĞÜ DELİ BEŞİKTEKİ BAŞINI SALLIYOR, BU SENE EN ÇOK AKLIMA GELEN SÖZLER BUNLAR. GINDIRLANIRKEN BİR DE DOKTORLUK HİKAYEM VAR.

Mecburi hizmet için Elazığ’a gittiğim dönemde, tanıştığım herkes bana yöresel ağızdan bir şeyler anlatmıştı. Mesela birine nasılsın diye sorduğunda ‘gındırlaniyk ha’ ya da ‘gındırlanıp gidiyk’ (yuvarlanıp gidiyoruz) şeklinde bir cevap almanız çok normal diye uyarılmıştım. Her ne kadar hiç kimseden bu cevabı almasam da söz hiç aklımdan çıkmadı.

Bu yıl genel ruh halimi soranlara ‘gındırlaniyk’ cevabı vermeyecek baba yiğit varsa çıksın karşıma.

Ne gariptir ki bütün ülke toprakları da gerçek anlamda gındırlani. Neredeyse bütün fay hatları faaliyete geçti. İran sınır bölgesinden Yunan adalarına sallanıp duruyoruz.

Büyüğü deli, küçüğü deli, beşikteki başını sallar sözü de hemen her ay yeni bir fay hattı aktive olunca aklıma gelen bir söz.

Allah sonumuzu hayırlara ulaştırsın.

Bu yıl emekli olmamın üzerinden 5 yıl geçti. Artık kolay kolay mesleki bir bilgi paylaşmam diye düşünüyordum, ancak geçen ay başımdan geçen bir olayı yazmam gerektiğini düşündüm. Dedim ya gındırlanik, bu kez eskilere gındırlanıp biraz hocalık öğüdü vereyim dedim.

Funda’yı, Çanakkale’de, bir arkadaşım sayesinde tanıdım. Geçen ay bana telefon açarak, bir hemşire arkadaşının 5 yaşındaki kızının vajinal akıntısı ile ilgili danıştı. Vajinal bir akıntı olunca insanların aklına hemen ‘erken ergenlik’ geldiği ve Çanakkale’de çocuk endokrin doktoru olmadığı için, bana ulaşmışlar.

Telefonda çocuğun akıntısının vasfını sorgulayınca adet kanaması değil de içine kan karışık iltihap olduğunu anladım. Yani çocukta ağır bir vajenit (vajen enfeksiyonu) vardı.

Herhangi bir diğer ergenlik belirtisi olmadan adet görmesi oldukça nadir görülen bir durumdur, genellikle kanamadan önce meme gelişimi, ya da kıllanma gibi belirtiler olur. Erken ergenlik durumunda da, ergenlik belirtilerinin sırası genellikle normal ergenlik gibi olur.

Adet kanamasında genellikle akıntı kırmızı kan şeklinde olmasına rağmen, bazen kahverengi sürüntü şeklinde hatta pıhtılı olabilir. Kokusu da kan kokusuna benzemekle birlikte taze kandan biraz daha ağır bir kokudur, bu kokuyu annenin çok iyi tanıması ve tarif etmesi beklenir.

Akıntının pis kokulu ve iltihaplı olması vajenit belirtisidir, bazen bu akıntı sadece çamaşır içine sürüntü şeklinde bazen de bol miktardadır.Sonuç olarak bana telefonda danışılan çocuğun durumu vajenitle uyumluydu. Vajenit bu yaştaki çocuğun henüz vajen pHsı asitleşmemiş olduğundan kolayca gelişir, daha da önemlisi çocuğun bu bölgesindeki anatomik yapılar birbirine çok yakın olduğu için hemen idrar yolları enfeksiyonuna dönüşür.

Bir türlü düzelmeyen  idrar yolu enfeksiyonu olan kız çocuklarında, özellikle de üreyen organizma idrar yollarında enfeksiyon yapması beklenen e coli gibi bir organizma değil de, ciltte enfeksiyon yapması beklenen staf, strep gibi bir mikropsa hemen akla vajenit gelmelidir.

Vejentit genellikle aktif seks hayatı olan yetişkin kadın hasatalığıdır. Bu yaştaki bir çocukta vajen iltihabı olmasının birkaç sebebi olur.

Bu durumda, maalesef, bu kadar küçük bir çocukta bile cinsel taciz akılda bulundurulması gereken ilk şey. Ancak bu durumun sorgulanması telefon ile yapılamayacak kadar nazik bir konu olduğundan hiç sormadım.

Elbette bunun dışında rekto vajinal fistül gibi çok ciddi anatomik sebepler bile olabilir ama bu durumda da daha kronik/ tekrarlayan enfeksiyonlar ya da akut fistüle sebep olabilecek travma ameliyat gibi şiddetli bir hikaye, dışkı kaçırma vb olurdu.

Ancak bu çocuğun hikayesi birkaç gün önce aniden başlamıştı, bu durumda, kıl kurdunu ilk planda düşünmek gerekir. Kıl kurtları anüste kaşıntıya sebep olurlar, kaşınırken, anüsteki bakteriler vajene doğru taşınıp, kolayca enfeksiyon gelişebilir. Buradaki en önemli belirti de kaşıntı ve bazen de dışkı üzerinde ya da anüs çevresinde görülen kıl kurtlarıdır.

Son yıllarda, bu yaşlarda, özellikle de bu kadar yoğun vajenit durumunda en sık sebep olarak vajen içerisinde yabancı cisim görmeye başlamıştım. Bir seferinde bir çocuktan saç tokası çıktığını bile hatırlıyorum ancak vajendeki yabancı cisim genellikle tuvalet kağıdı parçası oluyor. Çocuk temizlik yapmaya çalışırken, kağıt ıslanıp, bir topak oluşturuyor ve bu topak da hymen ( kızlık zarı) açıklığından sığacak büyüklükte olup, içeri itilebiliyor. Vajen içerisinde kalan bu kağıt parçası kolayca enfeksiyon oluşturuyor. Buna benzer en az 15/20 vaka gördüğüm için telefonda hemen büyük olasılıkla vajen içerisinde tuvalet kağıdı parçası olduğunu ve çocuk cerrahları tarafından yabancı cisim çıkartılmadan enfeksiyonun düzelmeyeceğini anlattım.

Telefonda yarım dakikada izah ettiğim durumdan kurtulmak aile için 20 gün süren bir macera halini almış.

Kadıncağız, benimle konuşulduktan sonra, çocuğunu alıp, çocuk cerrahına gitmiş, onlar kadın doğumcuya, kadın doğumcular, çocuk doktoruna göndermişler. Çocuk doktoru da bir idrar kültürü alıp çocuğu eve göndermiş. Herhangi bir iyileşme olmayınca, annenin aklına benim sözlerim gelmiş ve çocuğunu İstanbul’a götürmüş. Orada, vajenden kağıt topağını çıkartan doktor bu kadar basit bir şey için mi buraya kadar geldiniz diye şaşırıp kalmış.

Daha sonra aile kontrol için tekrar gittiklerinde bir de çocuğun psikolojisini bozuldu diye (aslında anneninki bozuldu) bir de psikoloğa gitmişler.

Burada da bütün bu hikayeye rağmen evvel emirde çocuğa cinsel taciz yapıldığı düşünülerek ona göre davranılmış.

Sonuç ne mi? Ey tuvalet kağıdı sen nelere kadirsin.

Bu kadar basit bir olayın büyük bir macera, aile ve çocuk için psikolojik travma haline gelmesinde yani olayın genelinde bilgi ve deneyim noksanlığı gördüğüm için yazmayı uygun buldum.

ZOR ZAMANLAR, ÜSTÜNE BİR DE BAŞ ROLDE URANÜSLE MAVİ BİR BOĞA DOLUNAYI, DNA’LARIMIZDAKİ ŞAMAN ORTAYA ÇIKTI

Bu yıl, artık şaşırmayı unuttuğumuz, her korkutucu olayı ‘ bu yıl, bu da olmasaydı şaşardım zaten’ diye göğüslediğimiz bir yıl oldu. Sanırım ileride, insanlık tarihi içerisinde, bizim yaşadığımız bu kısıtlı zaman diliminin en çok anılacak yılı bu yıl olacak, en azından tıp tarihi açısından böyle olacağını iyi biliyorum.

Çünkü bu salgın ve nasıl devam edeceği ve sonlanacağı konusu henüz meçhul, bu ve büyük olasılıkla gelecek yıldan salgın bilimi açısından alınacak bir sürü ders olacak.

Salgın başladığı günden itibaren, insanlık tarihine damga vurmuş diğer salgınlar dikkat çekti. Ancak bu deneyimlediğimiz salgın, önceki veba salgınlarına bir çok açıdan hiç benzemeyen bir salgındır. Damlacık yolu ile bulaşan bu boyutlarda salgının tek örneği, 100 yıl önce birinci dünya savaşında ortaya çıkan salgındır. Çünkü o zaman dünya savaşı dolayısıyla, daha önce örneği görülmemiş şekilde, kıtalar arası insan taşımacılığı ve ordu düzeni içerisinde toplu yaşam koşulları mevcuttu.

Dünya bu tarihten önce bu kadar sıkışık yaşamıyor, bu kadar uzaklara bu kadar yoğun insan dolaşımı olmuyordu, dolayısıyla damlacık yolu ile bulaşan bir viral salgının bu kadar hızla dünyayı dolaşması mümkün değildi.

Şimdi de hem çok kalabalık bir insan nüfusu var, hem de çok işlek bir insan dolaşımı var. Aslında bu yaşam şeklimizle, insanoğlu olarak, bulaştırıcılığı fazla, ölüm oranı düşük, damlacıkla bulaşan bir virüsün pandemi yapması için tam da uygun bir matriks oluşturuyoruz.

Bundan sonra da insan nüfusu en azından yakın gelecekte, azalma eğilimi göstermeyecek, şehirlerde toplu halde yaşamaya giderek daha da kalabalıklaşarak devam edeceğiz ve dünyayı giderek daha da bir birine yaklaştıran seyahat, ticaret alışkanlıklarımız da azalmayacak.

Sonuç olarak bir sonraki damlacık (hava yoluyla bulaş) pandemisi çok daha uygun bir ortamda, çok daha kolayca yayılacak. Çünkü virüslerin yaşam döngüsü böyle, onlar yaşamlarının devamlılığını sağlamak için, sürekli değişiyor( mutasyon).

İnsanoğlu evrim süreci içerisinde, en güçlü en dayanıklı tür olduğu için değil,  çevre koşullarına en iyi adaptasyon gösteren ve çevreyi kendi lehine (kısıtlı da olsa) değiştirebilen bir canlı olduğu için bu gün besin zincirinin tepesinde bulunuyor. Sonuç olarak bu salgın, gözlem yapıp bilimsel veriler ışığında gelecekteki salgınlar için başa çıkma modellerine ilham verecek.

Evet bu yıl işimiz sadece salgın olsaydı, belki de bu yılın uğursuz bir yıl olduğunu düşünmeyecektik, ama yıl boyunca meteor düşmesi dahil, her türlü doğal afetler de bir türlü hız kesmedi.

Dün, bizim de evde otururken ciddi derecede hissettiğimiz İzmir depremi oldu. Aslında bugün gerçekleşecek olan mavi dolunay, boğa burcunda, Uranüs etkisinde ve ülke astroloji haritasının çok stratejik bir noktasında olduğu için, astrologlar 31 ekim tarihi civarından kasım ortasına kadar deprem riskinin arttığını bildirmişlerdi. O nedenle, zaten bütün yıl boyunca ülkede neredeyse bütün fay hatları da aktif olduğundan deprem şaşırtmadı.

Beni asıl şaşırtan astrolojinin bu kadar iyi işlemesi oluyor. Çünkü bütün ömrüm boyunca, ‘burcun ne’ muhabbetlerine, kız tavlama taktiği ya da İngilizlerin ‘bugün yağmur yağıyor’ demesi kadar iletişim kurmak için boşluk doldurma sözleri olarak bakmıştım. Ancak son yıllarda yakın sosyal çevremde de astroloji ile ilgilenen bir çok kişi birikti, hatta eğer konuya bu kadar yabancı kalırsam giderek konuşmalardan bir şey anlamamaya başlayacağım diye korktum. Emekli olduğum yıl online bir eğitim bile aldım. Ancak o zaman bile pek de aklım yatmamıştı ama şimdi ne yalan söyleyeyim bu yıl en çok takip ettiğim kişiler astrologlar oldu.

Astroloji, gökyüzüne, yeryüzünden bakan ve gök cisimlerinin konumlarının daha önceki deneyimleri göz önüne alarak bizi nasıl etkileyeceğini tahmin etmeye dayalı bir yöntem.

İçinden geçtiğimiz zaman dilimi bize besin zincirinin tepesindeki konumumuza rağmen doğa karşısında ne kadar naif olduğumuzu kafamıza vura vura öğretiyor. Hal böyle olunca da doğa gözlemine dayalı ve ona zarar vermeyen her yöntem kabulüm. Hatta, günler geçip yaşım ilerledikçe, giderek  içimdeki şaman kendini daha fazla ortaya çıkarıyor. Bu dolunay anında biz de kendimizce bir toprak ritüeli yapacağız.

Tasavvufta, kuantum fiziğinde ve daha bir çok öğretide insanın ilahi gerçeğe ulaşabilmesi için kendi içine bakması gerektiği öğütlenir. Çünkü hem felsefi, hem de bilimsel olarak aslında bütün varlıklar gibi biz de evrenin materyalinin (fiziksel boyutta, enerjitik boyutta) bir parçasının yoğuşmuş (paketlenmiş) bir parçacığıyız. Bizi oluşturan her bir atom tanesi bizi çevreleyen ortamla sürekli değişim halindedir. Yani birkaç ay içerisinde şu anda içimizde var olan her bir atom değişmiş olacak.

Bu bağlamdan bakınca içimize bakmak gerçekten de ilahi hakikate ulaşabilmenin bir yöntemi gibi duruyor. Ancak insan duyum ve algıları bunu fark edebilecek düzeyde değil.

Galiba ilahi gerçeğin (bütün varoluş) sırrına ermek için içe bakmak kadar dışarı, bizi çevreleyen her şeye bakmak daha da  önemli. Çünkü en azından bu durumda 5 duyumuzu işin içine sokabiliyoruz.

Bu kadar laf kalabalığını yapmaktan kastım, bu dolunayda yapacağım gibi doğaya adanmış ritüellerin göründüğünden daha derin anlamlar taşıdığını anlatabilmek. Aslında doğanın bir parçası olduğumuz bilgisi DNA’larımızda mevcut. Atalarımızın her bir doğa olayı için başka bir tanrı düşünmeleri hiç de anlamsız değil. Modern insanlar olarak sadece her şeyin, her varlığın, tek şey, tek varlık olduğunu anladık. Hepsi bu. Yani mesela suya, toprağa, gökyüzüne yaptığımız bir niyet (ritüel) bütün evrene yaptığımız bir niyettir.

DAMLA KENDİNİ TAMAMLAYINCA DAMLAR. KAN AYAĞIMLA, BU BLOGA ANILARIMI YAZARAK DAMLIYORUM

Özdemir Asaf hayranıyım. Daha doğrusu şiir yazabilen insanların hayranıyım. Şairler, insan türünün genelinden daha üstün ifade yeteneğine sahiptir, düz yazıyla 400 sayfada yazamayacağın bir düşünceyi işte böyle 4 kelimede yazarlar.

Oysa toplum genelinde, büyük çoğunluk birkaç yüz kelime ile konuşuyor, hatta son yıllarda konuşmuyor bile ‘aynen’ deyip geçiyor. Kalemle yazarken, üst satırda yazılmış bir kelimeyi alt satırda tekrar yazmamak için ‘denden’ işareti kullanırdık. İşte bu aynen kelimesi de anladığım kadarıyla sadece aynı fikirdeyim anlamında kullanılmıyor, bazen denden yerine geçiyor, bazen de sırf konuşmaya dahilim anlamında kullanılıyor, bazı kullanım alanları ise benim açımdan meçhul.

İstatistik dersinde ilk öğretilen şeylerden birisi çan eğrisidir. Bir değişkenin dağılımı bazen daha dik, bazen daha yayvan ters çevrilmiş bir çan şekline benzer. O değişkenin toplumda dağılımı büyük ölçüde ortalamaya ve birbirine yakın değerlerdedir, ancak çok küçük bir kısım çan eğrisinin üst ve alt ucunda bulunurlar.

Örnek verecek olursam,  bebekler eğer normal vaktinde doğmuşlarsa üç kilo civarında doğarlar, sınırı 2800/3200 gram yaparsak bebeklerin en a %50si, sınırı 2000/4000 gram yaparsak neredeyse %90ı bu sınırlar içerisinde kalır. Normal vaktinde doğduğu halde mesela 1800 gram ya da 5500 gram doğan bebek sayısı ise çok azdır, işte bu bebekler çan eğrisinin iki aşırı ucunda bulunan aykırı (!) bebeklerdir.

Kendini ifade etmek yeteneği de toplumda böyle çan eğrisi oluşturur. Aslında ‘kendini ifade etmek’ terimini yanlış kullandım, çünkü topluma seslenen çok önemli bir hatip bile sıra kendini ifade etmeye gelince duygusal ya da mental olarak kısıtlı olabilir. İfade yeteneği demek daha doğru olacak. Herhangi bir olayı, duyguyu, düşünceyi anlatırken şairler çan eğrisinin yüksek tarafından taşan aykırı insanlardır. İşte bu sebepten, büyük çoğunluğu aynen, aynen diyerek konuşmayan toplumlarda dahi, sadece kendi nesillerine değil, gelecek kuşaklara da seslenirler.

Özdemir Asaf ise tek cümlelik şiirler yazabilen, kendi kafamda çok farklı bir yere koyduğum bir şairdir. ‘Damla kendini tamamlayınca damlar’ yazabilen bir şair.

Bütün bu laf kalabalığını yapma sebebim şu; bu salgın gölgesinde geçen aylarda, sosyal mesafe kurallarına uyabilmek adına, arkadaşlarımla zaman geçirmeyi oldukça kısıtladım, seyahat etmeyi ise neredeyse sıfırladım. Bu durumda da haliyle canım sıkılıyor. Canım sıkılıyor dediğim herkes bana bir kitap yazmamı öneriyor. İşte bu isteğe toplu cevap veriyorum; damla kendini tamamlayınca damlar, ben herhangi bir konuda, bir kitap damlatacak kadar biriktiğimi hissetmiyorum. Öyle iki satır yazabilince, kitap da yazılabileceği kanaatinde değilim.

Bu bloğu yazarak kendimce damlama sebebim ise her zaman belirttiğim gibi, bir sivil tarih oluşturma sorumluluğu hissetmem. Çünkü söz uçar, yazı kalır. Eğer yazmazsak, gelecek kuşaklar, bizim bu çağda, bu ülkede,bu şartlarda yaşadığımızı hiçbir zaman bilemeyebilir.

Ben kendim, bir kişi olarak insanlık tarihinde hiç de önemli değilim, ancak Türkiye Cumhuriyetinin daha ilk 100 yılında yaşamış bir kadın olarak kişisel tarihimin, bu toplumun sivil tarihinin bir parçası olduğunu düşünüyorum.

Burada damlayarak, biz bu şekilde var olduk demek istiyorum.

Bundan sanırım 30 yıl kadar önce İngiltere’de bulunduğum sırada bana hep kuşku ile yaklaştılar, kendi ülkemde de bu şekilde başım açık, pantolonla gezip gezmediğimi sordular. Onların hayalindeki Türkiye, 1990lı yılların başında bile, kafaları sarıklı, ayakları çarıklı adamlar ve haremlerde nargile içip raks eden cariyelerden meydana gelmiş bir toplumdu.

Umreye gittiğim zaman, orada Endonezyalı bir kadınla tanışmıştım. Kadın kendi ülkesinde bir profesör idi, daha önce en az 20 kere kutsal topraklarda bulunmuş, neredeyse bütün tatillerini orada geçiren bir kadındı. Benim de profesör olmama ve İngilizce konuşabilmeme çok şaşırdı, hayretler içerisinde gerçekten Türk olup olmadığımı defalarca sordu. Çünkü maalesef ki onun daha önce tanıdığı kadın Türk hacıların eğitim seviyeleri son derece düşüktü. Onun kafasındaki Türkiye imajı da 30 yıl önce İngiltere’deki insanlardan pek farklı değildi.

Bunlara sinirlenmek yerine gerçeği kabullenmek lazım ve ne yazık ki gerçek şu ki, ben ve benim gibi yaşayabilen kadınlar çan eğrisinin uçlarında kalıyoruz. Bu toplumda hala kadınların büyük çoğunluğu, bir bireyden ziyade önce baba evinin, sonra koca evinin bir parçası (hatta malı) kabul ediliyor. Sonra da kadına karşı şiddetten, kadın cinayetlerinden söz edip şaşırıyoruz.

İşte bu ortamda bir kadın olarak cumhuriyetin kazanımlarını kayıt altına alma ihtiyacı duyduğum için yazıyorum.

Çalışırken hastalarıma, öğrencilerime karşı damlaya damlaya yağmur oldum, biriktirene göl oldum, emekliyken yaşam şeklimi gelecek kuşaklara damlatabilmek için bu bloğu yazıyorum.

Kitap yazmak çok daha farklı bir şey.

Bilmeyenler için not; ‘kan ayaklı’ demek Karadeniz bölgesinde yaygın olarak kullanımıyla ‘kadın’ demektir. Belki fazla koşturmaktan ayaklarına kan oturması gereken kişi anlamında ya da belki ‘gizemli’ aylık hormonal düzen ile kadın olmayı bağdaştırmak için kullanılmaktadır.

ZİHNİ DİNGİNLEŞTİRMEK, SADECE RUH SAĞLIĞININ DEĞİL, GÜNLÜK HAYATTA ZAMAN YÖNETİMİ VE BAŞARININ DA ÖN KOŞULUDUR.

Doğu felsefesinde insanın sağlıklı olabilmesi için, ruh, beden ve zihin dengede olmalıdır. Bu betimlemedeki zihin kelimesinin anlamı herkese göre bir miktar değişmekle birlikte oldukça belirsizdir. Zihin, akıl ve zeka birbirleriyle çok karışan ve günlük konuşmalarda eş anlamlı kullanılan kelimeler olmasına karşın aralarında anlam farkları vardır.

Akıl; düşünme, anlama, kavrama, olaylar arasında bağlantı kurma, problem çözme, hatırlama yeteneklerinin tümüne birden verilen bir kavramdır. Akıl; eğitim ve deneyimle geliştirilebilir bir şeydir. Akılla ilgili söyleyebileceğim en doğru şey, herkesin sadece kendi aklını beğenmesidir.

Zeka ise gerçekleri kavrama, sonuç çıkarma, değişen durumlara ayak uydurma yeteneğidir. Genel olarak doğuştan gelen bir kapasitedir ve ölçülebilir bir şeydir. Ancak kişinin zekası, hayatın çeşitli mecralarında birbirine denk olmayabilir. Örneğin bir bilgisayar kurdu, sosyal ilişki kurma açışından son derece beceriksiz olabilir. Bu nedenle zeka tanımı sadece analitik zekayı kapsamaz, son dönemlerde sosyal zeka ve ruhsal zeka gibi farklı kavramlar geliştirilmiş ve analitik zeka kavramından bile daha önemli olduğu anlaşılmıştır.

Zihinden kasıt ise kabaca düşünce üretme kapasitesidir. Düşünce gücü olmasa, düşünemesek, insan uygarlığını kuramaz, bilim üretemez, sanat eserleri yapamazdık, gündelik hayatımızı planlayamazdık.

Ancak insan zihninin çok belirgin bir zayıf tarafı da vardır, çünkü zihin sadece bilinçli ve hedefi olan düşünceler üretmez. Arka planda, dur durak bilmeden, bir biriyle ilgisiz, amaçsız, daldan dala atlayan binlerce düşünce kaynaşır. Aslında insan çoğu kez, zihninden geçen düşünceler karmaşasında (kirliliğinde) ne yapacağını bilemez ve yenik düşmüş haldedir.

Üstelik bu tür düşünceler genellikle içinde yaşanılan anla da ilgili olmaz. Zihin sürekli olarak, ya geçmişte başına gelmiş bir haksızlık, söylenmiş bir sözle kurcalanır, ya da gelecekte ne olacağının ihtimalleri ile didiklenir durur.

Genellikle geçmişe dair düşünceler, yoksunluk, kızgınlık ve incinme duyguları taşırken, geleceğe dair düşünceler korku ve kaygı taşır. Hatta, uç seviyelerde, paranoya, takıntı, depresyon, fobi gibi gerçek dışı sanrılar, hastalıklar geliştirir.

Hastalık durumlarında tıbbi yardım almak şartken, gündelik düşünce kirliliğinden kurtulabilmek için kişisel gayret gerekir.

Yani zihin denetlenebilir bir şeydir ve denetlenmesi gereklidir.

Zihni boş düşüncelerden kurtarma yollarından en önemlerinden biri içinde bulunulan ana ve o anda olan şeye odaklanmaktır. Eğer şu anda yaptığın işe tamamen ona odaklanarak yapıyorsan zihin sadece odaklandığın konu ile ilgili düşünce üretiyor.

Eğer yaptığın işe odaklanmazsan, zihin oradan oraya savrulur, bir türlü yaptığın işi bitiremezsin. Bu sürede, yapmak zorunda olduğun işi de, yapmak istediğin işleri de yapamadığın için, işkence içerisinde uzun zamanlar harcamış olursun. Çünkü harcanmış her zaman uzundur. Oysa elindeki işe odaklansan, işini bitirince yapmak istediğin şeye de zamanın kalır.

Gün boyu, sürekli bir takım işlerle boğuşan ancak günün sonunda işlerini yetiştiremeyen bir sürü insan tanıyor olmalısınız. Sorumluluklarım gereğinden fazla, günler nasıl geçiyor anlayamıyorum, bana 24 saat yetmiyor diyen bu kişi siz de olabilirsiniz. Eğer bu sözlerin amacı işinize ne kadar bağlı olduğunuzu anlatmak ve karşınızdakine hava atmaksa, bunlar çok talihsiz seçilmiş sözler. Dünya nasıl olsa, sırf siz işinizi yetiştirin, hatırınız kırılmasın diye daha yavaş dönmeye başlamayacak. Hatta iddia ediyorum, eğer günler 30 saate çıksa bile, siz gene de işinizi bitiremeyeceksiniz.

Eğer işleriniz yetişmiyorsa bence ihtimaller şunlar; a) sevmediğiniz, yapmak istemediğiniz bir iş yapıyorsunuz, b) yeteneklerinizin, eğitiminizin, bilginizin üzerinde bir iş yapıyorsunuz, c) iş tanımınız, görev tanımınız yanlış, üzerinize fazla iş yükü aldınız, kendi göreviniz olmayan işler yapıyorsunuz.

En büyük olasılıkla da; d) zaman yönetimini iyi yapamıyorsunuz. Gündelik iş akışı sırasında yapmanız gerekenleri, alacakları süre açısından, aciliyet açısından ya da önem açısından gereken özende sıralamayı beceremiyorsunuz.

Ancak genel olarak işlerin bitmeme sebebi yeterince odaklanamamaktır.

Kendimden çok net bir örnek vereyim. Yıllar önce bir kongrede ön hipofiz embriyolojisi (anne karnındaki gelişimi anlatan bilim) anlatmam istenmişti. Bu konuyu layığıyla anlatabilmek için önce biraz yüz embriyolojisi okumaya karar verdim. Çünkü yıllardan beri konuya uzağım, terimler, kavramlar bana bir hayli yabancı kalmış. Çok güzel bir kaynak da buldum.

Kaynak 15 sayfa uzunluğundaydı, yani roman olsa en çok yarım saatte okuyabileceğim, iyice özümseyerek çalışmak için ise taş çatlasa 2 saatimi alacak bir metindi. Kongreye kadar yeterince vaktim olduğunu düşündüğüm için çalışma hayatım boyunca hiç düşmediğim bir hataya düştüm, bu metni hastanede fırsat buldukça yavaş yavaş okumaya karar verdim.

Metin çalışma masamın üzerinde, gözümün önünde üç hafta boyunca, anlaşılmaz bir şifre gibi durdu. Çünkü her okumaya kalkışımda daha birinci cümleyi bitiremeden, odaya biri girip bir şey sordu, telefon çaldı, aklım yatan bir hastaya gitti. Tam 3 hafta boyunca azimle okuma gayreti içinde oldum, ama nafile,  tek kelime bile anlayamadım.

Üç hafta sonra kısa süreli bir tatilim vardı, giderken belki okurum diye bu bukleti de yanıma almıştım. İnanılmaz bir şekilde uçaktayken, ilahi bir aydınlanma yaşar gibi, bir saat içerisinde bütün metni okuyup, tamamen kavradım. Uçaktan inerken hostes, bana merakla, o kadar hevesle ne okuduğumu sordu. İkram dağıtmak üzere yanıma geldiğini hiç fark etmemişim. Dalgıç gibi okuduğunuzun içine dalmıştınız dedi. Bu dalgıç gibi dalma sözünü hiç unutamadım.

Sadece odaklanmıştım. Hem de nasıl odaklanmışım ki o bir saatlik süre içerisinde zihnime hiçbir parazit düşünce sızamamış, böylece 3 haftanın yetmediği işi yapmaya 1 saat yetmişti.

Zihin sağlığı için ikinci önemli şey de çok sevdiğin bazı işleri yapmak ve dinlenmek için zaman ayırmaktır. Bağlama çalarak, bezik oynayarak, filim izleyerek, doğada yürüyerek ya da sevdiğin bir şey yaparak geçirilmiş zaman asla boşa geçirilmiş, harcanmış zaman değildir. Sevdiğin işi yaparken hem mutluluk hormonu salgılarsın hem odaklanmak için bilinçli çaba sarf etmen gerekmediği için o süre boyunca zihnin parazit düşünceler üretme hızı düşer. Kendine kaliteli zaman ayırmayı bilen kişiler çalışma hayatında da çok daha başarılı olurlar.

Zihni dinginleştirmek için üçüncü bir yol da kişinin kendi seçimine bağlı olarak, doğada zaman geçirmek, ibadet etmek, meditasyon, yoga, nefes çalışmaları yapmak gibi yollardır.

Sadece ruh sağlığını korumak için değil, modern dünyada iş hayatında başarılı olmak için de dingin bir zihin gerekir.

Ayrıca dingin bir zihin, daha az parazit düşünce üreteceği için, sezgilere, ilhamlara, yaratıcı düşüncelerin, farklı bakış açılarının gelebileceği bir alan açılır.

Show Buttons
Hide Buttons