Category Archives: Genel

BAĞLANTISAL BÜTÜNSELLİK (YAPRAĞA DA ORMANA DA BAKMAK) ÜZERİNE BENİM DE BİR KAÇ SÖZÜM VAR.

Son zamanlarda doğu felsefesinin, batı dünyası üzerine etkileri tartışılmaz, bu farkındalık sonucunda mıdır, bilemem ama, bütünsellik (birlik, tamlık) kavramı hayatımızı her konuda şekillendirmeye başladı. Gündelik hayatımızda Holistik kavramı giderek daha sık karşımıza çıkıyor. Bilimde ise connective integrity (bağlantısal bütünsellik) denilen yeni bir bakış açısı giderek daha yaygınlaşıyor.

Holistik yaklaşım bütünün onu oluşturan parçaların basit bir toplamından daha farklı (niteliksel) bir varlık olduğuna inanan bir görüştür. Mesela bir orman; onu oluşturan tek tek ağaçların, hayvanların, otların toplamından daha farklı (daha yüce, nitelikleri çok daha üstün) bir oluşumdur. Mesela bir insan, sadece yaşayan biyolojik bir varlık olarak bile onu meydana getiren doku ve organların toplamından daha fazlasıdır.

Gündelik hayattan örnek verirsem; bundan birkaç yıl öncesine kadar, kilo vermek için en güvenilir yaklaşım, alınan ve harcanan kalori dengesini değiştiren diyet ve egzersiz programlarıydı.

Şimdi ise bir çok diyetisyen, holistik bir yaklaşımla size kilo verdirmeye gayret ediyor. Çünkü son yıllarda anlaşıldı ki bağırsağımızda bulunan ve miktarı kilo ile ölçülen mikroplar var. Önceden bu mikroplara bağırsak florası derdik ve bedenimizdeki yabancı canlılar olarak düşünürdük. Şimdi ise mikrobiyata diyoruz ve  bedenimizin bir organı olarak düşünüyoruz.

Bütüncül (holistik) yaklaşımla obezitenin büyük oranda mikrobiyata hastalığı olduğu kabul edilerek, kalori sayımı geride bırakıldı. Şimdi artık alınan besinlerle mikrobiyatanın sağlığına kavuşturulmasına çaba gösteriliyor, ve bu yaklaşım işe yarıyor.

Bilim alanında ise bu kavram (connective integrity) ‘bağlantısal bütünsellik’ olarak kullanılıyor. Bu yaklaşımı kısaca tarif edecek olursam önemli olan yapı taşlarının tek tek ne oldukları değildir, bu yapı taşlarının birbirleriyle olan ilişkiler ağından meydana gelen bütünlüktür. Bir bakıma tekil bireylerin kim olduğunu belirleyen çevresi (bana arkadaşını söyle sana kim olduğunu söyleyeyim), içinde bulundukları toplumun değer yargılarıdır.

Bu yaklaşımın bilime çok geniş bir bakış açısı kazandırdığı kesin. Mesela sığırcık kuşlarının bir sürü halinde hareketleri ya da göç etmekte olan bir kuş sürüsü gözlenirse bütün sürünün hareketli bir başka oluşum (tekil bireylerden çok daha farklı) meydana getirdikleri açıkça görülür. Yani tek tek kuşlar farklı bir oluşumdur, bu kuşların meydan getirdikleri sürü farklı bir oluşumdur. Sürü varlığını meydana getiren şey ise bireyler arasındaki etkileşimdir.

Evrende sadece yaşayan organizmalar (bizim bu günkü bilgilerimizle canlı kabul ettiğimiz organizmalar/bu konuda çok daha farklı bir görüş içerisindeyim) değil, her şey karşılıklı bir bağımlılık içerisindedir, çünkü birbiriyle bağlantılıdır. Şeyler yani birimler arasındaki bağlantı, yani iletişim ağı bütünü oluşturur. Bilimde bu ağın matematiksel işleyişini çözmekle (sürekli değişebilecek olan, an için doğru) bilgiye ulaşılır.

Hem felsefi açıdan, hem de bilimsel açıdan insan tek başına bir birey değildir, tek başına milyarlarca hücrenin bütünü de değildir, çevresi bir bütün oluşturur.

Bundan önceki bilimsel yaklaşımda tek tek parçalar incelenir, bir anlam verilmeye çalışılırdı. Şimdi bütüne bakılıyor.

En iyi bildiğim konudan örnek verecek olursam; insülin Pankreasta, görevi çok özelleşmiş bir hücre türünden üretilir. Bu hücreler kan dolaşımındaki glikozu algılayıp, hem hazırda bulundurdukları insülini kana salgılarlar, hem de yeni insülin molekülleri yaparlar, glikoz oranı düşünce de sadece hayatı devam ettirecek miktarda bazal insülin salgılamaya devam ederler. Önce bu hücrelerin görevleri, şekilleri ince detaylarla tanımlandı. Bu hücreler pankreasta Langerhans adacıkları denilen özel birimciklerde bulunurlar.

Bu adacıklar pankreasın endokrin görevlerini yapan bölümdür. İçerisinde sadece insülin salgılayan beta hücreleri bulunmaz, aynı zamanda glukagon salgılayan alfa hücreleri, somatostatin salgılayan delta hücreleri ve PP, G, E gibi farklı hormonlar salgılayan hücreler de vardır. İşte bütün bu hücrelerden eğer biri bozuksa, diğer hücreler de kendi öz görevini layığıyla yerine getiremez, kan şekeri sağlıklı dengelenemez.

Langerhans adacıklarının hücreleri tek tek farklı bir şeydir, birbirleriyle etkileşimlerinin toplamı farklı bir şeydir. Tek tek bakılınca kabaca biri kan şekerinin düşürür, diğeri yükseltir, ancak toplu halde bakınca kan şekeri dengelidir.

Daha da geniş açıdan bakılacak olursa benim Langerhans adacıklarımın fonksiyonları bozulursa şeker hastası olurum, zaman içerisinde, tedavime uymazsam, bütün organ ve sistemlerim bozulur, bir sürü sağlık problemim ortaya çıkar. Ciddi bir hastalık sadece kişiyi bireysel olarak etkilemez, bütün aileyi etkiler, mesela o ailenin sofra düzeni değişir. Bunun sağlık ve bilim boyutu var, maddi ve sosyolojik boyutu var.

Yani benim Langerhans adacıklarımdaki gözle görünmez bir hücrenin senin cebindeki parayla ilgisi var, ne de olsa muhtaç olacağım fazladan sağlık hizmetinin kaynağı vergiler.

Bu örnek, gözle görünmeyen bir hücrenin görevini yapamaması durumunda olay nerelere kadar ulaşıyor, fark etmeyi sağlamak üzerine verildi. Sağlıkla ilgili, her şeyin nasıl birbirini etkilediğine dair bir çok örnek daha verebilirim.

Ayrıntılar (tekil bireyler, yapı taşları, olaylar) önemli, ancak bu ayrıntıların etkileşimlerinin oluşturduğu bütün daha da önemli.

Şimdi artık bilginin aritmetik değil geometrik olarak arttığı bir çağda yaşıyoruz. Eskiden yüzyıllarda üretilen bilim şimdi artık günler içerisinde üretilebiliyor. Bilginin iletilme hızı da birkaç on yıl önce akıl almayacak şekilde arttı. Sonuç artık yapay zekanın konuşulduğu bir devirdeyiz. Gelecek birkaç yıl içerisinde yapay zekanın hayatın bütün alanlarında kullanılacağı bir döneme gireceğiz. Artık tekil olayları düşünme çağını geride bırakıyor gibi görünüyoruz.

Benim inancım bilim gene tekil parçaların en ince ayrıntılarını keşfetmeye devam edecek, yani yaprakları görmeye devam edecek. Diğer yönden ise bütün birimlerin birbirleriyle olan ilişkileri daha dikkatle incelenip, bütüne ulaşılmaya çalışılacak, yani ormanı görmek için gayret edilecek.

Hani meşhur bir fil hikayesi vardır. Gözleri bağlı birkaç kişi fil ile buluşturulmuş, biri kalın bir bacak, biri hortum, biri diş tarif edebilmiş. Oysa bakış açısı genişletilince fili görmek mümkün olur. Aslında bizim beş duyumuz, evreni çok kısıtlı algılıyor,  bilim işte bu beşeri algı sınırlarını genişletmek için var.

Algı sınırları genişledikçe o gün için en doğru bilginin sınırları da genişliyor. İşte bu nedenle bilim sürekli değişen bir şeydir, bu gün için doğru olan şey yarın doğru olmayabilir. Bilimde dogma yoktur, hipotez vardır. Hiçbir şeyi sorgusuz doğru kabul edemeyiz, bu gün doğru kabul ettiğimiz bilginin yarın değişebileceğini kabul etmeliyiz.

GÜNLERCE BOŞ KALINCA AKLIM KELEBEKLERE GİTTİ.

Geçen haftaya kadar denize girilecek kadar güzel havalar varken, birden bire sonbahar geldi. Eylül henüz doğayı sarıya kırmızıya boyamadı ama, çınarların gönlü hazana döndü. Günlerin kısalması da artık iyice belli olmaya başladı.

Geçen hafta sağlam bir rüzgar çarpınca hastalandım, ateşim çıktı, halsizlik oldu. Salgın, hayatlarımızı nasıl da değiştirdi,  basit bir soğuk algınlığı geçirmek bile kriz halini aldı. Derhal, kendimi izolasyona aldım, günün çoğunluğunu odamda geçiriyorum, evde maske takıyorum. Aslında hayatımda ilk kez grip geçirirken, daha ilk günden itibaren dinlendiğim için birkaç günde iyileştim, gene de bir süre daha hane halkından uzak durmayı planlıyorum.

İki gün vaktin çoğu uyuyarak geçti, ama sonrasında odanın içerisinde ne yapacağımı şaşırdım. Kitap, el işi, sosyal medya, hepsi tamam da artık bir yere kadar.

Neyse ki tam da bu günlere denk geldi, online bir aromaterapi dersine katıldım. Aromaterapi dersini Zeynep Cansın Gelişli (bana kendisi hediye etti) verdi. Cansın, ilham veren genç arkadaşlarımdan birisidir. Trabzon’da birlikte yoga hocası olmuştuk, ama yogada ben öğrenciliğe devam ettim, o hocalığı ilerletti. Geçen yıl ani bir kararla eczanesini kapatıp, İstanbul’da doğal ürünler üreten bir firmada çalışmaya başladı. İlk bakışta bir anda, hem de aile sağlık merkezinin tam karşısındaki eczanesini kapatabilmesi çok radikal bir karar gibi görünebilir. Ancak, yaşamı boyunca kendini şu anda yapmaya başladığı iş için hazırlamış olduğu açıkça anlaşılıyor. İnsan sevdiği bir işi yaparken nasıl da içten dışa doğru parıldıyor. Onun adına çok mutlu oldum, dersinden de bir hayli faydalandım.

Tabii elimden telefon düşmedi, bir sürü tanıdığımdan çok çeşitli hastalık ya da yakın temas hikayesi duydum. Anladığım kadarıyla sonunda hepimiz bir gün bu hastalığa yakalanacağız, şu anda sadece bunu geciktirme çabası içerisindeyiz. Aşı ya da etkili bir ilaç tedavisinin ortaya çıkmasını bekliyoruz.

Aşı ve koruyucu hekimlik ilkeleri sayesinde salgın hastalıkların ortadan kalkması ya da hatırı sayılır derecede azalması, aşı yan etkilerin abartılmasına ve oldukça ciddi bir aşı karşıtlığına sebep olmuştu. Şimdi bu aşı karşıtı kitle bir yandan salgına sebep olan virüsün laboratuvarda üretildiğine inanıyor, öte yandan da bu salgını durduracak aşının geliştirilmesini bekliyor.

Ben ise, inandım, iman ettim ki, bu sene doğanın insana haddini bildirme senesi. İnsanoğlunun her şeyin hakimi olduğu, bütün evrenin insan için yaratılmış olduğu sanrısına dur deme senesi.

Bu yıl, bir tek salgın yok ki, her şey son derece sıra dışı, sel, deprem, meteor düşmesi, kum fırtınası yazmakla bitmez.

Bütün bu karmaşa içerisinde gözümden kaçmayan bir olay paylaşmak istedim.

Son yıllarda Doğu Karadeniz bölgesinden başlayıp, batıya doğru hayli ilerleyen bir kelebek istilası var. Bu kelebek, Asya’dan ülkemize doğru girdi ve ülkemizde zararlısı bulunmadığından hızla üredi. Bir türlü çaresi de bulunamadı, sonunda kelebeğin doğal zararlısı da bölgeye yerleşecek ve bir denge oluşacak şeklinde düşünceler gelişti. Çünkü bu kelebek geldiği bölgelerde  böyle büyük zararlar  vermiyormuş, doğa içerisinde dengede yaşıyormuş.

Bu yıl o denli alışılmadık koşullar yaşandı ki, on yıllardan beri Karadeniz bölgesinde her türlü bitkinin canına okuyan bu canavar kelebek bile bu yıl ilk kez zora girdi, kelebeğin zararlısı da artık Türkiye’ye geldi. Bundan sonra kelebek nüfusunun dengeyi bulacağını ve bitkilere, ürünlere bu denli zarar veremeyeceğini umuyorum.

Bölgeye geldikleri zaman kendi nüfuslarını sınırlayacak herhangi bir böcek türü bulunmadığı için yıllarca kendi cennetlerinde yaşadılar, kocaman ağaçları içten içe sömürüp, hayalete çevirdiler. Yıllar içerisinde verdikleri zarar hayal bile edilemez. Bölgede tarım ilacı yaygın olarak kullanılmadığı için ve sadece bu kelebeğe etki edecek ilaç da belli olmadığı için, hep onu dengeleyecek bir türün ülkeye girmesi bekleniyordu.

Bu yaşam öyküsünün içerisinde insan ırkı için alınması gereken dersler yok mu? Çevresinde kendisi ile boy ölçüşecek bir düşman olmadığı için, aşırı çoğalan ve çevresini aşırı talan eden bir tür var. Bu şekilde çoğalmaya devam edebilmesi çok uzun yıllar içerisinde mümkün görünmüyor. Çünkü kendi besin kaynaklarını hızla tüketiyor. Çare olarak ya başka bölgelere göçüp yeni bir yıkım(çevreye)/yaşam(kendi türüne) döngüsü başlatacak, orayı da tüketince bir başka bölgeye atlayacak. Bu seçenek dünya sonlu bir yer olduğuna göre dünya kaynaklarını tüketene kadar sürebilir (eğer yeni bir gezegende koloni yapılmadıysa). İkinci bir seçenek, kendi artıkları ile çevreyi o denli kirletecek ki artık çevreden beslenemeyecek, zehirlenerek, daha fazla üreyemez hale gelecek (bu seçeneği daha ufak bir evren olan mikrobiyoloji laboratuvarlarında her üretme kabında görürsünüz). Üçüncü seçenek ise doğa ana işi ele alıp, kendinden başka bütün türlere zarar veren bu türe zarar veren bir başka türü devreye sokacak. Bundan sonra bu iki tür birbirlerine karşı savaş vererek ve nüfuslarını dengeleyerek, tabiattaki diğer türlerin çoğunun korunacağı yeni bir denge oluşturacak.

Buraya kadar gelince artık akbaba ve sırtlan (leşçilleri) nüfusu yok olursa, ortada kalan leşlerden hastalık bulaşır demeyeceğim. Sürüngenler ve kemirgenler olmasa toprak havalanmaz ve verimli olmaz demeyeceğim. Bunları merak eden başka kaynaklardan okusun.

Benim dikkatim çeken, insanın dünya üzerindeki davranışı ile Karadeniz bölgesindeki kelebeğin davranışının ne kadar örtüştüğü ve tesadüf olduğuna inanmadığım bir şekilde aynı yıl içerisinde bu iki zararlı tür için de nüfus dengeleyici bir başka türün ortaya açıkmış olmasıdır.

Bu salgının dünyaya bakışımızı değiştireceğine dair umutları olanlara ne yazık ki büyük ölçüde katılamıyorum. Bence ölenler ölecek, kalanlar kalacak, bundan bir iki yıl sonra mezarlıkları biraz daha büyümüş bir dünyada kaldığımız noktadan devam edeceğiz. Bence insan türünün sonunu dünya üzerinde bıraktığı çöpler ve bozduğu ekolojik düzen getirecek.

İNZİVA PLANLARIM ARASINDA BEYİN KIVRIMLARIMI KAYBETMEK NİYETİM YOK, KARARIMI BU YÖNDE VERDİM.

Salgın virüsünün resmen Türkiye’ye girdiğinin ilan edilmesi üzerinden 6 ay geçti. Bu süreç içerisinde hastalığın cidden zor geçirildiği ve öldürücü olduğu açıkça ortaya çıktı. Üstelik başlangıçta daha sıkı tutulan önlemler, ekonomik kaygılarla gevşetilince daha da yaygın bir hal aldı. Ancak her nedense hastalık yaygınlaştıkça hastalıktan duyulan korku giderek azaldı. Artık kimse kalabalığa girmekten korkmuyor, maske takmıyor, taksa da uygun şekilde takmıyor, takması için uyaranı da tersliyor. Halkımızın çoğunun kendi gönlü ile her türlü düğün dernek, cenaze, kahvehane, gün toplaşması, tatil mesaisinden vaz geçmediği, kişisel önlemlere inanmadığı açıkça ortaya çıktı.

Ekonomi de bu kadar durgunluğu kaldıramadığına göre yöneticilerin geniş bir sokağa çıkma yasağı koyacaklarına inanmıyorum. Bu durumda artık kişisel korunma ön plana çıktı. Mümkün olduğu kadar insanlardan uzak yaşamaya alışacağız.

Oldukça kritik bir yaşta olduğum ortada. Son dönemlerde Dünya Sağlık Örgütünün hala ‘’genç’’ sınıfına koyduğu, 60-65 yaş aralığındayım. Sokağa çıkması kısıtlanan yaş gurubunda değilim, ama gene de hem kendim hem de ablalarım için oldukça dikkatli olmak zorundayım. Sosyal açıdan bir kelebek sayılmasam da, arkadaşlıklarımdan beslenen bir karakterim var. Birkaç ayda bile bu kadar ıssız hissettiğime göre, salgın bitene kadar arkadaşlarımdan uzak kalmanın uzun dönemde üzerimde yaratacağı tahribatın farkındayım.

Her ne kadar DSÖ, 65 yaş altını genç sınıfına soktuysa da, her zamanki deyimimle yaşanmış yılların etkisi yüzümüzde ve bu kadar belli olduysa iç organlarımızda da kendini göstermiş olmalı. İnsan beyni de giderek gençleşmiyor, aksine giderek durağanlaşıyor, yaşla birlikte ‘becerme, öğrenme, yapabilme’ elastikiyeti de eksiliyor.

Zaman içerisinde, hayatınızda kullanmaya devam ettiğiniz ve işinize yarayan bilgiler çerçevesinde becerilerinizi geliştiriyor ve bir bakıma bu becerilerle hayatınıza bir çerçeve çizmiş oluyorsunuz. Örnek olarak ben bir doktor oldum ve ilgi alanımı, okuma listelerimi, yeni bir şeyler öğrenme çabalarımı bu alana yönlendirdim, becerilerimi tıp uygulamaları konusunda geliştirdim. Bir konuda uzmanlaşmak, merak ve becerilerinizi o konuya sıkıştırmak anlamına da geliyor. Yani bir konuda derinleşmek, aslında derinleşebileceğin farklı konuları gözden çıkarmak anlamına da geliyor.

Benim için tıp dışı konular, mesela mühendislik konuları büyük bir gizem. Şu anda tıpla ilgili bir makale okusam kolayca anlarım, oysa bir mühendislik makalesini okumaya bile kalkışmam. Hadi bu yaştan sonra mühendis olmama gerek yok diyelim, ama bunu örnek olarak verdim. Aslında kolayca başarabileceğim yeni şeyleri de sırf alışık olmadığım için öğrenmeyi ret etme yaşındayım. Bizim beynim de kendi kuşağımın geneli gibi, etkin bir şekilde internet kullanmayı ret ediyor, çok gerekli şeyler dışında kullanamıyorum.

Yaşlılığın tanımı da tam olarak bu işte.

İnsan öğrendiklerini günlük hayatta kullanmaya başladıkça deneyim sahibi oluyor. Deneyimlediğin bir şey tekrar ederken sonuçlarını aşağı yukarı tahmin edebildiğin ve kendini rahat hissettiğin bir alan oluyor. Zaman içerisinde deneyimlerinden bir ‘’konfor alanı’’ edinmiş oluyorsun, yeni şeyler denemek artık sana gereksiz ve belki de korkutucu geliyor.

İşte buyur, durumun buysa yaşın kaç olursa olsun, yaşlandın. Elbette 60 yaşında başına kaskını takıp motosiklete atla demiyorum (canın istiyorsa neden olmasın) ama daha az riskli olup da daha önce denemediğin şeyleri deneyemiyorsan yaşlandın. Örnek olarak, her gün yediğin yemeğin yeni bir baharat katılmış halini kabul edemiyorsan, konfor alanından çıkamıyorsun. Yeni bir insanla  arkadaş olamıyorsan, okuduğun gazeteyi değiştiremiyorsan, yaz tatilinde hep aynı yere gidiyorsan, hep aynı kahvede oturup, hep aynı markete gidiyorsan, evet yaşlandın.

Hep aynı anıları tekrar tekrar hatırlıyor, yerine yenilerini koyamıyorsan, evet yaşlandın.

Beynin ve zihnin konfor alanından çıkmak istemiyor, doğrudur istemez. Bu durumda eğer iradeyi, yani istemli bilinci devreye sokmak gerekli diye düşünüyorum.

Çünkü beyin aynen kas gibi bir organ kullanmadığın yerler küçülüyor. Mesela kol kemikleri kırılırsa, alçıya alınır, birkaç hafta sonra kemik iyileşip, alçıdan çıkınca kaslar kullanılmadığı için hacim kaybeder, o kolun kalınlığı azalmış olur, diğer kolla kıyaslama yapılabildiği için bu durum açıkça görülür. Beyin de aynen böyle işte kullanmadığın kısımları küçülüyor.

İnsan beynini en çok çalıştıran şeyler, diğer insanlarla sosyal ilişkiler, bedensel çalışma ve yeni şeyler öğrenmektir.

Bedensel çalışma oldukça önemli bir nokta çünkü sadece el baş parmak hareketlerini kontrol ve idare etmek için bile oldukça geniş bir beyin alanı kullanılıyor. Yani hareketsiz bir yaşam tarzı, beynin oldukça büyük bir (motor hareket alanı) kısmını gözden çıkartmak anlamına geliyor. Hareketsiz yaşam beden sağlığı üzerinde de çok olumsuz etkiler bırakıyor. Mesela obezite, diyabet, yüksek tansiyon, depresyon, kolesterol yüksekliği, felç, kalp krizi gibi hastalıkların her biri hareketsizlik ve ‘’metabolik sendrom’’ ile ilişkilendirilmiştir. Metabolik sendrom; (öğrencilerime çağımızın seri katili) diye tanımladığım, en çok can alan hastalıklarına zemin hazırlayan bir durumdur.

Hareketsiz yaşam; sadece metabolik sendroma zemin hazırlamıyor, yani sadece beden sağlığımızı bozmuyor, aynı zamanda endorfinleri (vücudun salgıladığı mutluluk hormonları diye tarif edebilirim) azaltarak isteksizlik, bezginlik, can sıkıntısı yani depresyona zemin hazırlayarak ruh sağlığını da bozuyor. Bütün bunlar yetmezmiş gibi, beynin bedenin hareketlerini kumanda eden geniş bölgesinin de daha az çalışmasına sebep oluyor. İşte bu nedenle bunamadan korunmak ya da en azından bunamayı ötelemek için düzenli hareket öneriliyor. 

Çok çeşitli nedenlerle insan hayatı uzadı ve uzamaya da devam ediyor. Sonuç olarak yaşlı nüfusun sağlık meseleleri giderek daha çok görünmeye başladı. Benim kendi düşünceme göre her bir bireye kendi beyin sağlığını korumak üzerine daha çok görev düşmeye başladı. Ben çocukken benim şimdiki yaşımdaki kadınların çoğu, çoktan dul kalmışlardı, köşelerine çekilmiş sevdiklerine kavuşacakları günü bekliyorlar olurlardı. Şimdi bizim nesilde hala önümüzde yaşanacak uzun yıllar var gibi duruyor. Herkesin en çok korktuğu şey bizim kültürümüz için, hastalanıp de diğer insanlara yük olmamaktır. O halde kasıtlı olarak bunamamak için özel çaba sarf etmeliyiz.

Yani hareket etmek zorundayız.

Öyle evinin konforu içinde, mutfakta sağa sola devinip iki yemek karıştırmakla, köşedeki kahveye kadar yürüyüp arkadaşlarla tavla çevirmekle hareket yapmak olmaz.

Haftada en az 3 kez, en az 30 dakika olmak koşuluyla orta tempoda yürüyüş yapmak öneriliyor. Ben kendi aklımla bu yürüyüşün net bir şuurla (şimdi farkındalık deniliyor) yapılması gerektiğini düşünüyorum.

Çünkü insan yürürken, eğer çok alışık olduğu bir güzergahı takip ediyorsa, ya da bir yürüyüş cihazında yürüyorsa, zihin, her zamanki çalışmasına devam ediyor.

Benim fikrime göre insan zihni şeytanın çalışma odasıdır, hiç boş bırakmaya gelmez, hemen her türlü melanet zihnin karanlık köşelerinden ortaya çıkıp serbest dolaşıma geçer. Yürüme zamanı yarım kalmış yaşam hesaplarının çözüm zamanı değildir, eğer bir çözüm gelecekse zaten kaliteli bir yürüyüş zamanından sonra sezgisel olarak gelecektir.

Ben yürüyüş yaparken son zamanların moda deyimiyle ‘anda kalmak’ için doğada yürüyüş yapma taraftarıyım. Çünkü toprak zeminde yürürken, bir ağaç köküne, taşa, hayvan dışkısına ya da hayvana basmamak için her adımına dikkat etmek zorundasın. İşte bu kendiliğinden (spontane) dikkat insanı, bir gemiyi suyun üzerinde sabit tutan bir çapa gibi, doğa içerisinde ve yaşadığı anda tutan bir şey.

Eğer bir metropolde yaşıyorsanız, en azından spontan dikkati her an etrafta bulundurabilmek için farklı yollarda yürümek bir çözüm olabilir. Böylece farklı mahalleleri de tanımış olur insan, çünkü içinde yaşarken, aparmanın yanındaki tarihi eserden  habersiz olabiliyoruz, yeni bir yerde böyle ayrıntılar fark edilecektir.

Evde kalmak zorundaysan gene de hareket etmek mümkündür. Yoga, anda ve bedende kalmayı sürekli hatırlatan bir sistem olduğu için önerebileceğim bir hareketlenme şeklidir. Şimdi sanal ortamda hatta sandalye üzerinde yapılabilecek ücretsiz yoga dersleri bulmak mümkün.

Zorunlu sosyal izolasyonun duygusal yoksunluk boyutunu en aza indirmek için, görüntülü konuşmalar ve toplantılar bir parça da olsa işe yarayacaktır diye düşünüyorum.

Yalnız geçen ilk bahar ayları boyunca tahminime göre ben dahil pek çok kişi, geçmiş travmalarının üstesinden gelme gayreti içerisindeydi. Mesela benim ve sınıf arkadaşlarımın çoğu, daha önce düşünmeye pek de fırsat bulamadığımız, gençliğimizi karartan terör olaylarının üstünden geçtik, umarım biraz olsun şifa bulmuşuzdur.

Önümüzdeki sonbahar ve kış ayları salgının daha da büyüyeceği çok açık, bu dönemdeki izolasyondan sağlam kafa ve bedenle çıkmak için çaba sarf etmek gerekecek. Sanırım artık geçmiş yaralarımızın üzerinde durmamız gerekmeyecektir.

Sonuç olarak herkes eğer şimdiye kadar yapmadıysa, aile büyüklerine görüntülü konuşma konusunda bir kurs versin. Bundan sonra artık konken partilerini bile sanal ortamda yapmanın çarelerini arayacağız.

Sanal ortam bize ayrıca uzaktan eğitim fırsatı da sunuyor. Ben kendime 2 farklı konuda eğitim programı buldum. Yani evde oturup kafamı körelteceğime, biraz sıkıntıya katlanıp yeni bir şeyler öğrenmeyi seçtim.

Yani önümüzde sanal ortamı tepe tepe kullanacağım bir dönem var. Vira bismillah diyeyim. 

BU YIL EYLÜL AYI, İNZİVA KIŞINA HAZIRLIK AYI OLDU

Hoşunuza gitmemekle birlikte, savaş üzerinize yazılmıştır. Bir şey sizin için hayırlı olduğu halde siz ondan tiksinebilirsiniz. Ve bir şey sizin için şer olduğu halde siz onu sevebilirsiniz. Allah bilir, siz bilmezsiniz. Bakara suresi /216

Şimdi Eylül ayına girdik. Nedense hep hüzün, hazan gibi kelimelerle tarif edilir, ancak benim kendimce bütün yıl içerisinde en çok sevdiğim aydır. Uzun eğitim ve çalışma hayatım boyunca her zaman yeni bir eğitim yılına başladığımız ay olduğu için benim zihnimdeki takvimde yılın başı, yani başlangıçların ayıdır.

Aylarla ilgili şiir, şarkı gibi eserlerin çoğu Eylül ayı için yazılmıştır, çünkü renklerin çoğaldığı, doğanın uykuya geçme zamanının başladığı gizem dolu bir zaman dilimidir. Bazı yıllar bu araf zamanda yaz mevsimi devam eder, bazı yıllar ise ayaz başlar.

Eylül ayı, aynı zamanda çok çalışmanın ayıdır. Üzerinde yaşadığımız topraklar, insan neslinin toprağı işlemeye başladığı, yerleşik hayata geçtiği kadim topraklardır. Bu topraklar üzerinde yaşayan insanlar, genlerine işlenmiş bilgelikle bu ayı önlerindeki soğuk kış mevsimine hazırlık yapmakla geçirirler.

Bu ay hasat mevsimidir. Hasat edilen sebzeler kurutulur, salçalar, tarhanalar, bulgurlar, turşular, reçeller yapılır.

Balık avı mevsimi açılır. Balıkçılar için çok daha farklı bir anlamı var, ama benim için artık bol balık yeme zamanıdır.

Köyde yerleştikten sonra, Eylül ayı benim için de kışa hazırlık ayı anlamına gelmeye başladı. Elbette kendi çapımızda.

Bu sene belli ki salgın devam edecek ve sosyal hayattan oldukça uzak kalacağız, hatta muhtemelen işlerimi haftada sadece bir gün şehre gidecek şekilde ayarlayacağım.

Bu düşünceyle evde sıkılmadan, daha uzun zaman geçirmek için kendime yapılacaklar listesi hazırladım. Çünkü pandemi başladığından beri bahçede oldukça uzun zaman geçiriyorum ve bu beni bir hayli oyalayıcı bir uğraş oldu, hadi sonbaharda da birkaç iş yaptım diyelim, ama kışın bahçe işi yok. Hem de günle kısa, geceler ise bitmek bilmiyor. Bu zamanlarda yapılacak kaliteli iş lazım diyerek açık öğrenime başvurdum.

Son yıllarda ikinci üniversite adı altında, üniversite bitirmiş kişilerin sınavsız başlayabildikleri bir usul çıkardılar. Birçok arkadaşım felsefe, sosyoloji, fotoğrafçılık gibi bölümler okudu. Ben de her zaman içimde kalmış arkeoloji merakımdan ötürü kendime müfredatında bol, bol arkeoloji olan bir bölüm buldum, ona başvurdum.

Şimdi 5 yıldan beri emekliyim, daha dingin yaşamayı seçtim ya bu süreçte anladım ki, artık iyice tedavülden kalkmışım, zaman ve teknoloji akıp gitmiş ben ayak uyduramamışım.

Yıllar önce, bir ara gene uzaktan okumak istemiştim. O zamanlar henüz ikinci üniversite diye bir kavram yoktu, yeniden sınava girmiş, oldukça da iyi bir puan almıştım. Trabzon’daki büroya bizzat başvurmuş, kitaplarımı almış, hatta ilk yarıyıl sınavlarını başarıyla vermiştim. Fakat bundan sonra bütün sınav dönemleri benim kongre zamanlarıma denk gelmişti ve sınavlara girememiş, sonuç olarak okuldan atılmıştım. Zaten girdiğim bölümü de hiç sevememiştim.

Şimdi nasıl olsa kongre yok, bu yıl öyle geziye filan da gidebileceğimi sanmıyorum. Üstelik tam da istediğim gibi bir bölüm bulmuşum. Kendimce bu konuda tecrübe sahibiyim ya, işlere başladım. Anadolu Üniversitesinin, Çanakkale’de bir bürosuna gidip kayıt için neler lazım diye sordum, bir problem çıkmadıkça büroya gitmeme gerek yokmuş, bütün işler artık internet üzerinden hallediliyormuş.

Bu sanal başvuru bile ufkumu açtı, mesela vesikalık resmi nasıl sanal bir evrak üzerine yapıştıracağımı öğrendim. Ayrıca bunca yıl, hem en uzun tahsili yapıp, hem de hep Üniversitede çalıştığım halde çağ dışı kaldığım bir yazılım olan YÖKSİS i duydum. Benim üniversite mezuniyetim artık paleolitik çağda kaldığından, öğretim üyesi kimliğim bir yana diplomam bile sisteme kayıtlı değilmiş.

Büronun burada faydası oldu, mezun olduğun okulu arayıp, diplomanızın sisteme girmelerini isteyin dediler. Elbette Hacette öğrenci işlerinin telefonu sürekli meşgul çıktı. Ben de sınıfımızın muhtarı Ayşegül Tokatlı’yı arayıp, ondan rica ettim, anında kaydımı yaptırdı. Teşekkürler muhtarım.

Bu aşamayı da geçtikten sonra, bu kez bir türlü ödemeyi yapamadım. Sonunda kredi kartımın internet alış verişine kapalı olduğundan işlem yapamadığımı anlayıp, kartımı internet alışverişine açtım. Yani bu konuda da çağ atladım, gerçi bizim köye kargo gelmiyor, ama bir arkadaşın adresini vererek, internet alışverişi yapabilirim artık.

Eğitim her yaşta lazım demek ki, sadece başvuru yapabilmek böyle, artık okuyunca halimi düşünemiyorum.

Geçen ay bazı şeyler yaşadım. Bunlar için de birkaç sözüm var.

Başımıza gelen ve kötü olarak nitelediğimiz olaylar, uzun vadede hayırlı olacaktır.

Bir kapı kapanırsa, bu diğer bir kapıyı aramak için bir bakış açısı yaratır. Bir şeyi kaybedersen, geride kalan boşluğu farklı ve tamamen farklı bir şeyle doldurma seçeneği ortaya çıkar.

Yani hayatından gidene gönül rahatlığı ile hoşça kal deyip, gelecek olana yer açmak lazım.

Bu Eylül elimizden geçici süre ile de olsa giden sosyal hayatımızın yerine dolacak hayırların zamanı olsun.

BAYRAM, BAYRAM GİBİ DEĞİLSE, O HALDE AÇILSIN ANI SANDIKLARI, GELSİN ESKİ KURBANLAR, ZİYARET KÖŞE KAPMACALARI, SÜT HELVASI TARİFLERİ

Kurban bayramı deyince aklıma Pazar’daki büyük evde geçirdiğimiz bayramlar geliyor. O zamanlar kurban evin hemen yanında kesilirdi. Birkaç gün önceden alınan hayvan, kurbana kadar beslenir, o gün usta bir kesici tarafından besmeleyle kesilirdi. Hayvanın başını yukarı kaldırırlar ve tek hamlede canı çıkacak şekilde boğazını keserlerdi. Nedense biz çocuklar da bütün kesim işlemini izleyebiliyorduk.  O küçük yaşımda aklımdan pek çıkmayacak sahneleri görmüş oldum böylece.

Usta kesicinin en iyi becerdiği şeylerden biri de hayvanın derisini kesmeden yüzmekti. Bu işlemi bir kere gören bir daha kolayına unutamaz. Bir başka ustalık göstergesi de iç organları deşmeden bulaştırmadan çıkartmaktı.

Annelerin (anneannem), işkembeyi evin önündeki çeşmeden uzun uzadıya yıkayıp temizlediğini de net bir şekilde hatırlıyorum.

Daha sonraki yıllarda bu kesim işlemi evden uzaklaştırıldı.

Her kurban sabah saatlerinde Teyzecim (MUKE Teyzem) kurban etinin eve varmasını bekler (yanılmıyorsam o gün de oruç tutardı/ zaten her fırsatta oruç tutardı/ bana sorarsanız en az 20 ömürlük oruç tuttu), et gelince de kurban merasimleri başlardı.

Öncelikle o gün mutlaka kavurma yapılır, ev buram buram kavurma kokardı (Ben hala taze pişmiş kavurma yiyemem).

Aynı gün kalan kurban etinin çoğu dağıtılırdı.

Sakatatlar ise dağıtılmaz, eve kalırdı, bizde sadece ciğer ve işkembe yendiği için pek çoğu atılırdı. Uzakta kesim başladıktan sonra eve sakatatlar kasaba kalıyordu.

Kurbanda aile ziyaretleri ilk gün ancak akşama doğru başlayabiliyordu. Bizim aile de oldukça geniş olduğu için, aile büyüklerinin yaşadığı, bizim ev dahil, mutlaka gidilmesi gereken birkaç ev vardı. Bayramlarda her eve, şehirlerde yaşayan gençler de gelmiş olurdu. İlk günler her evden gençlerin bir kısmı gelene hizmet için kalır, diğerleri ziyaret seferlerine çıkardı. İlk gurubun turu tamamlanınca eve döner, hizmet nöbetini devralır, evin kalan gençlerini ziyarete yollardı.

Böylece ilk ziyaret turu tamamlanır, daha sonra orta yaş ekibi sokağa dökülürdü. Bazen bir eve gittiğinizde, o evin, evde bulamadığınız sakinleri aynı anda sizin evde ziyarette olurlardı. Böyle köşe kapmaca yaptığınız insanlarla bile bir şekilde bir yerlerde karşılaşırdınız. Sonuç olarak bu birkaç gün içinde herkesle görüşülmüş, bayramlaşılmış olurdu.

Asıl mesele her evde bayramlık ikramlar idi. Çikolata tutulur, kahve yapılır, yanında mutlaka ev açımı baklava, süt helvası, börek gibi bir tabak daha olurdu. Bazı evlerin özel ikramı vardı, mesela Beylikte hamsili ekmek olurdu, Fazile Teyzede limonata, Gabada ise kurabiye. Yani bir bayramı şeker komasına girmeden atlatmak, şimdiki şartlarda pek mümkün değildi, ama o zamanlar insanlar her evde koca koca baklavaları mideye indirip, hiçbir şey olmadan bayramı geçirebiliyordu. (Aile evlerinin ve mezarlıkların lokasyon isimleri var, belki Sermin’den yardım alıp bu evleri ve ev halklarını da yazarım).

Bizim evde ise annemin ölümünden sonra bu bayram ikramlarından baklava kaldırılmıştı. Sadece kahve çikolata ve süt helvası ikram edilirdi. Bizim evin süt helvası gerçekten çok güzel olurdu, ayni Kızkulesi spesiali de süt helvası diyebilirim.

Süt helvası, benzerini sadece İskoçların yaptığı çok özel bir tatlıdır. Yıllar önce Elazığ’dayken İskoç İngilizce öğretmenimiz bizim geleneksel tatlımız diye bizim süt helvasına çok benzeyen bir tatlı yapmıştı.

Süt helvasının da belki bir gün unutulacağını düşünerek buraya bizim ve İskoç kadının tarifini vereyim.

Bizim tarif oldukça zor bir tarif.

Sadece süt ve eşit miktarda şeker ile yapılıyor. Sütü ve şekeri aynı anda tencereye koyarak karıştırarak kaynatıyorsunuz. O kadar uzun kaynıyor ki miktar yarıya düşüyor. Bundan sonra bir anda kıvam değişiyor. İşte bütün mesele bu anı yakalamak, çünkü daha fazla kaynarsa renk bozuluyor.

Helvanın olduğunu anlamak için bir kaşık dışarı alınıp, test edilir. Bazen de suya dökülerek test edilir.

Kıvam alınca tencerenin içinde tahta kaşıkla karıştıra karıştıra bayağı lokum gibi bir kez daha kıvam aldırılır. Bu karıştırma işlemi helva artık koyulaştığı için daha da zor olur. Karıştırırken bir miktar soğuyan helva artık tepsiye dökülür.

Bir gece bekleyince kare şeklinde kesilir.

Tadı süt reçeli diye satılan şeye benzer, ama çok daha tatlı ve güzeldir.

İskoç kadının yaptığında ise süt ve şeker bir miktar da un ve tereyağı koyularak kaynatılıyor, son anda içine karışık kuru yemiş atılıyordu. Böylece kıvam alması çok daha kolay oluyordu. Diğer aşamalar ise karıştırma kısmı çok daha kısa olacak şekilde aynı idi. Elbette tadı bizim süt helvasından biraz daha farklı ama oldukça benziyordu.

İkramın da bayramlara özel bir ritüeli vardı.

Gümüş bir tepsi üzerinde, iki gümüş şekerlik bulunur, birine  çikolata, diğerine süt helvası doldurulurdu. Gelen misafirler maratona girmiş gibi birkaç evi ziyaret etmiş, bir kaçını da edecek olduklarından çok oturamayacakları bilinirdi. Böylece koltuklara oturur oturmaz, önce bu tepsi dolaştırılır, kahve isteyip istemedikleri sorulurdu.

Bizim evde çikolatanın yüzüne kimse bakmaz, süt helvası ise çabucak biterdi.

Ben de bayramlarda Pazar’a giden ekiptendim. Giderken Trabzon’dan tatlılar, börekler, çikolatalar götürürdüm. Son yıllarda Meydan’da, renk renk, çeşit çeşit meyve pestilleri satılmaya başlamıştı. İnsanların artık günde 10/15 dilim baklava yemekten burunlarından şeker soluduklarını bildiğim için değişiklik olsun diye bu pestillerden götürmeye başladım.

Pestilleri sıra sıra büyücek tepsilere dizip, onu ikram etmeye başladık. Süt helvası kadar rağbet gördü, son birkaç bayramda hep pestil ikram ettik.

Geçen sene ilk defa ben de süt helvası denedim ve tutturdum. Bu yıl Çanakkale’de çok güzel browni yapan bir işletme keşfettim. Ona browni yaptırıp lokum büyüklüğünde kestirdim, tabii sosyal izolasyon devam ediyor, eve gelen giden yok, hepsini biz yedik.

Umarım bundan sonra bayramlar, telefonla değil, eskisi gibi yüz yüze bayramlaşmalı olur.

Süt helvası olmasa da helva helvadır

YÜREĞİM ŞİŞTİ, HER GÜN BİR ORMAN YANGINI, HER GÜN BİR KADIN CİNAYETİ, NE OLUYOR YA HUUUU?

Bu son 2 hafta içinde, yakın çevremde 2 ayrı orman yangınına şahit oldum. Önce, Gelibolu yarımadasında,  neredeyse tüm gün süren bir yangında, toplamda 450 hektar orman alanı yandı. Bu yangın, bizim evin tam karşısında çıktı, güneye ve batıya doğru genişledi. Çaresizlik içerisinde, bütün öğleden sonra dumanların yayılışını, gece olunca alevleri ve bütün bu süreç boyunca yangın helikopterlerinin çalışmasını seyrettik.

Dün ise bize 10 kilometre uzaktaki köyde, 10 hektar alan yandı. Bu kez yangın değil ama yangın uçağının manevra alanı görüş alanımızdaydı. Galiba, Rusya’dan alınmış bir uçakmış, görünüşte normal bir ufak uçağa benziyor, fakat fonksiyonu çok faklı, bir martı gibi denize iniyor, karnını kıyıdaki sığ sulara iyice yaklaştırıp, belki de suyla direk temas ederek içine su alıyor. Hızla denizden kalkıp, suları havada saça saça yangın alanına gidiyor ve bir seferde, birkaç yangın helikopteri kadar suyu alana boşaltabiliyor. Bu uçak ve birkaç tane de yangın helikopteri çalışarak, birkaç saatte yangını söndürmeyi başardılar.

Bu ikinci yangın büyük olasılıkla, tarladaki otların yakılması sonucunda çıktı, çünkü yanan bölgenin çoğu buğday tarlasıydı. Normalde buğdayların önce başakları toplanıyor, sonra sapları hayvanlar için balya haline getiriliyor. En sonunda tarlalar neden yakılıyor pek anlayamadım, çünkü zaten geride çok fazla bir şey kalmıyor. Gerçi burada otlar benim alışık olduğum şekilde çürüyüp toprağa karışmıyor, neredeyse fosilleşip urgan gibi toprakta kalıyor, ama yakmanın mantığını gene de çözemiyorum, çünkü kimse toprağı elle kazmıyor, makineler kullanılıyor, bu durumda bir sonraki mevsimde kalan saplar da toprağa karışır diye düşünüyorum.

Bölgede kızılçam ormanları var. Çam ağaçlarının reçineleri güneşte prizma gibi davranıp kendiliğinden yanabiliyorlar,  üstelik kozalaklar birer el bombası ya da maytap gibi patlayarak yangını aniden çok uzaklara fırlatabiliyor. Gelibolu’daki yangında bu kozalak patlamalarını videoya çekip, gökten yangın bombası atıldı diye yayınlayanlar oldu. O yangın insan eliyle mi çıktı, yoksa kendiliğinden mi bilemiyorum.

Sonuç olarak çam ormanları zaten yangına karşı çok hassas, bir de insan eliyle çıkan yangınlar olmamalı. Gördüğüm ve bildiğim kadarıyla, kendiliğinden çıkan yangınların ekosistemde çok da büyük bir hasar bırakmıyor, yere düşen kozalaklardan ağaçlar kısa sürede yeniden büyüyor. Yani doğal yangınlar bir çeşit ormanın yenilenme mekanizması gibi de görev yapıyor. İşte bu noktada da yanan orman alanına insan eli değdirmemek, açılan alanda tarım ya da yerleşim yapmamak gerekiyor.

Benden sonra Trabzon’dan, Çanakkale’ye yerleşen bir arkadaşıma, esprili bir slayt gösterisi hazırlamıştım. İlk slayt Trabzon’dan, Çanakkale’ye gelmek 61den 17ye diye başlayıp, her bir slaytta mesela hamsiden, sardalyaya/ Sümeladan Truvaya/ karalahanadan, karalahnaya gelmektir gibi devam ediyordu. O slaytlardan birinde de köknar ormanlarından, meşe/kızılçam ormanlarına gelmektir gibi bir şey yazmıştım. O slayt, ne yazık ki, zihnimde yağmur ormanlarından, yangın ormanlarına gelmektir diye değişti, çünkü her yaz büyük küçük birkaç orman yangını çıkıyor.

Bizim köy bir orman köyü. Yüksekçe bir tepede orman işletmesinin gözetleme yeri var. Duman izliyorlar ve en ufak bir duman görünce hemen helikopter kaldırıyorlar. Bu durumda nasıl oluyor da bu kadar sık yangın çıkıyor, anlayamıyorum.

Bir de bu memlekette nasıl oluyor da bu kadar sık kadın cinayeti işleniyor, bunu da anlayamıyorum.

Bugün gene bir kadın cinayeti haberi aldık. Hemen her gün bir kadın cinayeti işlendiği için artık bu cinayetlerin haber değeri kalmadı. Gene de bazı cinayetler bir şekilde daha çok dikkat çekiyor, bugünkü de onlardan biriydi.

Çok genç ve hayat dolu bir kız öldürüldü. O kızın yaşındaki halimizi düşünüyorum da biz kendine güvenen, tuttuğunu koparan, aklına koyduğunu başaran, kendini ifade etmekten asla çekinmeyen, mağrur bir nesildik. Şimdi, nasıl oldu da ya da ne oldu da, kadınları maktul, erkekleri katil bir nesil meydana geldi? Kadın cinayetleri her nesilde vardı, şimdi sadece daha kolay duyuluyor da olabilir. İyi de, toplumda her konuda değişiklik oluyor, bir tek bu konuda mı işler hiç değişmeyecek?

Aslında geçen hafta çok daha dikkatimi çeken başka bir cinayet haberi vardı. İki kız kardeş, kendi öz abileri tarafından öldürüldü. Bu kızlar yıllar boyunca abilerinin cinsel tacizine maruz kalmışlar, sonunda biri hamile kalıp da işi annelerine söyleyince de öldürülmüşler. Kızın karnındaki çocuğa DNA analizi yapıldı, babası annesinin abisi çıktı. Yani bebeğin dayısı olması gereken adam, babası çıktı. Aslında galiba dünyanın çivisi çıktı.

Kadın öldürmek, içinde ne tür bir duygu barındırıyor, ne tür bir itki ile gerçekleşiyor bilemem, ama çok açıktır ki hayata, geleceğe karşı bir düşmanlıktır. Nedense failleri haklı çıkarmaya yönelik (yok tahrik var, yok açık giyindi, yok tutku, yok öyle böyle) söylemlerin hiç birine itibar etmek mümkün değildir.

Bu yazıları geleceğe bir mektup olarak yazıyorum. Biraz daha gayretle kadınları toptan yok edersek, zaten okuyacak kimse kalmayacak. O zaman mesele yok, biz olmasak zaten gezegen kendi yaralarını sarar. Peki, ya dünyayı ormansız bırakırsak? Gelecek nesiller, bizden, bizi neden ormansız, oksijensiz bıraktınız ve tertemiz bulduğunuz koskoca gezegeni, nasıl bu kadar kirlettiniz diye hesap sormaz mı?

KORONA GÜNLERİNİN PEK DİLE GETİRİLMEYEN BİR YAN ETKİSİ; UYKUSUZLUK

Korona günlerinde bir çok kişi gibi ben de uykusuzluğun dibine vurdum. Zaten uyku düzenim mesleki deformasyon diyebileceğim şekilde çok bozuktur, son birkaç aydan beri iyice tuhaflaştı. Artık uykum bana ait değil, ya beni aldatıyor, başkalarına kaçtı, ya da artık bana hiç sevgisi kalmadı,  kendi otonom iradesine göre şöyle bir uğrayıp kaçıyor. Ve bu işleyiş bedenimin ihtiyaçları ile örtüşmüyor.

Bari bu vefasızla ilgili birkaç anımı sıra gözetmeksizin yazayım. Çünkü uyku düzensizliğinin modern hayatın getirdiği çok yaygın bir durum olduğuna inanıyorum. Bundan bir asır önce insanlar güneş ışığına göre günde 8/12 saat uyurlarmış. Belki bundan 100 yıl sonra bu yazdıklarımı okuyan biri olursa nasıl yani günde 3/4 saat uyuyup, sonra da uyuyamadım mı diyorlarmış diyecekler. Onlar belki de bir saat uyuyacaklar.

Elbette her zaman uyku problemi çekmedim, çocukluk ve gençlikte gayet düzenliydi. Ömrüm boyunca hafta sonları dahil erken yatıp, erken kalktım.  Sabah uykusu başımı ağrıtır, üstelik sabah saatleri günün en verimli ve keyifli zamanıdır.

Mesela Elazığ’da mecburi hizmet yaparken, 3 yıl boyunca, gece 23/24 gibi  yattığım halde her sabah güneş ışığının gözüme vurmasıyla cin gibi uyandım. Sabah 4/5 gibi uykumu tamamen almış olarak yataktan fırlayıp, bütün günlük işlerimi yapar, evle hastane arasındaki birkaç kilometreyi yürür ve saat 8’de odamda olurdum.

Bu durum çok verim artırıcı bir şey gibi görünse de aslında 3 ay sürecek olan ilk ve en ağır insomnia günlerinin ayak sesleriydi. Bu zor zamanımı daha önce yazdığım için tekrarlamayacağım, ama gittiğim psikiyatrist bana yüksek sesle uykuma sövüp bu gece de uyumasam ne olur ki diyerek yatmamı önermişti ve bu öneri gerçekten de işe yaramıştı.

Tanıdığım bir çok kişi gece bir türlü yatamayıp ise, sabah da kalkamıyor. Bu tip insan da sabah saatlerini hiç sevmez, hafta sonu çok geç saatlere kadar uyur.

Fakülteden arkadaşım Semra Uğurgelen, tam da bu ikinci guruptandır.  Bir gün saat 15.30’da arayıp, kahvaltı yapmakta olduğunu öğrenince ne söyleyeceğimi şaşırdım, çünkü ben tam da o sırada geç öğlen/erken akşam yemeği yiyordum.

İkimiz birlikte Rodos adasına gittiğimizde, bu karşıtlığı olanca haşmetiyle yaşadık. Semra’ya sorsan, her akşam daha güneş batmadan henüz sirtaki bile yapmamışken otele döndük, bana sorsan gece yarılarına kadar sokaklarda dolaştık.

Sabahları ise ayrı bir mesele, ben uyanıp, bütün sahili dolaşıp, hatta denize girip, geri dönüp artık Semra’nın uyanmayacağına karar verip kahvaltımı yaptıktan sonra, hanım ‘bu sabah erken kalktım’ diye gözünü ovarak aşağı indi.

Gene bu uykusuzluk dönemlerimden biriydi, o kadar uykusuz kalıyorum ki her gün şikayet halindeydim.  Tam da bu dönemde Gülay Karagüzel ile Hindistan gezisine gittik. Geziye çıktığımız gün, daha uçakta uyumaya başladım, bütün gezi boyunca her gece horul horul uyudum.  Zavallı kızcağız her sabah, hani uyuyamıyordun diyerek beni zorlukla uyandırdı. Bu geziden sonra  uyku problemim olduğuna asla inanmadı.

Uzak geziler bir çok sebeple uyku düzenini bozarlar. Bunlardan en iyi bilineni jetlag etkisidir, bu durum günlük belli bir ritimle salgılanan hormonların ritminin bozulması sonucunda meydana gelir ve normaldir. Ancak gezilerde uykuyu bozan pek çok başka sebep de var. Yol yorgunluğu olur, gündelik hayatından daha farklı hareket düzeni, yeme içme düzeni, hava değişimi gibi sayısız etken var.

Yurt dışında pek çok mesleki kongreye katıldım. Bu kongrelerde akşam yemekleri genellikle çok geç saatlere kadar kayar ve aşırı yemek yenilirdi. Bu yemeklere hiç katılmayarak yani çok geç saatte, çok dolu bir mideyle yatmayarak uykuma saygı göstermeye çalışırdım.

Ancak her zaman kendini koruyamıyorsun.

Asistanlığımda bir hafta sonu nöbetinde, Cumartesi olduğundan eminim, ben gene servis 35’te nöbetçiyim. Gene diyorum çünkü normalde servislerde çalışma süresi kıdemlilik dahil en çok 3 aydır, ben 35’te 6 ay filan çalıştım.

Neyse lafı uzatmayayım, o gün nöbet çok sakin geçiyor, sadece rutin birkaç iş yaptım, neredeyse bütün gün oturdum. Hiç unutmam Elif Dağlı acilde nöbetçi, gece 11 gibi telefon etti, nöbetimin nasıl geçtiğini sordu, çok rahat geçiyor deyince de iyi madem seni  sabahlatacak bir hasta gönderiyorum dedi. Saat 12 olmadan kapıdan içeri solunumu durdu, duracak, bilinci tamamen kapalı bir hasta soktular.

İlk bir iki saat hastayı entübe et, solunum cihazına bağla, hikaye al, muayene et, ilaçları başla derken oldukça yüksek aksiyonla geçti. Sanırım çocuğun göz bebeklerinin durumu nedeniyle zehirlenme düşünüldü. Fosfor ya da barbitürat olabilirdi. Baş asistan öncelikle fosfor düşünerek, 15 dakikada bir atropin enjeksiyonu ve yakın takip önerdi.

Yatağın yanına bir tabure çektim ve sabah kadar çocuğa atropin yaptım. Bir ara fark ettim ki, tıstıstıssss sesiyle başım kalkıp iniyor, meğer başım çocuğun üzerinde uyumuşum. Saate baktığımda son atropinden şu ana kadar 20 dakika geçmişti ve ben hala o 20 dakikanın ne kadarını uykuda geçirdiğimi bilmiyorum, ama eyvah ilacı geciktirdim diye fırlamıştım.

Tam da o anda başasistan (sabah saat 6/7 filan) servise gelip de hastayı sağ, beni ayakta görünce çok sevinip, sen yaşattın hastayı diyerek beni övmüştü. Abi bu çocukta hiçbir değişiklik yok, muhtemelen fosfor zehirlenmesi değil dedim, tamam ben EEG’yi açtırayım da bakalım barbitürat etkisi var mı, sen gene de o saate kadar atropine devam et dedi.

Saat 10’a kadar aynı şekilde devam ettim, tam EEG çekecek kişi geldi, çocuğu solunum cihazında ayırıp göndereceğim, nöbet değişimi zamanı oldu, yeni gelen arkadaşım halimi görünce, sen git çocuğu ben EEG’ye götürürüm dedi. Ambu yaparak EEGye giderken çocuk açılmış, konuşmaya başlamıştı, barbitürat zehirlenmesiydi ve evet beni uyutmama hastasıydı. Böyle geceler sayısız, ama bu aklımda yer etti işte.

KTÜ’de çalışırken her gece icapçı nöbetçiydim, her gece 4/8 kere acilden, servisten aranırdım. Yıllarca hep başasistan gibi çalıştım. Bu telefonlara o kadar alışmıştım ki uykumu kaçırmazlardı, hemen kaldığım yerden devam ederdim.

Benim asıl uykumun düşmanı,  bir ‘kara haberci’ rüyalarım vardı. Gecenin bir vakti, büyük bir sıkıntıyla, aklımda bir hasta ile uyanırdım. Bu hasta gerçekten de  ya o sırada kötüleşmiş olurdu, ya komaya girmiş de acile baş vurmuş olurdu, ya evinde ölmüş olurdu, ya da ertesi gün hastaneye baş vururdu. Bu hastaların hastaneye başvurmadan evvel neden benim rüyama başvurdukları ise bir muamma. Hiç yanılmadım, asla gece beni uyandırıp da kötüleşmeyen ya da ertesi gün gelmeyen bir hasta olmadı.

Bu korona günlerinde köyde olduğum için çok şanslıydım. Günlük rutin yürüyüşümü yaptım, açık havada bahçede çalıştım, aşırı yemedim, olabildiğince kötü haberlerden uzak durmaya çalıştım. Gene de bir türlü uyuyamadım.

Konuştuğum o kadar çok kişi de uykusuzluktan söz etti ki, bu global salgının, global bir uykusuzluk sebebi olduğuna inanmaya başladım.

KARADENİZLİLERLE DALGA GEÇMEK MİLLİ BİR GÖREV MİDİR? SOSYOLOJİK OLARAK BİR EKSİKLİK DUYGUSUNUN DOLAYLI TATMİNİ MİDİR? BİLEN VARSA BANA DA ANLATSIN.

Dünyada ırkçı zorbalığa karşı hassasiyetin bu kadar güçlü bir şekilde ortaya serildiği bir dönemden geçerken, bir yazımda, sırf Laz olduğum için yıllardan beri nasıl zorbalığa uğradığımdan kısaca söz ettim.

Bir söyledim, bin dinledim. Laz olsun, olmasın, Karadenizlilere yapılan zorbalık düşündüğümden de yaygın bir şey. Bir çok akrabam, arkadaşım, özellikle Karadenizli olmayan sosyal çevrelerle ilişkide olanlar, fakülte ya da iş arkadaşları tarafından, yoğun bir şekilde tacize uğruyor. Tacizi yapan, şaka yaptığını düşünerek, kendini şen, girişken, her ortama uyum sağlayan, sağlıklı sosyal ilişkileri olan gırgırı bol bir birey olarak tanımlıyor. Taciz edilen ise çoğu zaman ortamın neşesini bozmamak ve diğer arkadaşların duyarsızlığına tanık olup, iyice sinir olmamak için susmak durumunda kalıyor.

Bu güne kadar, yıllar boyunca bir insanı her gördüğünde, ‘öğleni geçti artık senin aklın ermez’ demenin, hangi zeka düzeyi için şakacılık sayılabileceğini anlamam mümkün olamadı. Şaka yapmak yaratıcılık gerektiren bir eylemdir, klişeleri tekrarlamak papağanların da yapabildiği bir şey.  

Birini görüyorsun, zihninin derinliklerinde bir çağrışım dosyası açılıyor, yıllarca, defalarca, aynı ses tonu, aynı vurgulama, aynı çalımla, aynı kelimeler ağzından dökülüyor, yani tamamen bilgisayar virüsü gibi mekanik bir olay, şuur bile gerektirmiyor.

Şuuru yerinde olsa, seni görmediği süre içinde hastalandığın, bir yakınını kaybettiğin, taşındığın, ya da ne bileyim önemli bir olay yaşadığın gibi normalde uzun süre sonra insanları ilk gördüğün anda, bu ara boyunca onlar hakkında duydukların çağrıştıracak, ama hayır seni zihninde ‘Laz’ isimli bir virüs dosyasına yükledi ya, görüş alanına girdiğin anda bu dosya açılıyor ve ağzından istemsizce ‘Laz Çizuuuuu’ fışkırıyor.

Beynine virüs bulaşmış papağan ne olacak.

Benim asıl anlamadığım şey, nasıl olup da birini görünce hemen, bazılarının aklına, ilk düşünce olarak ‘bu kız Laz’ düşüncesi geliyor? Çünkü benim de oldukça fazla tanıdığım vardır. Pek çok kişinin etnik kökenini, inancını bilirim, ancak biriyle karşılaştığımda aklıma ışık hızıyla etnik kökeni gelmez.

Genellikle etnik kökenle dalga geçmenin sonuçları hoş olmaz, hiçbir şey olmasa bile ortamda bir soğuk rüzgar eser. Ancak nedense, Lazlarla dalga geçince bu bir şaka olarak kabul görür.

Bir toplulukta bu tür bir zorbalığa uğradığımda, masada benden başka hiç kimse rahatsız olmaz. Bu rahatsızlığımı belirtirsem de, ne var bunda kızacak, şaka yapıyor işte diye tepki alırım. Yani ortamda dalga geçilen kişi de, rahatsız olduğunu belirtirsen, ortamın keyfini kaçıran kişi de sen oluyorsun.

Benim en çok karşılaştığım ‘şakaları’ yapan kişileri şu şekilde sıralamak mümkün; bunu belirtmek istedim, çünkü konuştuğum herkes de aynı cümlelerle taciz ediliyormuş. Madem ki papağan benzetmesi yaptım, bari kuş klasifikasyonu yapayım.

  1. Selam cümlesi olarak ‘’uyyy laz çizuuuu, nasilsun bakayiiim’’ diyenler. Bu tipler yukarıda belirttiğim ‘şuursuz, virüs yüklü papağan’lardır, ancak kendilerini ‘sosyal kuş’ olarak tanımlarlar, cinsiyetleri büyük olasılıkla erkektir. Bunlara, ‘Laz çizuuu kadar taş düşsün taş kafana’ demek geliyor içimden.
  2. İkinci tipler ‘sosyetik kuşlar’dır, bunlar çoğunlukla kadın cinsinden olurlar. Kendi şivelerini iyice süzdüre, süzdüre ‘ban bu kızın lazca konuşmasına bıyılıyoroom’ gibi bir cümle kurarlar. Ben Lazca bilmiyorum dersen, kendi şivesini iyice incelterek ‘celiyorum, cidiyorum daa’ dediğinizi iddia ederler.

Kendileri kraliyet ailesinden geldikleri için başkalarıyla dalga geçmesi gayet normaldir. Tabii bir de o sıra revaçta olan televizyon seslendirme şivesiyle konuşmasalar. Bu tipler yıllardır, e yerine a derler (ben yerine ban) son yıllarda ş, ç, s, c harflerini de s/z gibi söylemeye (aşk yerine ask, cilt yerine zilt) başladılar.

Keçi bir gün, çitten atlayan koyunun poposunu görmüş de, kendi poposunun sürekli açıkta olduğunu unutup, koyunla alay etmiş. Bunlara da bu hikaye çok yakışır. Sen de bir karar ver, bu tipleri önce kraliyet ailesine yakıştırdın, şimdi de keçiye benzetiyorsun diye düşündüyseniz, ne olmuş yani keçilerin kraliçesi demek istemiş olmaz mıyım?

  • ‘Geç ötücü sosyal kuşlar’, bunların da çoğunluğu erkek olmakla birlikte cinsiyet ayırımı daha belirsizdir. İlk anda değil, mesela yarım saat sonra saatin öğleni geçmesi ve aklınızın yarıya düşmesiyle ilgili bir espri patlatırlar.

Onunla aynı sınavları kazanmış, aynı okulu okumuş, aynı mesleği yapıyorsundur, dolayısıyla sana aptal demenin aslında kendi aptallığının teyidi olduğunu düşünemezler. Bunlara ‘seninle konuşurken aklımın hepsini kullanmama ne gerek var ki’ demek uygundur.

  • Bir de ‘fıkracılar fırkası’ vardır, erkek ağırlıklı olmakla birlikte cinsiyetsizdirler. Bir kısmı ‘can kuştur’, yeri ve zamanı geldiğinde, gerçek Laz fıkraları anlatır, bunlara hiçbir itirazım yoktur. Bunlardan birine rast gelirsem, üstüne ben de yeni fıkralar ve fıkra gibi yaşanmış olaylar eklerim. Böylece fıkra havuzları genişler, bu yeni espriyi başka ortamlarda da kullanabilirler.

Bu guruptan küçük bir kesim ise ‘anguttur’ , bunlar, sadece ‘Lazlar aptaldır’ demek için aptal bir fıkramsı anlatır. İşte bunlara tahammül etmek sabır gerektiriyor.

Bunları püskürtmek için, gözlerinin içine, duvar gibi bir ifadeyle uzun uzadıya bakmak yetiyor, o gün bir daha yanınıza yaklaşmıyorlar.

  • ‘Kuş beyinliler’, bunları artık ırkçı zorbalar sınıfına sokmak lazım. Çünkü yaptıkları espri değil aşağılamadır. İlk 3 (ve angutlar) kuş tipini susturmadıkça kısa sürede sıra bunlara gelir. Ne de olsa senin şaka kaldırdığın tescillenmiştir.

İşte bu tiplere, her kim olursa olsun, haddini bildirmek lazım. Ancak genellikle yaptıkları esprinin(!) etkisiyle o kadar kamaşmış olurlar ki, sizin sözlerinizden hiç etkilenmezler, sözler bir kulaklarından girip diğerinden çıkar. Ne de olsa iki kulak arasında sözlerin değebileceği büyüklükte bir organ yok, sözünüz boşlukta dolanıp, geri çıkar. Aslında bu tiplere kendi etnik kökenlerini sorduğun zaman duyma özürleri anında kaybolur, sana saldırgan bir cevap verirler. Senin kökeninle alay eden kişilerin, kendi etnik kökeni hakkında ne kadar hassas bir ruha sahip olduklarına şaşırmamak elde değildir.

Bu tiplere cevabı Mevlana’dan vermek lazım.

Suskunluğum asaletimdendir.
Her lafa verecek cevabım var.
Lakin, bir lafa bakarım laf mı diye,
Bir de söyleyene bakarım adam mı diye!

Tabii salt sözden anlamayacaktır, söylerken ‘angut kaçıran’ duvar surat ifadenizi takınmakta ve gözünüzü kırpmadan suratlarına bakmakta fayda vardır.

Gözü korkacaktır, çünkü bütün zorbalar korkaktır.

BEN DENİZİN KIZIYIM, SEN KİMİN ÇOCUĞUSUN?

BU YIL BİZİ CANIMIZDAN BEZDİRDİ, AMA BOLCA İLHAM VERDİ, YENİ FİKİRLER GELİŞTİRDİM, BAZI FİKİRLERİM, PEKİŞTİRDİM, BAZI KARARLAR VERDİM

Ne yıldı ama diye hatırlayacağımız bir yıl geçiriyoruz.

Bu sene neredeyse her gün alışıldık, alışılmadık bir doğal afet haberi aldık. Orman yangınları mı çıkmadı, çekirgeler mi basmadı, çığlar mı düşmedi, depremler mi olmadı, meteorlar mı düşmedi, pandemiler mi çıkmadı. Savaşlar devam ediyor, uçaklar düşüyor, dünyanın çeşitli yerlerinde yanardağlar patlıyor, artık seller, mayıs ayında bahur sıcakları, ardından ceviz büyüklüğünde dolular.  Daha aklıma gelen gelmeyen neler, neler. Üstelik daha yarısına bile gelmedik, şimdi de mini buzul çapının başlayacağı konuşulmaya başladı.

Aylardır, insansız ev sahalarında yaşıyoruz. Bu inziva süreci bolca düşünmeye, yeni ilhamlar edinmeye, kalıplaşmış düşünceleri fark etmeye  fırsat yarattı. 

Daha önce farkında olmadığım bir  ‘şaşırma ölçeğim’ varmış, bu ölçeği artık yeniden ayarlamam gerekiyor.

Beni şaşırtan her olay için ‘bu yaşıma geldim,  her şeyi gördüm, artık beni herhangi bir şey kolayca şaşırtmaz dediğim anda, bunu da duydum ya bir yaşıma daha girdim diyeceğim bir şey oluyor’ derdim.

Hekimlik insanı şaşırtıcı olaylara şahit eder; bir gün hastanızın annesi kendi kızının nişanlısı ile kaçar, bir  gün aynı bebekte tam 3 ayrı genetik hastalık teşhis edersin,  başka bir gün yanına yürüyerek getirilen çocuk,  gözünün önünde birkaç dakika içinde komaya girer, bir başka gün servisinize silahlı bir adam dalıp, çocuğunun yanında kalan eşini vurmaya kalkar.

Yani sık sık bir yaşıma daha girdim dedirtecek bir şeyler olur.

Ama bu yıl işte bu ‘bir yaşıma daha girdim’ ölçeğim değişti.  Geçen hafta, bir gece, gök yüzünde, neredeyse bütün Doğu ve Kuzeydoğu illerimizde gözlenen, bir parlama  yaşandı.  Bir çok kişi bu olayı videoya çekti. Bunun bir meteor olduğu ve muhtemelen Artvin önlerine Karadeniz’e düştüğü anlaşıldı. Normal zamanda olsa günlerce haberlere çıkardı, ben de şahsen göksel olaylara çok ilgiliyim, merak eder, araştırırdım. Bu yıl herkes benim gibi şaşırma katsayısı yükseltmiş olmalı ki, aman canım meteormuş, bu yıl düşmese hatırım kalırdı dedi, meteor arada kaynadı gitti.

Kendimde ve benim gibi pozitif bilim eğitimi almış bir çok arkadaşımda gözlediğim bir başka eğilim ise hepimizin sadık bir şekilde astrolojik yorumları takip etmeye başlaması.

Açık konuşmam gerekirse eskiden astrolojiye hiç inanmazdım, ancak son yıllarda etrafımda inanan çok kişi birikti, söyledikleri zamanla aklıma yatmaya başladı. Emekli olduğumda nasılsa bolca da zamanım var diyerek bu konuda online temel eğitim bile aldım.

Konu ile ilgilendikçe ay döngüsünün üzerimde yarattığı etkiyi açıkça fark etmiştim (mesela dolunay zamanları uykum kaçar). Gene de bu yıl, astrologlar neredeyse bütün olacakları en beklenmedik haliyle tahmin edene kadar göksel olayların, günlük yaşantımız üzerinde  bu denli büyük etkisi olduğuna pek de inanamamıştım.  Şimdi ise, ay düğümleri  hangi burçlarda, tutulma ne zaman, hangi derecede, hangi gezegenler geri harekette, hangileri durağan, hangi gezegen, hangisiyle ne açı yapıyor, bu kalıplar neye işaret eder, hepsini  yakından takipteyim.

Bazı konularda düşüncelerim daha da berraklaştı.  İnsanların, ayaklarını toprağa basabilecekleri, küçük ölçekli yerleşim yerlerinde yaşaması, insan ruhuna çok daha uygun. Bir metropolde uzun dönem yaşamayı zaten hiç düşünmemiştim, ne kadar yerinde bir düşünce şeklim varmış, iyice inandım.

Bir başka iyice pekişen düşüncem ise yönetimler, güç odaklı değil, insan odaklı olmalıdır. Bu kısa ömrümde Sovyetler Birliğinin  yıkıldığını gördüm, bir yandan uzaya füze gönderiyorlar, nükleer bomba yapıyorlardı, diğer yandan insanlar açtı. Bu salgında Amerika Birleşik Devletlerinin iç yüzünü de gördük, dünyaya demokrasi getiriyoruz diye her yere bomba yağdırıyorlar. Salgında hastane koridorları ceset torbalarıyla doldu taştı. Çünkü onların gerçeği de parası yoksa sağlık hizmeti de alamayan, doğru beslenemeyen, barınamayan, her türlü riske açık yaşayan milyonlar.

Bu inziva sürecinde, ABD’de, siyahi bir adamı, diziyle ezerek öldüren bir polis, bir anda bütün dünyada ırkçılık konusunda farkındalığı artırdı. Irkçılık,  kendi etnik aidiyetini yüceltmek adına, diğer etnik gurupları aşağı görmekle ilgili bir şey.  Böylece kendi gurubun dışındaki insanlara yaptığın her zorbalık, kendince haklı oluyor. Hak gasp etmek, işkence etmek, öldürmek normalleşiyor, hatta idealize ediliyor. Yani ırkçılık bir çeşit akıl tutulması ve ruh hastalığıdır. Üstelik bu hastalığa yakalandığını anlamıyorsun bile.

Kendi hayatımdan örnek verecek olursam, ben de sık sık ırkçı zorbalığa maruz kalırım, ancak bu  süreçte,  bu zorbalığa karşı oldukça sessiz  kaldığımı fark ettim.

Bizim sınıf her sene bir araya geliriz. Her toplantıda,  ilk kez buluşmada arkadaşlarımdan en az 7/8’i, beni ‘’’uyyyy laz kizuu, nasilsun bakayiimm’’’ diyerek, sözüm ona esprili, aslında açık bir şekilde alaycı ve küçümseyici bir şekilde selamlar.  İlk anda bu vurguyu yapmayı unutmuş olan 3/5  kişi de mesela ikinci cümlesinde ya şivemle dalga geçer ya da  ‘artık saat on ikiyi geçti, artık aklın ermez’ der. Birlikte olduğumuz birkaç gün içerisinde, başka 8/ 10 kişi daha, seni görünce aklıma geldi deyip, aptallık vurgulayan  bir Laz (!) fıkrası anlatır.

Hatta en son buluşmalarımızdan birinde arkadaşlardan biri,  yemek masasında,  elini bana doğru sallayarak  ‘bu Laz lan, ben bunun yerinde olsam, kafamı kesip atardım’ diye haykırarak, kahkahalar attı.  Ben bu durumdan rahatsız olduğumu söylediğim zaman ise arkadaşlarımdan ‘aman bunda alınacak ne var’ gibi bir tepki aldım. Oysa gurubumuz oldukça hassastır, en ufak bir kırıcı söz söylense hemen uyarılar gelir.

Benimle dalga geçenlere sorsam,  adım kadar eminim ki, ırkçılığa karşıdırlar. Irkçılığa karşı olduğuna gönülden inanır, ama, her gördüğünde  de Laz olduğum için benimle dalga geçer, bunun da ırkçılık olduğunu idrak etmez.

Şimdi bu farkındalıkla bir karar verdim. Bundan sonra artık cılız bir itiraz yok, açıkça, ‘bana bu şekilde davranmaktan sizi men ediyorum, bu yaptığınız ırkçılıktır, ırkçılık bir ruh hastalığı olarak tanımlanır ve insanlığa karşı işlenen en büyük ayıplardan biridir’ diyeceğim.

BİR KAÇ METOT VE KÖY ENSTİTÜLERİ

Salgın dolayısıyla hiç oturmadığımız kadar çok evde oturduk, hiç kalmadığımız kadar uzun süre yalnız kaldık.  Bu süreçte herkes anılarını tazeledi, yazdı, paylaştı. Sosyal medyada, Köy Enstitüleri ile ilgili anılar, dikkat çekecek kadar sık ve son derede etkileyici, sürekli karşıma çıkıp durdu.

Aile tarihime hiç girmemiş bir konu olan ‘Köy Enstitüleri’  hakkında, haddim olmayarak ve büyük bir hayranlıkla, bir kayıt da ben düşmek istedim.

Köy Enstitüleri 17 Nisan 1940 tarihli ve 3803 sayılı yasa ile ilkokullara öğretmen yetiştirilmesi amacıyla açılan okullara verilen isimdir ve tamamıyla Türkiye Cumhuriyetine ait özgün bir projedir. Gençliğimde, Trabzon, Beşikdüzü’ndeki, öğretmen okulunun, aslen Köy Enstitüsü olarak kurulmuş olduğunu duymuştum.

Benim annem de bir ilk okul öğretmeniydi, ancak o İstanbul’da okumuştu, ailemizde de köy enstitüsü mezunu kimse olmadığı için, evde konuşulan bir konu değildi, aklım erdiğinde de çoktan kapatılmışlardı,  sadece okuduklarımdan, sağdan soldan duyduklarımdan biliyorum.

Geçen gün, Köy Enstitülerinde okutulan bir nota kitabı gördüm, Köy Enstitüleri hakkında hiç bir şey bilmediğimi, anlayamadığımı fark ettim.

Bu güne kadar okuduğum anılar, romantizm ve özlem dolu güzellemelerdir sanıyordum. Ama aslında cehalete karşı verilen benzersiz bir mücadele,  yarınlar için yapılan büyük bir yatırım, umut dolu bir atılım imiş. Hayatını eğitime adamış bir insan olduğum halde, o enstitülerde okuyan bir gencin birkaç kitabını görene kadar anlayamamışım.

Oysa bu umut dolu serüveni anlatan bir çok anı paylaşılmıştı.

Örneğin; Çok soğuk bir kış günü, enstitüde yakacak yokmuş ve bir türlü bekledikleri yardım  gelmiyormuş, artık çevrede sular donmaya başlamış, bu olumsuz şartların gençler üzerinde oldukça moral yıkıcı  etkisi olmuş, kimse yerinden kalkmak, herhangi bir şey yapmak, ders çalışmak istemiyormuş.

Öğretmenlerinden biri onları karşısına almış ve ‘evet bir sorunumuz var, beklediğimiz yardım gelemiyor, o halde sorunu kendimiz çözmek zorundayız, şimdi bir karar vereceğiz burada miskince bekleyen mi yoksa sorununa çözüm arayan mı olacağız, unutmayalım bize bu imkanları sağlamak için bizden önceki nesil ne zorluklara katlandı, bizim umutsuzluğa hakkımız var mı’ diyerek, inanılmaz bir konuşma yaptıktan sonra onları ormandaki yaşlı ağaçları kesmeye davet etmiş.

Gençlerin hepsi sorunu çözme gurubuna katılıp, heves ve neşe içerisinde, üstelik gün boyu sıkı çalışmaktan üşümek ne kelime, bedenleri alev ateş yanarak, şarkılar türküler eşliğinde, kendi yakacaklarını elde etmişler.

Daha sonra bu sorun tespit etme, çözüm yollarını kendinde arama, ortak çalışmanın, bu dayanışma ruhunun, onlara nasıl iyi geldiğini,  duygu durumlarını yükseltip, kendilerini karamsarlıktan kurtardıklarını çocukları ve torunlarına anlatmışlar.

Bir çok kişi sanki sözleşmiş gibi, birer birer, Köy Enstitülerinde okumuş büyüklerinin karneleri yayınlamaya başladı. Okudukları derslere bakınca insanın etkilenmemesi mümkün değil, tarımdan, sanata, matematikten, gök bilime kadar o denli değişik konularda eğitim aldıklarına şaşırmıştım.

Arkadaşlarımın pek çoğu, benim dikkatimi çekecek kadar sık bir şekilde Köy Enstitülerinden mezun olan anne babalarının anılarını yazdılar ve kapalı gruplarımızda paylaştılar. Bu anılardan anladığım kadarıyla gençler, okulda sadece üstün bir  bilimsel eğitim almamışlar, aynı zamanda günlük hayatlarında kullanacakları  görgü kuralları, konuşma, sofra adabı gibi konularda da incelikle donatılmışlar. Bütün mezunlar, hayatları boyunca Köy Enstitüsü ruhunu gururla içlerinde yaşatmış, gelecek kuşaklara bir çok aktarımda bulunmuşlar.

Bütün bunlardan çok duygulanmış, ancak gene de idrak edememişim. Kitapları görünce gözlerim açıldı.

Geçen gün kuzenim Emre’yle konuşurken, bu karantina günlerinde, günde en az 2 saat bahçede çalışıyorum, sabah serinliğinde çalışsam daha iyi, ama bahçeden sonra ellerimi kullanamıyorum, onun için sabah piyano çalıyorum, akşam da bahçede çalışıyorum dedim. Emre bana ‘Köy Enstitüsü gibi’ demesin mi? Oysa aynı ailede büyüdük, onun da çocukluğunda aile büyüklerinden dinlemişliği yoktur.

Uzun sözün kısası, Köy Enstitülerini, bütün hayatım boyunca, duyduğumdan daha çok şu son 2 ayda duydum diyebilirim.

(Çanakkale’ye yerleştikten birkaç ay sonra, bu yaşımda yeniden çocukluğumdaki gibi piyano dersleri almaya başladım. Gerçi hiç müzik yeteneğim yok ama el becerime ve azmime güveniyorum, elbet bir gün insan içine çıkarabileceğim bir şeyler çalacağım.)

Tam da salgın öncesi yeni bir hocadan (Berkin Işık) ders almaya başlamıştım. Salgın çıkınca epeyce ara vermek zorunda kaldık, ancak  son 1/ 2 haftadan beri de maskeler ve sosyal uzaklık kurallarına uyarak yeniden derslere başladık.

Ben uzun yıllar boyunca hep gençler ve çocuklarla ilgilendiğim için, yaşı benden küçük insanlara hep sen der, yavrum, evlatçığım gibi seslenirim. Daha önceki piyano hocam neredeyse torunum yaşında bir üniversite öğrencisi olduğu için bu dil onu hiç rahatsız etmedi. Şimdiki hocam ise 40 yaş civarında, ona da yavrum diye ağzımdan kaçırınca, hemen kusura bakma ben böyle konuşmaya alışığım, eğer rahatsız oluyorsan söyle dedim. Bana cevap olarak hiç rahatsız olur muyum, ben de sizi babaanneme çok benzetiyorum demesin mi? Kadının resmini gösterdi gerçekten oldukça benziyoruz.

Sonra ben sormadan Berkin’in ağzından, dede ve babaannesinin  Hasanoğlan Köy Enstitüsünden  mezun olduğu döküldü (Şaşırdım mı? Elbette hayır). Babaannesi piyano, dedesi keman öğretmeniymiş. Babaannesine ait metotlar benim hocamda, dedeye ait ise keman hocası olan kardeşindeymiş.

İşte bana gösterdiği metotlar babaannesi rahmetli Müzeyyen Işık’a ait metotlardı. Gözlerime inanamadım. Bütün bestecilerin, bütün klasik müzik parçaları o metotlarda var. Hocam resmen bir tarih hazinesine sahip.   Şimdi,  o metotları arasan bulamazsın.  Ayrıca bir sonraki sene öğrencilere okutmak için kendi elleriyle hazırladıkları metotlar bile var.

Ben bu kadar ilgilenince  Berkin aile tarihini anlattı. Dedesi Osman Işık da babaannesi Müzeyyen Işık gibi köy enstitüsü mezunu ve her ikisi de uzun yıllar öğretmenlik yapmışlar.

Babaannesinin babası Talat Ersoy ise, Kızılçullu ve Aksu Köy Enstitülerinde öğretmenlik ve müdürlük yapmış. Hatta Aksu’nun kurucu müdürüymüş, enstitünün yeri için toprak ağasıyla yaptığı hukuk mücadelesini kazanmış, ama daha sonra millet vekili olan ağanın düşmanlığını da kazanmış.

Haklarındaki hikayeler inanılır gibi değil, mesela Talat Hoca, bir yıl öğrencilere Hamlet’i oynatmış. Bunda ne var diyeceksiniz ama aynı yılın başında önce bir amfi tiyatro inşa etmişler. Yani bir tiyatro eseri oynamak için öyle sadece, ezber, prova, dekor, kostüm yapmıyorsunuz, tiyatroyu da siz yapıyorsunuz.  Artık bu gençler imkansızlık nedir düşünür mü? Gerçekten de zor benim işim, imkansız biraz zaman alır diye buldukları her işe girişiyorlarmış. Berkin’in dedesi, Alman bestecilere çok hayran olduğu için Almanya’ya gitmiş, bulduğu kaynakların hepsi Almanca ya, hiç bilmediği Almancayı öğrenmeye karar verip kendi kendine mükemmelen öğrenmiş.

Ancak onların kitaplarını görünce gerçekten idrak ettim ki, o enstitülerde hiçbir şey göstermelik değilmiş, her şey çok gerçek ve çok üstün nitelikteymiş.  İlkokulda ders verecek müzik öğretmenleri, konservatuvar mezunu gibi yetişmişler.

Elde yazılmış metot
Berkin, ben ve arkadaki kitaplıkta, tarihi metotlar
Show Buttons
Hide Buttons