Category Archives: Genel

KARA BAKLA DIBLESİ

Kara baklanın tam zamanıdır. Karadeniz bölgesi baklayı pek bilmez, ben de Çanakkale’ye taşındıktan sonra bakla ile tanıştım desem yalan olmaz. Buraya gelmeden önce sadece zeytin yağlı taze bakla ve fava yapmayı bilirdim. Bahçede yetiştirmeye başladıktan sonra  tane baklayı çok sevdik. Baklanın fasulye gibi kabuklu halini ise yine sadece zeytin yağlı dere otlu haliyle yapıyordum. Fakat baklanın bu halinin süresi çabuk geçiyor, zeytin yağlı bakla da benim ancak yılda 1 yada 2 kez yediğim bir şey. Fakat öte yandan bahçedeki baklaların çıtır hallerini de kaçırmak istemiyorum.

Aklıma İran gezisinde yediğimiz pilavlar geldi. Bu pilavların pek çoğunda taze, fasulyeli ya da tane halde bakla vardı. Belki de orada bakla mevsimiydi. Bir de Giresun’un en bilindik yemeklerinden biri olan fasulye dıblesi var aklımda.

Neden kara bakla dıblesi olmasın diye düşünüp, bu yemeği uydurdum. Bence çok güzel oldu. Belki biraz renk katmak için içine havuç da rendelenebilir.

İÇİNDEKİLER

1 bardak pirinç

2 adet soğan sapı ( soğanların içinden çıkan ve üzerinden tohum verdikleri kısım) bulunamazsa 1 adet yemeklik doğranmış kuru soğan veya 2 dal yeşil soğan da olabilir.

Yarım kilo taze bakla

Zeytinyağı, tuz

YAPILIŞI

Pirinçler yarım saat kadar sıcak ve tuzlu suda bekletildikten sonra bol su ile nişastası çıkana kadar yıkanır.

Baklalar ve soğanlar yıkanarak 1 cm uzunluğunda doğranır. Tencereye yağ koyulur, önce soğanlar bir miktar kavrulur, daha sonra baklalar eklenir. Tuzu da verilerek, bakla soğan karışımı biraz daha kavrulur. Baklanın ham kokusunun çıkması ve  haşlanması için tencereye bir çay bardağı kadar kaynar su eklenerek kısık ateşte suyunun çekmesi beklenir. Baklalar tamamen sularını çektikten sonra pirinç eklenerek bu karışım, pirinçlerin renkleri saydamlaşana kadar kavrulur.

Bundan sonra 1,5 bardak sıcak su eklenerek, 10 dakika yüksek ateşte 20 dakika kısık ateşte üzeri kapalı bir şekilde pişirilir.

Bundan sonra pilav tahta kaşıkla bir kez karıştırılıp, tencerenin kapağının altına bir kağıt havlu koyularak 10/15 dakika kadar demlenmeye bırakılır.

Bu pilavı yaparken sebzelerin kendi nemleri olduğu için normal pilav yaparken koyulandan daha az su koyulması önemlidir.

Bu haliyle çok lezzetli oldu ama istenirse pilavı renklendirmek için içine havuç rendesi de eklenebilir. Ayrıca servis öncesinde üzerine dereotu kıyılabilir.

Sıcak ya da soğuk olarak yemek mümkün, ancak bence  soğuk çok daha güzel oldu. Eğer sıcak yenecekse tereyağı da eklemek daha güzel olacaktır.

BU BENİM İLK SOSYAL İZOLASYONUM DEĞİL, AMA BU SEFER KÖYDE OLMASAYDIM NE YAPARDIM, BİLMİYORUM.

Biliyorum bir hayli salgın yazısı yazdım ama şu sıralar hayatlarımızda başka ne var ki? Son günlerde salgın biraz hızını kesince, kısıtlamalar da resmi olarak biraz gevşetildi. Gene de ikinci bir dalganın gelmesi beklendiği için evlerde oturmamız öneriliyor. Bu hafta tam 2 aydan beri evlerimizde oturuyoruz.

Aslında benim evden çıkma yasağım yok, ama 2 ayda topu toplamı, 4/5 kere Çanakkale’ye markete, 1 kere Lapseki’ye fide almaya gittim. Bir kere de Sibel babasını çok özleyince, Nasuh Eniştenin, Lapseki’deki mezarını ziyaret ettim, mezar başında görüntülü konuşup, mezarı gösterdim, kısaca kuzenime sanal bir mezar ziyareti yaptırdım.

Gene de şehirde oturanlara göre çok hareketliyim.

Çalışırken, hem bedenim hem de kafam çok yorulurdu, günde 500 kişiye laf anlatmaktan/ anlatamamaktan perişan olurdum. En büyük fantazim, şöyle hiç kimseyle konuşmak zorunda olmadan, geceleri uykum telefonla bölünmeden, öylece yatıp dinlenmekti. Birkaç kere (telefon hariç) hafta sonu hiçbir şey yapmadan sadece tembel tembel yattığım, Cuma gecesi iş dönüşü giydiğim geceliği, Pazartesi sabahı işe gitmek için çıkardığım bile olmuştur.

Bazen ıssı bir adada haftalarca, aylarca yatıp dinlenme hayalleri kurardım. Adada olmasa bile, doksanlı yılların birinde, birikmiş yıllık izinlerimi alıp 2 ay boyunca evde boş boş yatıp, TV’de saçma diziler izleyip, cinayet, casusluk, macera romanları okuduğumuştum. Bir gün, güya günlerdir takip ettiğim diziyi izlerken, Nermin’e, ‘bu Claus denen adam kimdi’ diye sorunca, ‘ne bileyim, senin izlediğin dizi bu değil ki’ diye cevap almıştım. Oysa ben klaus dışında bir fark görememiştim. İki ay sonra yeniden şarj olmuş şekilde iş başı yapmıştım.

Bir kez de neredeyse yarım yıl ‘ön emeklilikte’ evde yattım.

Emekli olmaya aniden karar vermiştim. Bu karar aklıma geldiği andan sonra da bir türlü işe gitmek içimden gelmemişti. Ancak herkes, bana hizmet etmek için çok zamanım olduğunu ve evde çok canımın sıkılacağını söyledi. (Hatta ben, dişim için anestezi altındayken, anestezist arkadaş, bana emekli olmamam için diye telkinde bulunmuş, ben bilincim kapalıyken ‘hayır hayır hayır’ diye inlemişim, sonradan itiraf ettiler.)

Bilincim açıkken kafam bu kadar net değildi, acaba benim için henüz erken mi, canım sıkılır mı gibi düşüncelerim oldu. Emeklilik denemesi için 3 ay rapor ve birikmiş izinlerimi aldım.

Niyetim biraz gezip kafa dağıtmaktı ama hiç evden dışarı çıkamadım. Günde 10/12 saat uyudum. Yataktan kalkıp, salondaki kanepeye yattım, artık yatak zamanı geldi diye düşündüğüm zaman tekrar yatağa geçtim. Alış verişimi de ya telefonla halettim, ya da haftada bir, evin çevresindeki marketlere gidip, hemen geri döndüm. Ancak 5 ay sonra artık yavaş yavaş hayata dönmeye başladım.

Mayıs ayında büyük izne başlamıştım, ilk kez Eylül’de o da, acaba hareket edebilir miyim diye korkarak yeniden yoga merkezine gitmeye başladım. Kendime gelebilmem hareket etmeye başladıktan sonra hızlandı ama birkaç ay daha sürdü.

O zamanlar benim enerjim yoktu, çok yorgundum, dinlenmeye ihtiyacım vardı, evde tembellik yapmak gayet uygundu. Belki bu dönemlerde depresyon geçirdiğimi düşünenler olabilir, ama bence tükenmişlik (eskiden sürmenaj denirdi) demek daha tanımlayıcı olacaktır.  

Bu karantina günleri benim o bitkinlik zamanlarıma denk gelseymiş, iyiymiş, oysa şimdi hiç tembellik yapacak ruh hali içerisinde değilim. Keşke o zamanlar bu kadar içten evden dışarı çıkmamayı istememiş olsaydım, baksanıza gerçek oldu. Şimdi dışarı çıkma yasağım yok, ama çıkınca ne yapacaksın? Her yer kapalı, herkes evinde oturuyor.

Köyde oturduğum için çok şanslıyım. Aslında bu sıcak havalarda köyde yürüyüş yapmaktan hiç hoşlanmam. Geçen yıllarda yılan görmemek için bu mevsimlerde pek orman yürüyüşü yapmazdım, bu sene artık yılan falan vız gelir deyip kendimi ormana attım. Her gün orman yollarına dalıp, keşif gezintileri yapıyorum. Bu bölgede, bizden beş beter, birkaç şehir kaçkını daha, orman içlerinde oldukça izole bir yaşam sürüyorlar. Mesela geçen gün, bu keşif gezilerinden birinde ‘Mehmet Hoca’ ile tanıştık, öğretmen ama ömrü Artvin, Kaz Dağları ve bu köyde geçmiş, modern zaman bilgesi.

Bir başka gün ise köyün gözlerden uzak, orman içindeki mezarlığını bulduk ve oldukça büyük bir Osmanlı mezarlığı olduğunu fark ettik. Buralarda bir de eski Osmanlı yerleşim yeri var, geçtiğimiz aylarda hamamında define aramışlardı, şimdi de orayı bulacağım.

Bu yıl bahçe ile her zamankinden çok ilgileniyorum, hem ırgatlık hem de ağalık yapıyorum. Hiç alışık olmadığım işlerle canım çıkıyor, ama azimle devam ediyorum.

Bu hafta toprak kazıldı, damla sulama serildi ve fideler toprakla buluşturuldu. Mütevazi aromatik bitkiler bahçemde (kendi tabirimle çaylığım) kekikler, ada çayları ve bir çok bitki çiçeklendi. Bu çaylıkta, geçen ay güzelce temizlediğim yabani otlar yeniden boy attı, şimdi ikinci tura başladım. Çaylığım için aromaterapi ile ilgilenen bir arkadaşımdan destek isteyeceğim.

Geçenlerde kuzenimle telefonda konuşurken, sabah evde piyano çalışıyorum, akşam bahçede ot söküyorum deyince ‘köy enstitüsü gibi yaşıyorsunuz’ dedi, benzetme çok hoşuma gitti.

KORONALI, SANAL GÜNLERDE GELDİ ÇATTI HIDRELLEZ, HIDIRELLEZİ NASIL KUTLAYACAĞIM

Kendimizi karantinaya aldığımız, 10 gün sonra 2 ay olacak.  Neyse ki son bir haftadır salgın dalgası sönümlenmeye başladı gibi görünüyor. Ancak bizler hala evdeyiz, mantıkla düşününce sızlanmaya hakkımız yok, yine de insansız günler uzadıkça katlanması daha zorlaşıyor, zaman zaman karamsarlığa düşmemek elden gelmiyor. Bugün, bir de puslu, nemli keyifsiz bir hava var, yani tam depresyon havası, ben de yaptığım hiçbir şeyi hevesle yapmadım, her şeyi baştan savdım. Klasik davranış stilimdir, depresyon tedavisi olarak, bol bol karbonhidrat yedim, hiç pişman değilim. Ancak sadece birkaç saatlik depresyona iznim var, fazlası bana yaramaz.

Hıdrellez kapıya dayandı, üzerime çullanan bu bıkkınlığı atmak için çok güzel bir fırsat. Her sene yaptığım gibi Hıdrellezde bir çok ritüel yapacağım. Hatta bu yıl her zamankinden biraz daha fazla ya da farklı ritüeller yapmaya karar verdim. Mesela bu yıl diğer yıllardan farklı olarak dileklerimi 5 Mayısın ilk saatlerinde yazacağım, kağıdı gül dalına asmak işini her zamanki gibi.

Her yıl gerçekleşmesini istediğim şeyleri bir kağıda yazar, hatta resim çizer, 5 Mayıs akşamından bir gül dalına asarım, çok da sıkıca bağlamam ki rüzgar dileklerimi uçursun. Hıdrellez dileklerimin gerçekleşmeme ihtimali oldukça azdır. Bazen dileğimde hafif kaymalar olur ama gene de gerçekleşir, eğer gerçekleşmeyecek bir şey dilemiş isem, zaten ertesi sabah dilek kağıdımın halinden anlaşılır.

Bir sene, büyük bir kendini beğenmişlikle, gerçekleşeceğinden emin olduğum bir şeyi de yazmıştım. O gece feci bir rüzgar balkondaki saksıyı yerden yere vurmuş, bütün toprağı balkona sermiş, gülü kökünden çıkarıp, balkona fırlatmış fakat buna karşılık kağıdımı uçurmamıştı. O yıl isteğim gerçekleşmedi, büyük bir hezimetti. Yani Hıdrellez dileklerine çok inanırım.

Bu yıl istek kağıdımı (dilekçe) bir gece önceden hazırlama sebebim, 5 Mayıs gününün ilk saatlerinde Merkür’ün, Güneşin tam kalbinde olması. Bu birleşme astrolojik olarak yılda sadece birkaç kez meydana gelir ve 1,2 saat kadar sürer, bu süre içerisinde düşüncelerinize dikkat etmeniz gerekir, çünkü gerçekleşme olasılığı oldukça yüksektir. Ben de bu Hıdrellezde mademki böyle bir tesadüf oldu, fırsatı kaçırmayayım dedim.

Ülkemizde Hıdırellez kutlamaları, en coşkulu Hatay civarında yapılır. bu yörede Hıdırlık denilen ve Hıdırellezde ziyaret edilen su kenarları vardır. Bizim ülkede bulduğumuz her suyun kenarının mesire yeri olmasının bir sebebi var değil mi?

Her yıl mutlaka bir suyun kenarına gitmeye özen gösteririm. Çünkü Anneler (anneannem) her Hıdrellezde bir kayığa biner, 7 dere ağzı geçer ve bir de sanırım şimdi havaalanı inşaatı altında kalan denizin içindeki delikli bir taşın içenden geçerdi.

Trabzon’da iken benim Hıdrellez suyum Yanbolu Irmağıydı, orayı ziyaret ederdim. Eğer Yanbolu’ya gidemeyeceksem, mutlaka Değirmendere’yi ziyaret ederdim. Çanakkale’de ise boğazı ziyaret ediyoruz. Bazen Gelibolu yarımadasına da geçiyoruz.

Bu yıl yapacağım su ziyareti gene boğaz olacak, bu sene öyle uzak yerlere gitmek pek mümkün görünmüyor, evin önündeki ufak dereye gitmek de tuhaf olur. Yakın bir tarihte keşfettiğim, Umurbey sahilindeki ıssız, sulak alanda, boğaz kıyısında yürüyeceğim, nasıl olsa benim sokağa çıkma yasağım yok.

Hıdrellez sabahı, pencereleri açıp, içeriye bolluk, bereket, sağlık davet edeceğiz. Henüz hava tam aydınlanmadan ev halkından kısmetli biri evin kapılarından dışarı çıkıp, eve girecek.

Duygu ile Hıdrellez üzerine instegram sohbeti yapacağız. Bu sohbet için başka ne ritüeller yapılıyor diye araştırırken, cüzdan ve tencerelerin kapaklarını açık bırakıp, bereket davet edenler varmış, çok beğendim ben de yapmaya karar verdim.

Hıdrellez, Hızır ile İlyasın kavuştuğu, dünyaya bereketin geleceğinin habercisi olan gün olarak tanımlanıyor. Hızır ile İlyas’ın 2 ayrı karakter mi, yoksa tek bir insan mı ( varlık mı) olduğu bile net değil.  İlyas, bütün kutsal kitaplarda sözü edilen, her din tarafından kabul gören bir peygamber. Hızır ise, çok daha eski bir öğretiden geldiği belli olan, hiçbir kutsal kitapta adı geçmediği halde bütün semitik dinler tarafından kabul gören bir kült. Sanki kadim batını bilgilerle, semitik dinleri birbirine bağlayan bir köprü gibi.

Şu anda Kuran’da hiç adı geçmediği halde, Müslümanlar arasında Hz. Muhammet ve Hz. Ali’den sonra en çok hürmet edilen şahsiyet Hızır.

Hızır, bir peygamber değil, daha çok bir veli/Salih kişi olarak tanımlanıyor. Buna rağmen bu kadar geniş bir coğrafyada tanınması, herkes tarafından benimsenmiş olması, Hızır inanışının çok daha derin anlamlar taşıdığını düşündürüyor.

Bana sanki tek bir kişiden ziyade her insanın dönüşebileceği bir hal gibi geliyor. Yoksa,  Musa Peygamberle konuşan kişinin, Ahmet Yesevi’ye ders veren kişi ile aynı insan olması nasıl söz konusu olabilir?

Öyle ya herkes yeri gelir, bir başkasının derdine ‘Hızır gibi yetişir’. Hızır inanışını, doğaya yeşillik, insana bolluk, bereket, gönül ferahlığı veren hal olarak da tanımlamak mümkün.

Eskiden insanlar tabiatın kurallarına uygun olarak yaşar, dünyayı ve gök yüzünü çok iyi gözlemlerdi. Bütün varlıkların hava, su ateş ve toprak olmak üzere 4 elementten meydana geldiğine inanılırdı. Semavi dinler öncesindeki inanışlarda kutlanan 4 mevsimdeki, 4 bayram, 4 element ve doğa olayları ile ilişkilidir.

Her ne kadar, yazılı kaynaklarda, Hıdrellez bahar bayramı olarak geçiyorsa da, bundan pek emin değilim. 

Öyle ya ilk bahar bayramı açıkça Nevruz’dur, çünkü tam da ilk baharın başladığı gün kutlanır. Tam olarak gündüz ve gecenin eşitlendiği günde ( ilk bahar ekinoksu) kutlanır. Bu bayramda şenliklerin en önemli özelliği Nevruz ateşidir, bence ateş elementinin bayramı İlkbahar bayramıdır.

İki farklı ilk bahar bayramı olması biraz tuhafıma gidiyor, bence Hıdrellez yazın habercisi olan bir doğa bayramıdır. Hıdrellez, Eta Aquarit gök taşı yağmuru zamanına denk gelir. Bu gök taşı yağmuru dünyanın yörüngesiyle Halley kuyruklu yıldızının yörüngesinin kesiştiği günlerde meydana gelir. Hıdrellez, açıkça su ile ilişkilendirilir. Hatta Hızır denizlerin, İlyas karanın bereket habercisidir diye düşünülür. Hıdırellez, toprağın su ile buluşma, ağaçlara su yürüme zamanıdır diye açıklayanlar da olur. Sonuç olarak Hıdırellez bolluğun, bereketin, tarımın, sıcaklığın başladığı günlerin habercisidir.

Hıdrellezden sonra artık tarım zamanıdır,  aylarca eğlenecek zaman bulmak zor. Ancak hasat yapıldıktan sonra, elde edilen ürünü kutlamak için şenlik yapılır, hasat sonrası ise imeceyle kışa hazırlanılır. Hasat zamanı, pek çok ürün ve bahçeler için genellikle Eylül ayıdır. Açıkça toprakla ilişkili olan bu doğa bayramı, göksel değil, yeryüzünde gerçekleşen bir olayı kutsamak için yapılır ve bu nedenle tarihi net değildir.

Kış bayramı ise daha sonraları önce Mintraizmde Mintranın doğum gününe daha sonra da Noel’e evrilen, Nardugandır. Bu bayram da tam olarak günlerin uzamaya başladığı günde (25 Aralık) kutlanır ve asıl olarak hava (soğuk) elementi ile bağdaşır.

Bu salgın bize, doğanın güçleri karşısında ne kadar savunmasız olduğumuzu ve doğaya saygılı olmanın gerekli olduğunu tekrar hatırlattı. Şehir yaşantısında bu söylediklerim insana saçma gelebilir, ancak köyde yaşayınca bütün bu bilgilerin ne kadar önemli olduğunu yeniden fark ediyorum.

MECBURİ SOSYAL İZOLASYON BİZİM NESLİ BİLE DİJİTAL ÇAĞA GEÇİRDİ, ARTIK ISLAH OLMAYIZ

Bilgisayarlar  ilk çıktığında ben otuzlu yaşlardaydım, bilgisayarların her masaya hatta her kucağa konması, internetin icadı ve yaygınlaşması bir 15-20 yıl daha aldı. Fakültenin amfilerinin alt yapılarının da tamamlanmasıyla, ancak 40’lı yaşlarımda derslerimi bilgisayarda hazırlamaya başladım.

Bizden sonraki nesil çok daha erken yaşlarda sanal dünya ile tanıştı, onların çocukları olan şimdiki bebeler daha doğdukları andan itibaren akıllı telefonlardan müzik dinliyorlar. Bütün haberleşmeler, bankacılık işlemleri, alışveriş internet üzerinden yapılıyor. Hatta evcil hayvanlar için bile dijital oyunlar var.

Doğaldır ki, bizim nesil bu kadar geç yaşta tanıştığı sanal dünyayı bir türlü yeterince verimli kullanamıyor. Hatta biraz da ürküyor.

Ben doçentliğe hazırlanırken bütün kaynaklarımı üniversitenin kütüphanesinden bulmak zorundaydım. Bunun en büyük artısı, tıp dergilerinde basılmış bütün bilgilerin hakemler kurulundan denetlendiğini bilir, literatürden aldığımız bilgilere güvenirdik. Ancak bu olumlu madalyonun diğer yüzünde, kütüphanede, hem de iş saati içerisinde saatlerce literatür tarayıp, tam da bulmayı istediğin sayı dışında binlerce dergiyi karıştırıp, hüsran içerisinde geri dönmek, üstüne işinde bulunmadığım saatlerde biriken işleri yetiştirmek için fazla mesai yapmak vardı.

Şimdi evinde otururken, kucağındaki bilgisayardan, hatta telefonundan bütün dergilere ulaşmak mümkün. Bu durumun olumsuz tarafı ise bir sürü yalan yanlış, denetimsiz bilgiye de bu kolaylıkla ulaşabiliyor olmak.

Evet, sanal ortamda çok kötü ve zararlı şeyler de oluyor,  anladığım kadarıyla, uyuşturucu satabiliyor, fuhuş yapabiliyor, hatta istersen kiralık katil bile bulabiliyorsun. Bu kadar ileri gitmesen bile hiç anlamsız oyunlara takılıp, gerçek dünyadan kopabiliyor, zamanını büyük çoğunluğunu ekran karşısında harcayabiliyorsun. İnternet bağımlılığı artık uyuşturucu bağımlılığı kadar önemsenen bir davranış bozukluğu halini aldı,  tedavisi de hiç kolay değil.

Benim bu dijitalleşmeye başlayan dünyada bir türlü ayak uyduramadığım şey ise dijital kitap okumak. Genç nesil kolayca bilgisayar ekranından kitap okuyor, ama bizim nesil, gözü görse de ekrandan okuyamıyor, okumaya çalışsa da elinde tuttuğu kağıda yazılı kitaptan okuduğu gibi anlayamıyor. En azından ben böyleyim, konuştuğum akranlarımın çoğu da böyle.

Bizim zamanımızda evet, basılı kitap okurduk. Hatta, kitaplarımla aramda tuhaf bir bağlılık vardır, defalarca okumuş olduğum bir kitapta bile asla bir yıpranma, altı çizilmiş satır, yaprak kenarlarında, cildinde bozulma göremezsiniz, gözüm gibi dikkat ederim çünkü. Fakültedeyken, ders kitaplarımı okurken uykuya dalar, sabaha kadar kitabım koynumda uyurdum, gene de hiçbir kitabımı yıpratmadım, hiçbir satırı, kurşun kalemle bile çizmedim. Eğer dikkatimi çekmek istediğim bir bilgi varsa, küçük kağıtlara notlar alır, o notları kitap arasında saklardım. Mutlaka altı çizilmesi gereken bir yerler varsa, kitaptan fotokopi çektirir, fotokopileri çizerdim. Bir başkasının satır altlarını çizdiği kitabı asla okuyup da aklıma sokamazdım. Çünkü dikkatimi çizilen satılar çeler ve diğer bir cümlede yazılan daha önemli bilgiyi gözden kaçırırım diye düşünürdüm. Bu alışkanlığım hala devam ediyor, tekrar okumayacağım kitapları, ikinci el kitapçılara vermek gibi bir huyum vardır, kitabı alan her ne kadar yeni göründüklerine şaşırır.

Benim için sanal dünyadan çekinmek için iki önemli sebepten biri, ekrandan okuduğumu, özellikle de uzun metinleri tam olarak kavrayamamak. İkincisi ise ne zaman internet üzerinden alışveriş yapmaya kalksam ya yanlış ürün aldım, ya da banka kartımın numarasını çaldırıp, bir sürü zarar ettim.

Bütün çekincelerime karşın, gene de sanal dünyayı yaşıtlarıma göre çok daha verimli kullandığımı düşünüyorum.

Birden bire, dünyayı corona virüs pandemisi sardı, bildiğimiz hayat değişti. Aniden evlere kapandık.  Bir çok iş yeri, okullar kapatıldı. Toplu halde sanal dünyanın nimetlerine her zamankinden daha çok muhtaç kaldık.

Okullar derslerini online yapmaya başladılar. Böyle bir şeyin olacağını rüyamda görsem hayra yormazdım, ancak oldu işte.  Aslında birkaç yıl Sağlık Bakanlığının tedavi hizmetleri için 10 yıllık bir plan hazırlamıştık. Ben de sosyal pediatri masasında moderatör idim. O çalıştayda, hastanelerde yatan çocuklar için, tek merkezden yönetilen, online hastane okulu projesi yapmış ve sağlık bakanlığına sunmuştuk. Bu kısıtlı programın bile gerçekleşeceğini hayal sanırken, bir anda bütün ülkede bütün okullardaki eğitim online hale geldi.

Sadece okullar değil, bütün işletmeler de online derse başladı, örnek olarak ben de piyano derslerini online almaya başladım. Ne kadar yoga stüdyosu varsa hemen hepsi online eğitime başladı, ya da evde yapabileceğiniz videolar yaptı. Ben de Trabzon’daki hocalarımın videolarını ile evde yoga yapmaya başladım. Böylece bahçede paraladığım kaslarımı gevşetiyorum.

En çok zorlayan mesele ise eğlence mekanları kapalı, evlerde de buluşamıyoruz. Resmen insansız kaldık. İnsansız yaşam sahası da pek tatsız tuzsuz oldu. Durum böyle olunca sosyal ilişkiler de sanal dünya üzerinden yürümeye başladı. Aynı anda bir çok kişi ile görüntülü konuşabileceğiniz programlar anında yaygın olarak kullanılmaya başlandı. Herkes kendi evindeyken telefondan kına gecesi yapan bile oldu.

Bir çok kişi, konuk davet ederek seri sohbet programları yapmaya başladı. Geçen gün Trabzon Devlet Tiyatrosu sanatçılarından biri olan Duygu Urhan bana telefon edip instegramda  böyle bir canlı sohbet programı başlattığını söyleyerek beni de davet etti.  Tabii hemen kabul ettim. SİS’li günler (Salgın, İzolasyon veya İlham ve Sanat) isimli bir söyleşi yaptık. Ben Çanakkale’de yatak odamda, o ise İstanbul’da evinde iken karşılıklı konuştuk. Dinleyiciler de istedikleri soruları yazarak sordular. Hem biraz bilimsel olarak bu günkü ve tarihteki salgınlardan, salgınların toplumsal düzeni nasıl değiştirdiğinden söz ettim. Daha sonra da bu izolasyon günlerinin aslında bizi istenmeyen sosyal ilişkilerimizden de kurtardığını, bu sessizliğin ruhumuzu ilhama açtığını, bir çok sanatçının benzer izolasyon günlerinde ürettiği sanat eserlerini , herkesin sanat eseri üretemeyecekleri gerçeğinden yola çıkarak en azından kalplerini iyilik yapma ilhamına açmalarını konuştuk.

Aslında 1saat süreceğini planladığımız sohbet genel istek üzerine 2 saate uzadı.

Belki bu yazdıklarımı yıllar sonra okuyan olur, ve ne kadar basit bir teknoloji kullandığımızı düşünür.  Daha önce bir çok canlı radyo ve TV programı yapmıştım, ancak sosyal medya üzerinden interaktif bir program gerçekten çok ‘yeni’ ve farklı oldu.

Galiba bizim nesil de ister istemez sanal dünyayı daha fazla benimsemek zorunda kalacak.

SİTTE-İ SEVR GÜNLERİNDE, SOSYAL İZOLASYONDA YIL DÖNÜMÜ, BAHÇE, İLHAM PERİLERİ VE 23 NİSAN

Güneş, Boğa burcuna girdi ve hemen ardından sitte-i sevr soğukları başladı. Nisan ayının 21’inde güneş, boğa takım yıldızının bulunduğu göksel alana girer ve hemen ardından 6 gün süren soğuklar olur. Bu sene Çanakkale’de 21 nisan yağmurlu geçti, 22, 23 nisan da ciddi poyraz var. Bu bölgede rüzgar, poyraz (kuzeydoğu) ise hava sıcaklığı bir hayli düşük hissediliyor.

Bu hafta köye yerleştiğimin 3. yılı dolmuş oldu. Aklımda şöyle orta boy bir sosyal etkinlik vardı, ancak bu izolasyon günlerinde ne dışarı çıkıp, ne de birkaç arkadaşı eve davet edip evde bir kutlama yapma imkanım yok. Ben de taşınma yıl dönümünde evin perdelerini yıkayarak, hiç olmazsa evin kendisine bir temizlik ritüeli armağan etmiş oldum. Perde yıkayıp, asmanın öyle güzellenecek bir tarafı yok, yorgunluktan başka bir şey değil, ama bu günlerde yaptığım her şeyi bir ritüel edasıyla yapıyorum, böylece günüme anlam atfetmiş oluyorum.

Buraya yerleşeli tam 3 yıl oldu ve ben bu yıla kadar bahçe ile çok az ilgilendim. Bahçe işi Nermin’e aitti, ben ise yılda en çok 3,4 gün yabani ot yoluyordum ama asıl ilgilendiğim, bostan hasadı ve hasat edilen ürünlerin kışa hazırlanmasıydı.

Bu sene bahçe ile ilgilenmeye karar verdim. Aslında niyetim köyden işçi çalıştırıp, onunla birlikte ufak tefek işler yapmaktı, ancak şartlar bu şekilde değişince, bahçenin işinin çoğunu yapmaya başladım. İzolasyon günlerinden önce havanın müsait olduğu günlerde, sadece 1,2 saat, o da eğer şehirdeki randevularımdan  fırsat bulabilirsem bahçede çalışmaya başlamıştım. Martın ortasından yani izolasyon başladığından beri, yağmur yağmadığı ya da aşırı rüzgar olmadığı sürece, günde 2-6 saat arasında bahçedeyim. Elimden çapa düşmez oldu. Hem bahçedeki işleri yapıyorum, hem kol ve sırt kaslarım güçleniyor, hem de bu rahvan günleri bayağı da yediğim halde kilo almadan geçiriyorum.

Çanakkale’de köy pazarına gitmek başlı başına bir sosyal olaydır. Pazar kurulduğu günlerde köylerde adam bulamazsınız. Bu yıl kalabalık dolayısıyla köy pazarına gitmek de riskli görünüyor. Pazara sadece Çanakkale’nin köy ve kasabalarından değil, çevre illerden de ürün geliyordu. Seyahatler de kısıtlandığı için pazarın bu yıl pek de zengin olacağını sanmıyorum. Yani bu yıl ciddi ciddi bostan yapmam lazım. Ben de işi daha da ciddiye aldım.

Zeytinleri bu yıl biraz farklı ilaçlattım. Okuduğum ve oldukça bilimsel bulduğum bir kitabın önerisine uyarak, kükürtlü, kireçli, bakır sülfatlı ve bu yıl ayrıca borlu karışımlarla tamamen doğal ilaçlama yaptık.  Tabii gübre olarak da, tamamen köyde serbest otlamış küçük baş hayvan gübresi kullandık.

Geçen yıl bizim zeytinlerin var yılı idi, bu yıl ise yok yılıdır.

Fakat bu yıl kışın ağaç gölgelerini güzelce kazdırdık ve oldukça derin budama yaptırdık, ilaçlamaları zamanında yaptık ve geçen yıllara ek olarak  bor da kullandık. Ağaçların altını bu hafta bir kez de makine ile kazdıracağım, önümüzdeki hafta damla sulama borularını serdireceğim.

Bu yılın verimine bakarak okuduğum kitabı denemiş olacağım. Eğer bu yıl zeytin olursa bundan sonra da bu yıl yaptığımız gibi devam edeceğiz. 

Bostanı ise bu yıl, önceki yıllara göre daha büyük yapmaya karar verdik. Hıdrellezden sonra kışlıkları hasat edip, yazlık fideleri ve tohumları dikeceğiz.

Bu yaz belli ki öyle başını alıp bir yerlere gitmek hayal. Ben de bahçe ile oyalanmayı düşünüyorum. Toprakla uğraşmanın garip bir tılsımı var, insan öğrendikçe öğrenmek, çalıştıkça çalışmak istiyor. Kendi ürettiğini yemenin de tadına doyum olmuyor. Marul yetiştirmeye başladığımdan beri salata yapmaya bile kıyamayıp, tavşan gibi kıtır kıtır yaprak yiyorum, yakında gibi ön dişlerim uzayacak. 

Şifalı ot bahçemin de dilinden daha iyi anlamaya başladım. Daha önce kıyıp da doğru dürüst budayamadığım çalılarımı bu mart başında eni konu budadım. Anladım ki çok yıllık bitkiler budama ile şenleniyor, hiç acımadan makaslayacaksın.

Yeşillendirmeye çalıştığım ve uygun yerlerine sarmaşıklar diktiğimiz duvarlar var. Geçen yaz bu sarmaşıklardan bazıları  bayağı dal çıkardı, budamayı beceremediğimiz için karmakarışık bir şekilde dallar birbirine girdi. Bu yıl onları da başka yerlerde gördüğüm örneklere göre dallarını seyrelterek budadım, iplerle demirlere doladım. Bir şekle sokana kadar da dolamaya devam edeceğim. Bu dolaktan sarkan kolları da duvar boyu budayarak şekillendireceğim, yoksa aman o dal kalsın, yaprak verdi, aman bu dal kalsın çiçek verdi diyerek, bir türlü yeşil duvar yapamayacağız.

Bahçe ile uğraşırken, benim gibi kara cahil isen en basit şeyleri bile ya okuyarak, ya köylüye sorarak, ya da daha önce yapan birinin örneğine bakarak ilerleyeceksin. Bizim köylüler bayağı bilgililer, ancak mesela bu güne kadar hiç bor kullanmamışlar. Ben kullanmak isteyince, ilaçlamayı yapan komşum, kendi zeytinlerine de bor attı. Hep birlikte sonucu göreceğiz.

Köyde hayat devam ediyor. Asıl şehirde dört duvar arasında zaman geçirmek oldukça zorluyor. Herkes, bu günleri bir şeylerle doldurmaya çalışıyor. Bu hafta sonu bir arkadaşımla internetten bir sohbet programı yapacağız. Sosyal izolasyonda zaman geçirmek için bize neler ilham olmalı  konusunda fikir üretmeye çalışacağız.

Dedim ya ben bahçe ile bayağı meşgul olmama rağmen, evde  yaptığım her şeyi bir ritüel duyarlığıyla yapmaya çalışıyorum. Yarın 23 Nisan 2020, yani, Türkiye Cumhuriyetinin, Birinci Büyük Millet Meclisinin kurulmasının üzerinden tam yüzyıl geçti. Gazi, bu günü yarınlara umut olması için Ulusal Egemenli ve Çocuk Bayramı olarak kutlanmasına karar verdi.

Ne yazık ki bu yıl bu coşkuyu meydanlarda birlikte kutlayamayacağız, ancak millet olarak çok kararlıyız, herkes evlerini bayraklarla donatacağız ve hep birlikte pencerelerden balkonlardan İstiklal Marşımızı okuyacağız.

Bu yalnızlık günlerinde geleceğe umutla bakmak üzerine düşünmeyi de ihmal etmeyeceğiz.

Önceden bayrağı dışarı asıyordum, şimdi kapalı balkonun camının güneşliğine içerden takıyorum. Biraz önce Sermin’le birlikte, büyük bir saygıyla, bayrağı iğneledikten sonra güneşliği yükseltip, basbayağı göndere bayrak çekme merasimi yaptık.

BİR SALGIN YAZISI DAHA, GEÇEN BÜYÜK SALGINLA KARŞILAŞTIRMA, ŞİMDİ NELER OLACAK SORUSUNA CEVAP ARAMA ÇABALARI

Daha pandeminin başlarındayız, henüz tünelin sonunu tam olarak tahmin etmek pek mümkün değil. Dünya tarihinde birkaç çok belirgin hastalık salgını olduğu biliniyor. Bunların çoğu vektörler (taşıyıcılar, mesela veba örneğinde fareler) ve su yolu ile bulaşan (kolera) hastalıklardı. Amerika kıtasını bulan ilk Avrupalılar, beraberlerinde bir çok hastalığı da taşıdılar ve daha önce hiç karşılaşmadıkları mikroplarla karşılaşan insanlar büyük ölçüde kırıma uğradı. Mesela çiçek hastalığı ‘eski dünya’ üzerinde son 50 yıla kadar her zaman büyük problem olmuştur, ancak ‘yeni dünya’ insanları bu hastalıkla hiç karşılaşmamış, dolayısıyla hiç bağışıklık kazanmamıştılar. Kısaca yerliler çiçek hastalığından soy kırıma uğradı demek yanlış olmaz.

Bilinen salgınlardan bu günküne en çok benzeyeni ise birinci dünya savaşı sırasında ortaya çıkan ve İspanyol gribi diye adlandırılan salgındır. Bugünkü salgına sebep olan virüs, o zamanki virustan daha farklı bir virüstür, ancak bulaş şekli ve başlıca solunum yollarını tutması yönleriyle benzerdir.

Damlacık yolu ile bulaş olduğunda hastalık insandan insana yüz yüze yakın temasla ve ya da kapalı alanda birlikte bulunmayla geçer. Bu şekilde bulaşan bir hastalığın bütün dünyayı dolaşabilmesi, daha önceki yüzyıllarda pek de mümkün değildi, çünkü hem dünya nüfusu çok daha azdı, hem de çok daha düşük yoğunluklu topluluklar şeklinde yaşanıyordu, üstelik bu küçük topluluklar arasındaki seyahatler de oldukça kısıtlıydı.

Birinci dünya savaşında grip salgını ortaya çıktığında gençler, kışlalarda, yatakhanelerde, cephelerde (toplu halde) ve savaş koşullarında (yani sağlıksız ortamlarda) yaşadıkları için birbirlerine bulaştırma ve ölüm oranları yüksek oldu.  O salgında ölenlerin sayısı (40-100 milyon)  savaşta ölenleri geçmiş ve süresi 3 dalga halinde 2 yıla yakın sürmüştür.

Bu gün şartlar, o günkünden çok daha farklıdır. Her şeyden önce dünya nüfusu o günlerde 1,5 milyar bile değilken bu gün 8 milyara yaklaşmıştır. Ayrıca o zaman insanların %80’i köylerde yaşarken bugün %60’ından fazlası şehirlerde yaşamaktadır. Yani hem nüfus çok artmış hem de çok daha yüksek yoğunlukla, daha dar alanlarda yaşamaya başlamıştır. Üçüncü bir faktör de o salgında muhtemelen savaşan ordulara lojistik destek sağlayan birlikler ve yeri değiştirilen birlikler dışında pek de yerini değiştiren insan yokken, bugün ulaşım kolaylığı sayesinde sıradan insanlar olarak büyük kalabalıklar halinde dünyayı dört dönüyoruz. Mesela ben, Marco Polo’dan daha fazla gezdim.  

Bir başka önemli faktör de bu gün hem salgın bilimi (epidemiyoloji) hem de tıp bilimi açısından o güne nazaran çok daha üst düzeydeyiz. Dolayısıyla bu kesinlikle bu salgında o günkü kadar çok ölüm olmayacağını biliyorum, ancak süresi ve ilk dalganın ardından başka dalgalar yapıp yapmayacağı konusunda henüz bir ön görüm oluşamadı.

Şu anda hastalık belirtisi gösteren insanlardan sadece testi pozitif çıkanlar istatistiklere giriyor. Testi negatif çıkan ve klinik olarak corona hastası kabul edilip, tedavi gören, iyileşen, ölen bir çok  kişi daha var. Bu gurup hastalar rakamlara yansımıyor, ancak  testin pozitiflik oranına bakacak olursak, sayıları test pozitif çıkanlardan çok daha fazla olmalı.

Benim tahminime göre bu salgında ülkemizde kaç kişinin hasta olduğunu hiçbir zaman net olarak öğrenemeyeceğiz. Ancak yıllar sonra ölüm sayılarına bakıp, bu salgında kaç kişinin öldüğünü hesaplayabiliriz. Bu dönemde trafik kazası ile ölümler oldukça azaldığı için gene de salgından kaynaklanan ölümler yaklaşık olarak hesaplanabilecektir. Ölüm sayılarına bakarak kabaca gerçek hasta sayısını tahmin etmek mümkün olacaktır.

Bütün bu süreçte belli ki dünyanın yükünü sağlık ve lojistik alanlarında çalışan bir çok görünmeyen kahraman kaldıracak.

Bundan 5 yıl önce olsa ben de şu anda bu savaşta cephede (hastanede) olacaktım, ancak şu anda bana düşen görev,  hastalanmamak ve dolayısıyla hastalığı yaymamak için maksimum özeni göstermek. Yani sosyal izolasyon kurallarına uymak, zorunlu olmadıkça sokağa çıkmamak, çıkmak zorunda kalınca maske takmak ve insanlarla arama mesafe koymak.

Çünkü eğer ben hastalanmazsam, benim bulaştıracağım insanlar da hastalanmayacaklar. Yani bu durumda hastalanmamaya çalışmak, bu salgının kısıtlanması için yapılacak çok önemli bir toplumsal görev.  Bu savaşta en kolay iş bize düştü, sıkıldım demeye, sızlanmaya hakkımız yok.

Aslında en zor günlerde insanı umutlandıran o kadar güzel şeyler de oluyor ki, işte dünyayı bu güzellikleri yapan insanların niyetleri kalkındıracak. Bir çok kişi iyilik gurupları  oluşturdu, evlerinde maskeler dikmeye, yemekler yapıp sağlık çalışanlarına götürmeye, komşusunun alış verişini yapmaya, bakkal borçlarını kapatmaya başladı.

Bu salgın herkesi farklı şekillerde etkiliyor. Evde izolasyonda olanı farklı, hastalığı geçireni, yakınını kaybedeni farklı, sağlık ve lojistikte çalışanı farklı, işini kapatmak zorunda kalanı farklı, ama herkesi bir şekilde etkiliyor ve etkilemeye devam edecek.

Bu günler bize belirsizlikte yaşamanın ne demek olduğunu öğrettiği gibi, toplumsal dayanışmayı ve yardımlaşmayı da öğretecek. Salgın bittikten sonra öyle sanıyorum ki, akıl sağlığımızı, sosyal ilişkilerimizi, hayattaki önceliklerimizi gözden geçirip, yeni değerlere sahip çıkacağız.

ZORUNLU İNZİVA GÜNLERİ; ZAMAN ÜZERİNE DÜŞÜNCELER

Oldum olası, zamana karşı  garip bir merakım ve farkındalığım  vardır.   

Günün her anında saate bakmadan da üç aşağı, beş yukarı saati tahmin edebilirim. Sabah gözümü açtığımda saatin kaç olduğunu bilirim. Sadece güneş takvimini takip etmem, ay döngülerinin de istemesem bile farkında olurum. Dolunay günlerinde gözüme uyku girmez mesela.

İnsanoğlunun zaman ölçüm birimleri ilgimi çeker. Her konuda onluk sayı sistemini kullanırken neden zaman birimleri bu kurala uymaz,  neden haftada 7 gün vardır, neden yıl 12 aya bölünmüştür, neden hiçbir doğa olayı ile örtüşmeyen bir gün yılın başı kabul edilmiştir gibi soruların yanıtlarını araştırır, bulurum. Okuduklarım çok merakımı daha da uyandırır.

(Zamanın ne hızla geçtiğine dair  matematiksel ölçütler kadar,  kuantum fiziksel ve felsefi boyutunu da düşünürüm. Zaman ne zaman başladı, sonlu mu sonsuz mu,  doğrusal bir şekilde mi geçiyor, yoksa her şey bir anda mı oluyor, evrenini her noktasında aynı hızda mı geçiyor, evren genişledikçe hızlanıyor mu, nedir, ne değildir sorularını da öğrenmeye gayret ederim. Elbette bu konular hakkında  aklımın alabildiğini pek iddia edemiyorum, ancak bir kitap okuduğum ya da bilen birini dinlediğim zaman resmen büyülenirim. Bu mesele gündelik hayatta konu dışı, ancak bu inziva günlerinde merak edenler için muhteşem bir araştırma konusudur.)

Zamanın bir de ruhsal/duygusal bir boyutu vardır ki, bununla da fazlasıyla ilgiliyim. Bazen bir dakika bir saat gibi geçer de, saatlerin nasıl geçip gittiğini anlayamazsınız bile.

Zaman karşı ilgim sadece akademik boyutta değil, örneği bütün hayatım boyunca, günlük hayatımı düzene sokmak için  kişisel ‘zaman yönetimi’  yaptım, zaten kafamda bu tür şablonlar olmasa, hiçbir işimi bitiremezdim.

Gündelik hayatımda, kafamda bir ölçülebilir olan ‘dışsal zaman’ var (seneler, aylar, haftalar, saatler, dakikalar). Bir de  zamanın, kendi içinden geçme süresi var, zamanın hissedilen geçme hızına da ‘içsel zaman’ diyorum.

Örneklendirecek olursak;

Bir şey yetiştirirken dört nala koşan zaman, bir şey beklerken kaplumbağa hızıyla geçer. Oysa kolunuzdaki saate bakarsınız, dışınızdan geçen zaman, içinizden geçenden çok farklıdır.

Zamanın ‘dışından’ geçme hızı ölçülebilir, matematikseldir, profesyonel anlamda işleri yaparken saate önem vermek, planlama gerektirir ve başarı getirir.  ‘İçinden’ geçen zaman ölçüye gelmez, ancak kaliteli geçirdiğin zaman mutluluk ve sosyal başarı getirir.

Bir cerrah olduğunuzu ve bir saat sürecek bir ameliyat yaptığınızı düşünün. Bu durumda, zamana profesyonel anlamda önem verirsiniz, her bir saniyeyi maksimum dikkatle ve teker teker geçirirsiniz. Büyük olasılıkla da bir saatin sonunda bir sorun çıkmadan çabucak bitti diye düşünürsünüz.

Şimdi bir de o ameliyat olan hastanın, ameliyathaneden çıkmasını bekleyen kişi olduğunuzu düşünün. O kapıda beklerken, o bir saniye maksimum dikkat içerisinde değil ama, maksimum kaygı ve beklenti içindesiniz. Bu bir saat, nasıl da uzadı da uzadı değil mi?

Bugüne kadar, çalışma arkadaşlarım tarafından da kolayca fark edilebilen oldukça iyi bir ‘dışsal zaman yönetimi’ kavramım vardı. Bu sayede her sınava girerken hazırlıklarımı tamamlamış olurdum,  işlerim ne kadar çok olursa olsun, günün sonunda yapmayı düşündüğüm çoğu şeyi bitirmeyi başarırdım. Bitiremediklerim de çoğu zaman ya başkalarına bağımlı olan, ya da zamana yayılması gereken işler olurdu.

Ben listeler yapıp ve yaptığı işlerin üzerini çizenlerdenim. Her zaman masamın üzerindeki takvimde, saatimde, gözümün önünde yapılacak işler listeler vardır. Emekli olduktan sonra günün saatlerini bu denli kılı kırk yararak ayarlamadım, ama gene de yapılacak günlük işler listesi kullanmaya devam ettim.

Neredeyse 5 yıllık emekliyim, sabahları öğlene kadar uyumak ya da sabahlara kadar oturmak, evde yatak kıyafetleriyle dolaşmak gibi alışkanlıklar geliştirmedim.  Günümü ve haftamı gene yapılacak işler listelerimle geçiriyorum. Böylece günleri, saatleri karıştırmıyor, yapılması gereken işlerin zamanını aksatmıyorum.

Ancak böyle bir ruhsal disipline sahip olan biri olarak, her zaman bir süreliğine inzivaya çekilip, düşüncelerimi gündelik hayattan koparmak ihtiyacı hissetmişimdir. Hatta yıllar önce bir arkadaşıma takılıp, bir gurubun küçük bir sahil kasabasında yapacakları inziva hafta sonuna katılmıştım.

Oraya giderken toplu taşıma kullanılmamıştı, gurupta arabası olan birkaç kişi arabasına bizleri almış ve motele öylece gitmiştik. Arkadaşım ve ben de dediğim dedik yaşlı bir adamın arabasıyla gittik. O zamanlar daha yeni doçent olmuştum, altımda da yeni kimse yoktu, işim kaldırabileceğimden çok daha ağırdı. Ne gecem ne gündüzüm vardı. 

Giderken yolda adam bize bu inzivadan ne beklediğimizi sordu, ben de telefonum kapalı olduğundan (hastanedekiler de bu durumu biliyordu)  bir hafta sonu, kimse beni bölmeden  kesintisiz uyumak, kafamı dinlemek istiyorum diye cevap verdim. Bu cevabım adamı o kadar kızdırdı ki anlatamam, insan gününü kendi planlarmış, kendine zaman ayıramayan beceriksizmiş, bana saymadığını bırakmadı.

Ancak o inzivada, tanışma sırasında meslekler de söylendi, benim doktor olduğum duyulunca, her bir katılımcı bana derdini anlattı, sorular sordu, nefes bile aldırmadı. Sadece bir ara arkadaşımla kaçıp sahilde biraz yürüyelim dedik, arkamızdan koşarak geldiler, beni geri çağırdılar. Baktım motel sahibi histerik kriz geçiriyor, burnuna kolonya sürüp ayılttım. Uzun sözün kısası o hafta sonunda güya telefonlar kapalı tutulacaktı, hiçbir dışsal uyarı almayacaktık, katılımcılar benim canıma okudular. Giderken bana bir sürü saydıran aksi ihtiyar, dönerken ‘kusura bakma, sen gerçekten dağın başına gidip inziva yapmalısın’ dedi.

Uzun sözün kısası,  inziva yapmaya uygun bir hayat yaşayamadım, ama yapabilmeyi isterdim. Şöyle gerçekten her şeyden ve herkesten uzakta bir hafta geçirmek ne güzel olurdu. Tabii ki olmadı.

Fakat işte bu güne gelindi, pandemi oldu, zorunlu olarak evlerimize kapandık.  Şu inziva (ben karantina demiyorum) günlerinde, hayatımda ilk kez saatleri olmasa da günleri birbirine karıştırdım, çünkü artık zaman ölçütüm, dışımdan geçen zaman değil.

Evde otururken (ne kadar inziva dedikse de gerçekçi olmak lazım) acaba hastalık kapar mıyım diye kaygılanırken, ben şöyle güzelce tefekküre dalayım, varoluşsal meselelerimi düşüneyim, fenafillah olayım demek de pek mümkün değil.

 Bu günlerde en önemli, evde zaman geçirirken, içinden geçen zamanı nasıl olur da kısaltırım, yani ne yaparsam daha kaliteli zaman geçiririm sorusuna yanıt bulmak. Bu sorunun cevabı herkese göre farklıdır. Ama çok rica ediyorum, daha az yiyip, daha fazla hareket yapmanın bir yolunu bulun.

CIRTCIRTLI BİR MUSİBET GELDİ, KENDİ AYAKLARI YOK AMA İNSANLAR ÜZERİNDE DÜNYAYI DOLANIYOR. ONU DURDURMAK İÇİN, SİZ DURUN, EVİNİZDE OTURUN.

Daha önceki bir yazımda sözünü etmiştim, corona virüsler kabaca bir RNA ve üzerinde çıkıntıları olan bir zarftan ibaret virüsler. Virüsler cansız ortamlarda çoğalamadıklarından çoğalmak için mutlaka canlı bir hücrenin içerisine girmeleri gerekiyor, bir kez hücre içerisine girince de, hücrenin kaynaklarını kullanarak kendi genetik materyalini (corona örneğinde RNA) aktive ediyor ve bir çok yeni virüs ortaya çıkıyor. Bu süreç içine girdiği hücrenin ölmesi ile sonuçlanıyor.

Corona virüsün  zarf ya da zar dediğimiz dış kısmı küçük çıkıntılarla dolu, sırf bu görüntü bile bana canlı hücreye yapışma özelliğinin ne kadar fazla olduğunu gösteriyor.

Şu anda, ayakkabıdan giysiye son derece sık kullanılan cırt cırtlar, neredeyse düğme ve fermuarların yerlerini tamamen aldı. Bu tip kapat aç mekanizmasının keşfi aslında 1948 yılında George de Mestral tarafından yapılmıştır. İlhamını ise doğadan almıştır, bir gün köpeğini gezdirirken tüylerine yapışan dulavratotu tohumlarından almıştır. Herkes bilir ki dulavratotu tohumları dış kısmında ince ve yapışkan çıkıntılara sahiptir, dokulu bir yüzeye yapıştı mı kolayına bırakmaz.

İşte bu corona virüsler de aynen dulavratotu tohumu gibi cırt cırtlı. Canlı hücre zarına bir yapıştı mı bırakmıyor anlaşılan. Aslında bu cins virüsü Ebola, SARS, MERS gibi salgınlardan tanımaya başlamıştık. Şimdi de COVID 19 pandemisi ile gündemde.

Daha önceki nispeten coğrafi sınırları içerisinde kalan salgınlarda çok daha saldırgan bir formdaydı. Çok kısa sürede hasta ediyordu ve öldürme oranı da çok daha yüksekti. Bu tip mutasyonlar uzun sürede virusun varlığını devam ettirebilmesi için müsait değildir. Bu durumda daha az saldırgan mutasyon gelişti, böylece virüs bütün dünyayı dolaşabiliyor, çünkü şimdi çok daha uzun sürede kişiyi hasta ediyor, böylece bulaştırıcılık oranı çok yüksek oluyor. Diğer formlara göre daha az öldürücü, ama hasta sayısı çok fazla olduğu için çok fazla ölüm görüyoruz.

Bu durumda bize düşen görev, hastalığın hızlı yayılmasına engel olmamak için bireysel olarak toplumdan soyutlanmak. Çünkü bu cırt cırtlı musibet, esas olarak damlacık yoluyla bulaşıyor, diğer bulaş yolları ise çok sınırlı. Yani kimseyle ağız ağıza gelmemek lazım. Bu tip bir bulaşa engel olmak için fiziksel bariyerler, ayni yüz maskeleri oldukça işe yarar.

Ben de çok yakında konunun uzmanlarının artık herkese sokağa çıkarken maske kullanmasını önereceklerini düşünüyorum. Evet, maskeler birden bire çok pahalı hale geldi, ancak ev yapımı maskeler de işe yarar, emin olun.

Çıkmak zorunda kalanlar lütfen yüz maskesi kullansın.

Bu cırt cırtlı musibeti oradan oraya gezdiren at/araba olmasın.

Dün 12 gün üzerine elzem ihtiyaçlar için şehre indim. Hastalanıp da hiç kimseye sebep olmamak için maske taktım.

Eczanede kapıyı bir masa ile kapatmışlardı, sokakta reçetemi gösterip, ilaçları öyle aldım.  Marketlerde ise ya içeriye sınırlı sayıda müşteri alıyorlar, ya çalışanlarına korunaklı yüz maskeleri dağıtmışlar, kapılara el dezenfektanları koymuşlar. Hazır dışarı çıkmışken kış lastiklerini değiştirmek istedim, kapıdan girerken ateşimi ölçtüler.

Bütün bu önlemler yeterli olacak mı?

Ben maalesef hiç sanmıyorum. Henüz bir çok kişi,  işin ciddiyetini anlamadı diye düşünüyorum.

Mesela dün şehirde oldukça fazla insanın, maskesiz öylece gezinip durduğunu gördüm.

Mesela dün Trabzon’da tetkik edilmekte olan bir hastanın oğlu tarafından hastaneden kaçırıldığını duydum.

Mesela dün İstanbul’dan arabasına atlayıp yazlıklarına göçen insanların Bodrum, Marmaris gibi yazlık yerlerin girişlerinde yaptıkları araba kuyruklarının resimlerine baktım.

VİRÜS KENDİSİ DOLAŞAMAZ, DOLAŞAN ONU BEDENİNDE TAŞIYAN  BİZLERİZ.

BİR DURUN, BİR OTURUN EVİNİZDE.

BU DÖNEMDE HAYAT BOYU OTURMADIĞIMIZ KADAR ÇOK EVDE OTURUYORUZ, TELEFON TRAFİĞİMİZ ARTTI, TEV’DEN DE BİR TELEFON ALDIM.

Şu günlerde herkesin canı çok sıkkın, ne yapayım, insan dediğin sosyal bir yaratık, göz göze bakmak, yüz yüze konuşmak istiyor. Şöyle dostlarla bir arada oturup, iki lafın belini kırmak ne büyük zenginlikmiş zor yoldan anladık. Bari yeniden bir araya gelince gırtlak boğaz kavga edilmese, ancak insan zihni nisyan ile maluldür (insan unutur) derler, eminim ki bu günler de unutulur, derhal gündelik hırslar ortaya çıkar, gene herkes birbirini yemeye devam eder.

Bu salgın ve karantina günlerinin tarihsel önemi olduğunu düşünerek yazmaya devam ediyorum. Şu anda inanılmaz bir savaş veriliyor. Birkaç yıl önce olsaydı, bu savaşta çarpışan gurubun içerisinde olacaktım, şimdiyse evde oturan guruptayım. Bize düşen görev, hastalanmamak için bütün önlemleri alarak, toplumu ve sağlık ordusunu riske atmamak.

Çocukken ‘Anna Frank’ın hatıra defterini’ okuyup inanılmaz etkilenmiştim. İçinden geçtiğimiz şu günlerin de hiçbir şey yapılmadan geçiyormuş gibi görülmesine karşılık yazılması gerektiğini düşünüyorum. Kişisel tarih yazarak sivil tarihe bir ışık tutma bilinciyle bu bloğu yazmaya başlamadım mı ben?

Doğal olarak bu günlerde, telefon trafiğim oldukça arttı. Hem akraba ve arkadaşlarımın sağlık haberlerini alıyorum, hem de bazılarının paniklerini azaltmaya gayret ediyorum.

Tanıdıklarımdan bazıları daha fazla önlem alıyor, iyice kafayı bozmuş durumda (şimdiki halde bu durum, hiç aldırış etmeyenlerden iyidir elbette). Bunlarla sohbet genel olarak marketten alacaklarını nasıl seçtikleri,  kuryeyi ve paketleri nasıl karşıladıkları, nasıl ekmek pişirdikleri, nasıl temizlik yaptıkları doğrultusunda geçiyor.

Diğer bazılarının merakları aşırı bilimsel oluyor, ben ne virolog ne de epidemiyolog değilim ancak TV ekranlarından özellikle de sevgili Mehmet Ceyhan’dan duyduklarını bana teyit ettirmekle geçiriyorlar. Ben de okuldan ve  kısa süren Halk Sağlığı eğitimimden hatırladıklarımın da yardımıyla cevaplar vermeye gayret ediyorum.

İlginç olan telefonlardan biri de kuzenim Tülin ile yaptığımdı. Tanıdığı amatör bir astroloğun ön görüleri üzerine uzun uzadıya konuştuk. Bu kadar mı doğru öngörü olur, hayretler içerisindeyim. Dediklerinin kalan kısmı da doğruysa daha bu 2020’nin elinden çekeceklerimiz bitmedi.

Bu telefonlardan biri diğerlerinden farklı ve hem içerik, hem de teknoloji kullanımı açısından oldukça özeldi.

Hatırlayanlar olacaktır, emekli olup da Çanakkale’ye yerleşmeye karar verince, Trabzon’da oturduğum evi, Türk Eğitim Vakfına bağışlamıştım. Hayretle, Trabzon şubesinin, bu bağışı nasıl kabul edeceğini dahi bilemediğini fark etmiştim. Çünkü daha önce hiç kimse böyle bir bağış yapmamıştı. Aslında veren el alan eli bilmemelidir kuralına inanıyorum, ancak ben, belki insanları bağış yapmaya teşvik olur diye, bu bağış sürecini bloğumda paylaşmıştım. Bu yazıyı, TEV çok değerli buldu ve birkaç kez ulusal medyada kullandı.

Bu hatırlatmalardan sonra, Trabzon TEV şubesinde çalışan Emrah Nebioğlu’nun aşağı yukarı 2, 3 ayda bir beni arayıp, hal hatır ve bir şeye ihtiyacım olup olmadığını sorarak beni unutmadıklarını zarif bir şekilde göstermeye devam ettiğini de söylemeliyim. Bahsettiğim özel telefon Emrah’tan geldi. Görüntülü bir aramaydı, bir TEV bursiyerini de bağladı, üçümüz farklı yerlerden telekonferans gibi birbirimizle konuştuk.

Meğer TEV bağışçılarının hepsi 65 yaş üzeri olduğu için (ben en genç bağışçılardan biriyim), salgın sırasında duygusal destek vermek amacıyla,  bursiyerlerle konuşturuyorlarmış.

Fakat tabii bizim duygularımızı belli etme şeklimiz diğer bir çok millete benzemiyor. Sözüm ona beni sevindirmeye çalıştılar. Karşımda hemşirelik öğrencisi olan pırıl pırıl bir genç kızı görünce birden bire ağlamaya başladım. Ağlamak da gülmek gibi bulaşıcı galiba, göz yaşları sel oldu, hem Emrah’ı hem de Sümeyye’yi de ağlattım. Belki birkaç yazımı okuyup, birkaç olay karşısında nasıl ağladığımı yazdığımı hatırlayan olur, kimse beni sulu gözlü sanmasın, gerçekten çok az ağladığım için önemseyip yazmışımdır, yoksa kolayına ağlayamam.

Daha sonra Emrah bu görüşme sırasında çektiği resmi beğenmediği için, ikinci bir görüşme yaptık ve ben de nihayet aklımı başıma devşirip genç meslektaşıma, sağlık çalışanı olmak nasıl bir şeydir onu anlatmaya çalıştım. Sosyal dayanışmanın ne denli önemli olduğunu herkesin anladığı böyle bir dönemden geçmekteyken, sosyal dayanışma ruhunun en yüksek olduğu bir mesleği seçtiği için kendisini tebrik ettim. Bir de mutlaka kendisinin de ileride en az bir öğrenciye burs vermesini istedim.

Elbette gençlerin bana evde otur, sosyal izolasyon yap demeleri gerekmedi, ben onlara, hastalanmamak için neden en yüksek özeni göstermeleri gerektiğini anlattım.

Daha sonra iznimi alıp bu görüşmeyi de yerel medyada ve TEV’in sosyal medya hesaplarında kullandılar.

Ev günlerinde elbette TV izleme, sosyal medya kullanma sürem de inanılmaz arttı.

Herkes dünyada olan biten her şeyi bir kenara koyup, salgına kilitlendi. Kendini koruma işini obsesyon düzeyine çıkaran da, akılcı önlemler alan da, hiç aldırmayan da var. Salgınla ilgili TV kanallarında konuşan bilge doktorların çoğu sınıf arkadaşım ya da yakın tanıdığım, onları bu zor dönemde halkı aydınlatmak üzere bu kadar gayretle verdikleri uğraştan ötürü kutluyorum. Bütün konuştuklarıma, onların verdikleri bilgilerden başkasını önemsemelerini öneriyorum.

Corona salgını çıktığından beri sosyal medya kullanan herkesin sanatçı yönü ortaya çıktı. Corona üzerine atma türküler mi atılmadı, şiirler mi yazılmadı, karikatürler mi çizilmedi, özlü sözler mi söylenmedi. Bu ağır gündem içinde mizah çok önemlidir, tabii mizah işi hafife almak anlamına gelmemeli.

Benim en çok hoşuma gidenlerden biri de corona virusun komünist olduğu söylemi, evet çok doğru ne zengin dinliyor, ne fakir dinliyor, ne kraliçe dinliyor, ne çöpçü. Bütün insanları birbirine eşitledi.

İngiltere tahtının varisi olan Prens William, daha geçen hafta bir hastane ziyaretinde öksürünce, ‘şimdi Cambridge dükü size corona virüs bulaştırıyor, sizce de bu işi basın biraz abartmadı mı’ diyerek gülmüştü. Üzerinden bir hafta geçmeden ilk sıradaki veliaht prens olan kendi babası Charles’ın ve hatta muhtemelen kraliçenin de testleri pozitif çıktı. Bu hafta başında Prens William’ın çocuklarının sağlık çalışanlarını alkışladığı bir video yayınladılar. Karısıyla kendisi de halka moral veriyoruz diye telefon başında poz verdiler.

Daha geçen hafta İngiltere başbakanı da biz karantina filan yapmayız, hastalığı geçire geçire atlatacağız demişti, bu hafta hasta sayısını görünce sosyal izolasyona başladılar. Hatta bizzat kendisi de pozitif çıktı, şimdi kraliyet ailesi de İngiltere başbakanı ve sağlık bakanı da karantinada.

Bir de herkes ekmeğini evinde yapmaya başladı. Sanırım corona sonrası bir de obezite salgını baş gösterecek.

Bu resimde hepimiz ağlıyoruz, ancak Emrah suratının ortasındaki telefonun karizmasını çizdiğine karar verdi.
İkinci telefon haberli gelince ben de TEV teşekkür yazısının önünde poz vermeye fırsat buldum

KIYAMET HAZIRLIKLARI EĞİLİMİ, ANCAK SORUN BİYOLOJİDEN ÇIKTI, BİR ISSIZ ADAM MODELİ, ACABA KÖYLERE GERİ Mİ DÖNÜLECEK?

Geçtiğimiz yıllar içerisinde Amerika Birleşik Devletlerinde ciddi bir ‘kıyamete hazırlanma’ akımı başladı. Bir çok kişi ve aile, insanlığın sonunun geleceği günlerin yakın olduğunu düşünüp, bu son günlerde, hayatta kalmak ve kendi kolonisini yaşatmak için ellerinden geleni yapmaya çalışıyorlar. Bazıları sadece kendi çekirdek ailesini kurtarma peşindeyken, diğerleri daha geniş bir sosyal ağ kuruyor. Bir şekilde kötü günler geçince, daha az kalabalık bir dünyada yaşama devam etmeyi düşünüyorlar.

Bu insanlardan bazısı, dünyada bir çevre felaketinin olacağını, suyun biteceğini, atom bombası atılacağını, biyolojik savaş çıkacağını, uzaylıların dünyayı istila edeceğini ya da daha gerçekçi olarak kalabalıktan artık yetişmeyen kaynakları paylaşamayan, yeryüzü halklarının başlatacağı bir savaşın, bütün  toplum kurallarını alt üst edeceğini düşünüyor.

Kıyamete hazırlanma konusunda talep olunca arzı karşılamak için bu konunun ticareti de kuruldu, milyonlarca dolar harcandı bile. Hatta isterseniz yaptığınız hazırlıkların yeterliliğini onaylatabileceğiniz bilirkişi kurulları bile oluştu. Gelip hazırlıklarınıza bakıp, zayıflıklarınızı bildiriyorlar, siz de onları tamamlayıp yeniden kontrol ettiriyorsunuz. İş ciddi yani.

Genel olarak hazırlıklar, oldukça izole bir yerde toprak sahibi olmak, ya da şehirde bir sığınak bulup, yaşayacağınız güvenli bir mekanın oluşturulması ile başlıyor. Daha sonra bu mekana yıllarca yetecek dayanıklı yiyecek ve sarf malzemeleri yığınağı yapıyorsunuz. Biraz doğa bilinciniz varsa sürdürülebilir bir enerji ve besin kaynağı için gereken düzenlemeleri yapıyorsunuz. Bu kaleme güvenli su kaynağı bulmak, güneş ya da rüzgardan elektrik elde etmek, kümes hayvanı bakmak, avlanma, çiftçilik yapmak gibi şeyler dahil. Bir çok aile gerçekten izole alanlarda, sürdürülebilir çiftliklerini kurdu bile.

Bir başka kalem de bazen sadece onun içerisinde yaşayabileceğiniz, ya da felaket olduğunda acilen ana kampınıza gideceğiniz, ya da koloniden başkalarıyla buluşacağınız ya da avlanacağınız bir araca sahip olmak. Sırf araç modifiye etmek için binlerce dolar harcıyorlar.

Son olarak da güvenlik önemli elbette diyerek, resmen silah ve mühimmat yığıyorlar, kendileri ve iş birliği yapacaklarını düşündükleri koloniden kişilere hem silah kullanmayı, hem de bedenleriyle savaş tekniklerini öğreniyorlar.

Şu günlerde dünya genelinde, hiç de dünya dışı olmayan gerçek bir istila var ve gerçekten de olabildiğince izole yaşamamız gerekiyor, üstelik bu durumun ne kadar süreceği de bu günden belli değil. Bu hazırlıklar o kadar da mantıksız değilmiş gibi görünmeye başladı gözüme, ancak çok merak ediyorum acaba o ağır silahlarla ve dövüş sanatlarıyla virusla nasıl savaşacaklar?

İnsanlar, ülkeler birbirleriyle savaşma fikrine o kadar yatkın ki, bu yetmiyor gibi, dünya dışı yaratıkların gelmesini ve onlarla da savaşmayı ciddi ciddi bekliyor. Oysa viral salgınlar son derece gerçektir. Viruslar aşağı yukarı, her 100 yılda bir büyük, 50 yılda bir daha ufak, 10 yılda bir daha da ufak mutasyon geçirerek salgın yaparlar. Yüzyılda bir olan büyük mutasyon, geçen yüzyılda ‘İspanyol Gribi’ olarak bilinen pandemi (dünya salgını)yi meydan getirdi. O zaman dünya bir de I. Dünya savaşıyla perişan haldeydi. Bu savaşı bitiren önemli sebeplerden biri de gribin 50 milyon olarak tahmin edilen oldukça genç bir nüfusu yok etmesiydi. Yani savaşacak genç kalmamıştı. O pandemi 3 yıl kadar sürdü, eğer savaş olmasaydı, belki daha lokal kalması mümkündü. Ne de olsa o zamanlar hayat şartları çok farklıydı. Normalde insanlar lokal üretim yapıp, kendi yaşadıkları yerden pek de uzaklaşmadan yaşıyorlardı. Eğer savaş olmasaydı, bu kadar büyük bir nüfusun dünyanın orasından burasına gitmesine gerek yoktu. Yine de pandeminin bu kadar uzun süreye yayılmış olmasının sebebi, savaş koşullarında bile bu günkü kadar insan hareketinin olmaması diye düşünüyorum. Çünkü o salgında da virüs damlacık yoluyla bulaşan bir virüstü.

Bu günkü pandeminin bu kadar kısa sürede bu kadar yayılmasının sebebi ise bugün dünyanın nerdeyse bir köy kadar organik bağlarla birbirine bağlı olması de dünya nüfusunun yarıdan fazlasının artık kalabalık şehirlerde deyim yerindeyse yığınlar halinde yaşaması.

Sosyal izolasyon ise bulaş hızının azaltılabildiği çok açık. Ülkelerin yapmak istedikleri, salgının bir anda patlayıp, bir çok ülke örneğinde olduğu gibi, sağlık sistemlerini çökertmemesi. Yani insanların azar azar hastalanıp, salgının daha uzun süreye yayılması gerekiyor.

Akla, insanın bugün değil de 4 ay sonra hastalanmasının kişiye ne faydası var diye soru gelebilir. Hatta bir çok kişinin bağışıklık kazanmak adına bir an önce geçirmek gibi bir düşüncesi bile var.

Oysa gerçek farklı; her şeyden evvel solunum cihazına ihtiyaç duyan hasta sayısının, solunum cihazından fazla olmaması lazım. Bu uç bir örnektir. Çünkü mesele sadece cihaz değil, test kitlerinin, laboratuvarların, maske vs sarf malzemelerinin, servislerin, ilaçların ve personelin de sınırının aşılmaması lazım. Filyasyon çalışmalarının yapılabilmesi ve karantina gereksinimlerinin yapılabilmesi lazım.

Sağlık çalışanlarının en büyük risk altında olduklarını net olarak biliyoruz. Onlara bulaşı azaltabilmek için hasta sayısının başlarından aşmaması gerekiyor.

Ayrıca aradan zaman geçtikçe virusun kuvvetini kaybetmesi, aşının, ilacın bulunması gibi olasılıklar da var.

Açıkçası benim kendimi eve kapatmamda en büyük etken, şu anda toplumun geneli için kendi hayatlarını riske atan sağlık çalışanlarının, yani bu biyolojik savaşta cephede olan insanların yüklerini artırmama sorumluluğudur. Öyle sokaklarda gezip de sen neden evinde oturmuyorsun diye sorana sana ne bu benim hayatım demekle olmaz. Sen kendin hastalanmayacaksın ki başkalarını da hasta etme.

Son yıllarda bir başka eğilim de insanların özellikle emeklilik çağlarını daha az kalabalıkta, köylerde ya da en azından daha ufak kasabalarda geçirme isteğidir. Bazı insanlar hiç duygusal hazırlık yapmadan anlık bir kararla çok ıssız yerlere yerleşip, en çok 2 yıl içerisinde pişman olup geri dönüyor. Bizim de içinde olduğumuz bir başka gurup ise, alışık oldukları kent yaşamını da hayatlarında tutarak, banliyölerde yaşamayı tercih ediyor, bu durumda sosyal ihtiyaçlarına da kolayca ulaşabildiği için yeni hayata gayet güzel adapte oluyor.

Bir de benim sınıf arkadaşlarımdan birinden örnek vereceğim, resmen Robinson hayatı yaşayıp da mutlu olanlar da var.

Çanakkale, emeklilerin tercih sebebi olacak kentlerden biri, benim tanıdığım pek çok kişi emeklilikte buraya yerleşti, en azından yılın birkaç ayında da olsa burada yaşıyor.

Bu arkadaşlarımdan Bozkurt ise diğerlerinden ayrılıyor. Çünkü o bir kıyı kasabasına yerleşti, ancak bu kasabaya da arabayla en az yarım saat,  en yakın köye 5 km mesafede oldukça ıssız bir kıyıda, bir kulübede yaşıyor. Burada yazın 3,5 kişi olsa da, kışın tamamen insansız bir bölge. Dün acaba nasıldır diye telefon açtım, kasabaya inişini iyice sınırlamış, evde ne yaptığını sordum kulübesinin içini seraya çevirmiş, fide hazırlıyormuş, odun kesiyormuş, köpeklerine bakıyormuş, günün nasıl geçtiğini bilmiyormuş da geç saatlerde biraz sıkılıyormuş. Yani sosyal izolasyonu tam olarak yapabiliyor.

Bize gelince, biz de köyde, sosyal izolasyon konusunda oldukça rahatız, çünkü havalar da toprakla uğraşmaya pek müsait değil, bizim köyde herkes sosyal mesafeyi koruyor, dün köyün içinde yürüyüş yaptık, kediler bile ortalıkta değil, mamalarının başında sakince yiyorlar. Geçen yıl kar altında mahsur kaldığımız zaman bile böyle ıssızlık, böyle araç eksikliği yoktu. Şehirde yaşayan ve bu dönemde hava almak seçeneği balkonda oturmak olan kişilere göre çok daha az kolostrofobik bir artamdayız.

Kim bilir belki de yeniden köylere dönmek lazım.

Show Buttons
Hide Buttons