Category Archives: Genel

CORONA GÜNLÜKLERİ; EVDE OTURMANIN 50 RENGİ, BAKALIM NE ZAMAN ‘CABIN FEVER’ GEÇİRECEĞİM, YA DA YORGUNLUKTAN ÖLECEĞİM?

Corona salgını yüzünden bu hafta başı itibarıyla ‘Evde kal, Türkiye’ sloganıyla mecbur olmadıkça evden çıkmamamız önerildi. Bir çok işi yeri, kahveler, ibadethaneler kapatıldı. Sürekli salgına ve korunma yöntemlerine dair bilgilendirici TV programları var.

Biz hem emekli olduğumuz için dışarı çıkma zorunluluğumuz yok, hem de yaş gurubu olarak her birimiz 60’ı devirdiğimizden bir haftadır evde oturuyoruz. Bütün hafta boyunca 1-2 kez ilaç ve gerekli malzemeleri almak dışında evdeyiz.

Bizim köy Çanakkale’ye oldukça yakın olmasına karşılık oldukça izole sayılabilecek bir alanda bulunuyor. Çanakkale Lapseki karayolundan sapılarak, 6 km sonra bizim köye ulaşılır. Aşağımızda her ikisi de bize 4 km uzaklıkta olan iki köy ve yukarımızda 2 km uzaklıkta olan bir köy daha ve 5 km ötemizde de bizim köyün bir mahallesi var. Bütün bu alanda yaşayan kişi sayısı ise 1000’den az.

İlk gün kimse sokağa çıkmayın uyarısını anlayamadı, ancak ertesi gün jandarma gelip de aşağı köyde umreden gelenleri karantinaya alıp, bütün köy kahvelerini ve camileri de kapatınca, herkeste şafak attı.

Bizim Sermin aylardır, köyden 2 kadına okuma yazma öğretmeye gayret ediyor, her gün 1 saat birlikte çalışıyorlardı. Bu durumda kadınların kocaları, bizim yaşımızı da düşünerek eşlerini bir süre bize gelmekten men etmişler.

Çanakkale’de Cuma pazarları oldukça önemli bir sosyal olaydır. Cuma günleri köyde kimseyi bulamazsınız, herkes ‘Kale’dedir. Bu Cuma günü ise kimse pazara bile gitmedi, inanılır gibi değil.

Evin içinde ise durum şu; Nermin en kalın kıyafetlerini giymiş, sıkı sıkıya sarınarak, Sermin her zamanki gibi telefonu elinde yayılmış oturuyor. Nermin zaten özellikle felaket haberlerine pek düşkündür. Mesela bir uçak kazası, sel ya da deprem felaketi olsun, dünyanın herhangi bir yerinde yanardağ patlasın, günlerce döne döne aynı haberi bütün kanallardan izler. Bu da yetmez İngilizce kanallardan izler, geceleri sabahlara kadar uyumaz, sürekli aynı görüntüleri izler.

Geçtiğimiz aylarda Türkiye’nin her yerinden deprem haberleri, Van’daki çığ felaketi, İdlip’ten gelen şehit haberleri derken TV koltuğuna zaten yapışık yaşıyordu. Salgın haberleriyle de yakından ilgiliydi, ancak yumurta kapıya dayanınca başka hiçbir şey düşünemez oldu.

Bana gelince evde otur otur nereye kadar deyip kendimi bahçeye attım.

İngilizce konuşanların, cabin fever dedikleri, kulübe humması diye Türkçeye çevirebileceğimiz bir durum var. Eskiden Amerika kıtasına ilk yerleşen kolonicilerin bazıları, oldukça kuvvetli kışı olan bölgelere yerleşmişler. Tabii o zaman kırsalda nüfus da oldukça az ve insanlar mümkün olduğu kadar tarımla uğraşıyorlar, kışları ise kulübelerinde geçiriyorlar. Kış geçip de artık tarlalarla uğraşma zamanı geldiğinde bazı ailelerden hiç haber alınmadığı olurmuş. Sonra bu evlere gidip, toplu cesetlere ulaştıkları ve bu toplu katliamın aileden biri tarafından gerçekleştirildiği anlaşılırmış. Daha sonradan bu durumu uzun süreli sosyal izolasyon ve kapalı alanın meydana getirdiği ağır bir ruhsal çöküş olarak tanımlamışlar. Halen Alaska kırsalında izole yaşayan aileler, bu duruma karşı önlem alırlarmış.

Her ne kadar kış yoksa da benim sosyal izolasyona ne kadar dayanabileceğim meçhul. Kulübe humması olasılığına karşılık bir silah da edinemeyeceğime göre evin sınırlarını bahçenin sınırlarına kadar genişlettim. Bahçeyi bahar otları bürümüş, zaten önceden de onları temizlemeye başlamıştım, ancak evde oturma faslı başlayınca bahçe çalışmalarına hız verdim. Günde 4-6 saat elimde çapa bahçede çalışıyorum.

Yaban otlarını bahçeden temizlemek öyle pek kolay iş değil. Birkaç yıl üst üste bıkmadan yorulmadan, mümkün olanları kökünden çekerek, mümkün değilse de henüz tohum atmadan derinden kopararak almak gerekiyor. Böylece, birkaç yıl sonra yaban otları daha az çıkmaya başlıyormuş.

Bu arada daha önce yaban otlarının isimlerini öğrenmeye başlamıştım. Her bir otu mümkün olduğu kadar kökünden çekmeye çalışırken, bir yandan da her otun adını hatırlamaya çalışıyorum.

Bu bölgede geniş sulak alanlar var. Buralar doğal olarak aynı zamanda kuşların da uğrak alanları. Bu alanlardan biri bizim köye oldukça yakın olan Umurbey beldesinin kıyı şeridi, Umurbey çayının suladığı alan. Burada ne zamandan beridir gezmek istiyordum, bu güne nasipmiş. Kemikalanı köyüne arabayı bırakıp, kıyı boyunca toprak yolda yürüdük. Sadece bir balıkçıl görmüş olsak da güzel bir yürüyüş yapmış olduk. Bu bölgeyi seçme nedenimiz ise çok tenha olması, gerçekten de, biz yürürken yolda hiç kimse yoktu. Köyden birkaç kadınla uzaktan selamlaştık.

Bu arada Nevruz da karambole gitti. Kimse hatırlamadı bile. Ben ise köyde yaşarken minimum çöp ilkemize uyarak kağıt çöpleri yakıp, küllerini de bahçe toprağını zenginleştirmek üzere kullanıyorum. Ateş yakma işini tam da 21 Marta denk getirdim,  nevruzun hiç olmazsa bizden bir ateşi olsun diye.

Akşamları da örgü örüp, çeşitli kitaplar okuyorum. Özellikle de zeytincilik üzerine bir kitap almıştım, ondan bir hayli şey öğreniyorum. Mesela bor kullanılması gerektiğini bu kitaptan öğrendim ve bu yıl uygulayacağız.

Herkesi telefonla aramaya çalışıyorum. Bir de elbette sosyal medyayı daha sık kullanıyorum. Watsup guruplarımız corona paranoyası ile tamamen işgal edilmiş durumda. Bizim sınıfta birkaç Türkiye çapında ünlü, bir kısmı da bakanlığın salgın bilimsel kurulunda olan enfeksiyoncu arkadaşımız var. Artık onların sözlerinden başka kimselere inanmamak gerektiğini düşünüyorum.

Ben emekliyim, baba evden çıkma deniliyor, ancak benim yaşımda, hatta daha yaşlı olan arkadaşlarımızın izinleri kaldırıldı.

Durum oldukça vahim görünüyor. İtalya geçen hafta 80 yaş üzeri hastaları artık tedavi etmiyordu. Bu hafta bazı bölgelerde tedavi etmeme yaşını 60’a düşürmüşler. İngiltere geçen hafta biz hastalığı geçire geçire toplum olarak direnç kazanacağız diyordu. Bu hafta ise, 3 hafta boyunca sokağa çıkmayı ciddi derecede kısıtlamışlar. Almanya şansölyesi Merkel kendini karantinaya aldı. Bizde salgın nasıl gidecek hep birlikte göreceğiz.

Geçen gün 65 yaş üzerinin sokağa çıkması kısıtlandı. Biz zaten izole yaşıyoruz. Dün evdeki 65 yaş altı tek kişi olarak bazı şeyler almak için şehre indim. Bizim köyler evde oturma işini ciddiye almış. Musa köyden geçerken, loca dediğim bir duvar dibi vardır, burada sanırım bir hava akımı var, yaz kış, gece gündüz orada duvar dibinde sandalyede oturan 3,5 kişi olur. Bunlar yoldan geçen arabalara da hiç aldırmazlar, onları korumak şoförün görevidir.  İşte dün onlar bile ortada yoktu.

Sadece tarlalarda birkaç kişi var. Çünkü tam da bahçe işi yapma zamanı, yabani otlar alınacak, zeytinler ilaçlanacak, fideler hazırlanacak. Bir de elbette hayvanlar ve çobanları var.

Köylerde bu işler duramaz. Durursa her şey durur.

Fakat hem yaya hem de araç trafiği köylerde çok seyrek.

Şehirde ise durum biraz daha farklı. Sokaklarda yaya trafiği bayağı azdı. Bir çok kişi maskeliydi.  Market içi tenhaydı, sosyal mesafeyi korumak mümkün oldu. ATM’den para çekerken de aralıklı sıra vardı ve ben eldiven kullandım. Sokaklarda yaya trafiği oldukça az olmasına karşılık  şehir içi seyirde bir çok araba vardı. Sanırım herkes araç içini güvenli buldu.

Ancak herkesin bu kadar duyarlı olduğunu söylemek pek mümkün değil. Asıl büyük şehirlerde insanları evde tutmak çok zor oluyor.

Bu hafta yağmur yağacak dolayısıyla ben evin içerisine çekilmek zorunda kalacağım. Bakalım ne zaman ‘kulübe humması’ geçireceğim diye düşünüyorum, ancak arkadaşlarım ve dostlarım hastanelerde yoğun risk altında çalışırken, evde can sıkıntısı humması geçirmeyi de şımarıklık olarak düşünüyorum.

Herkes sarmış ya temizlik yapıyor, ya da yemek.

Allah sonumuzu hayretsin.

Boğaz gezisi, arkamda köprünün ayakları görünüyor
Ör ör ör
Oku oku oku
Yol yol yol, çapala çapala çapala
Çakma Nevruz ateşi

MODERN ZAMAN PANDEMİSİ, BAKALIM KISA VE UZUN VADELİ SONUÇLAR NE OLACAK?

Son birkaç aydan beri dünyada oldukça ölümcül bir salgın var. Bu salgına sebep olan virus aslında son yıllarda, MERS (Orta Doğu Solunum Sendromu), SARS (Ciddi Ani Solunum Sendromu) gibi salgınlarla adını sıkça duyurmaya başlamıştı.

Bu son salgın, corona virusların 2019 yılı sonunda yeni bir mutasyon geçirerek meydana getirdikleri bir salgın. Virusa, COVID 19 (co=corona, Vi= virüs, 19=2019 yılı) adını verdiler. Sadece bu isim bile bundan sonrası da geliyor, artık özel isim vermiyoruz, salgın meydana geldikçe sonundaki rakamı değiştireceğiz gibi bir çağrışım yaratarak can sıkıyor.

Aslında virusların 10/12 yılda bir ufak bir mutasyon, 50/100 yılda bir ise büyük bir mutasyon geçirerek, her 10 yılda bir ufak salgınlara, 50/100 yılda bir ise büyük salgınlara neden olduğu biliniyor. Zaten insanlık tarihinde vebadan, çiçekten, koleradan ölenlerin sayısı her zaman savaşlarda ölenlerden fazladır. Elbette bu salgınlara ait istatistiksel veriler yok, ancak mesela Avrupa’da veba kurbanlarına adanmış, pek çok kilise ve katedral vardır. Eski savaşlarda ölen insanlardan bir çoğu da ya cephedeki ya da yaralandıktan sonra yattıkları hastanelerdeki koşullardan ötürü enfeksiyondan öldüler.  Cephe gerisindekiler de ekonomik sıkıntılardan, beslenme yetersizliğinden ve yine enfeksiyonlardan öldü.

Çarpıcı bir örnek olarak dün 18 Mart Çanakkale Deniz Savaşları zaferinin 105’inci yıl dönümüydü. Çanakkale Savaşında, kalabalık yaşam ve siperlerde hijyen koşullarını sağlayamamaktan ötürü, bir çok bulaşıcı hastalık çıktığını ve özellikle de dizanteri gibi ishalle giden enfeksyon hastalıklarından ötürü bir çok can kaybı olduğunu biliyoruz. Tetanoz ve anaerob mikroplarla da ölümlerin sayısını bilemiyoruz.

Bu yılın salgını, klasik griplerin pek çoğu gibi bir solunum yolları salgını, hastalık solunum yolları ile alınıyor ve en büyük tahribatı da solunum yollarında yapıyor. Bu tip salgınların genel karakteristiği, enfeksiyon etkenini alan pek çok kişinin hiç belirti vermeden, bazılarının grip belirtileriyle geçirmesi, ufak bir bölümünün ise hayatını kaybedecek derecede hasta olmasıdır.

Genellikle en büyük risk altında olan küçük çocuklar, yaşlılar, hamileler ve kronik hastalığı olan kişilerdir. Bu salgının birkaç özelliği var. Bunlardan en önemlisi sanırım, bu gribi çocuklar kolay atlatıyor ama yaşlılar ve kronik hastalar büyük risk taşıyor.

İkinci özellik ise bulaştırıcılık oranı çok yüksek.  Normal grip olan her insan ortalama 3/4 kişiye bulaştırabilirken, bu salgında bu sayı çok daha yüksek. Çünkü virüsü aldıktan sonra hastalık olarak ortaya çıkma süresi ve hastalık süresi, yani bulaştırma süresi çok uzun.

Yüksek bulaştırıcılığın farklı sebepleri de var, çünkü dünya nüfusu hiç olmadığı kadar kalabalık. Örnek olarak bundan önce 1918 yılında (tam da Birinci Dünya Savaşı) ortaya çıkan ve İspanyol Gribi olarak bilinen salgın sırasında dünya nüfusu bir milyar civarındaydı. Şimdi bu sayının neredeyse 8 katına ulaştık.

Bir başka sebep de, artık dünyanın uzak bir noktası kalmadı, dünyanın her yeri birbiri ile bağlantılı, insanlar tarihin hiçbir döneminde olmadığı kadar sık ve çok seyahat ediyorlar.

Ne kadar fazla nüfus, o kadar kalabalık yaşam ve viruslar için o kadar müsait bir ortam, ne kadar seyahat virusa o kadar serbest dolaşım.

Çünkü viruslar tabiri caizse ‘yarı canlı’ yaratıklardır, çoğalmak için mutlaka canlı bir hücrenin içine girmeleri gerekir. Kendi varlıkları aşağı yukarı bir DNA ( hatta corona virusta olduğu gibi sadece RNA) ve bu genetik materyali saran ve canlı bir hücreye girmeyi sağlayacak bilgiye sahip bir zardan ibarettir. Corona virusun adı da dış zarındaki çıkıntıların taca (corona latince taç demek) benzetilmesi nedeniyle verildi.

Viruslar, canlı bir hücreye girdikten sonra dış zarından kurtulur ve hücrenin rezervlerini kullanarak kendini çoğaltır. Tabii bu arada hücreyi, bazen de bütün canlıyı öldürür.

Bu salgın, Çin’de başlayıp, büyük bir hızla bütün dünyaya yayıldı.  Şu anda özellikle İtalya ve İran oldukça kötü durumda.

Yoğun bakım gerektiren hastaların çokluğu şu anda hiçbir dünya ülkesinin bu salgına hazır olmadığını gösterdi. Bu durumda da bir çok ülke bulaşma hızını yavaşlatmak için oldukça alışılmadık yöntemlere baş vurdu. Bütün amaç insanların bir biri ile temasını azaltarak bu salgının ülke sağlık sitemini çökertecek kadar hızlı bir şekilde toplumun üzerine çökmemesi.

Bu nedenle bu hafta Türkiye’de okullar, ibadethaneler, köy kahveleri dahil toplu bulunulan yerler kapatıldı. Bir çok ülkeye uçak seferleri iptal edildi. İnsanların sosyal izolasyon sağlamak için evlerinde kalmaları önerildi.

Bu önlemler dünyanın pek çok ülkesinde alınırken İngiltere gibi bazı ülkeler, biz salgını doğal yollardan geçirerek atlatacağız dediler.

Bir yandan da aşı ve ilaç çalışmaları son hızla devam ediyor.  Son yıllarda, yukarıda anlattığım salgınlardan hiç haberi olmayan, aşı karşıtı büyük bir gurup peyda oldu. Corona aşısı çıkınca bakalım onarın tavrı ne olacak?

Bu salgında en büyük risk altında olanlar ise sağlık çalışanları. Bizim ülkemizde son yıllarda giderek yükselen ve artık vahşet boyutlarına varan bir doktor düşmanlığı gelişti. Öldürülen hekimler için öfkelenen bir çok arkadaşım sosyal medya hesaplarından ‘doktorsuz kalın’ diyerek beddua ettiler. Galiba ne dediğine dikkat etmek lazım, şimdi şu durumda en büyük risk altında olan gene doktorlar ve diğer sağlık çalışanları. Umarım bu salgında meslektaşlarımızdan çok kayıp vermeyiz. Çünkü bu günlerde işe gitmek aktif savaş cephesine gitmekten farksız.

Biz de evde kalanlardanız, hiç oturmaya alışık değilim ama canım sıkılıyor deme lüksümüz yok, mecburen evde oturacağız. Üstelik köyde yaşıyoruz, açık alan aktivitesi yapmamız şehirde yaşayanlara göre çok daha kolay. Bu sosyal izolasyon günleri de çok ilginç bir hayat deneyimi oluyor, onu da bilahare yazacağım.

Bu evde kalış süresi ne kadar olacak? Sanırım salgın pik yapıp bir plato çizmeye başlayınca, bilimsel kurullar tarafından toplumun artık yeterli oranda bağışıklık kazandığına karar verilince, artık evlerinizden çıkın diyecekler, çünkü bu kadar ekonomik durgunluğa hiçbir ülke dayanamaz.

KOŞUN, KOŞUN ŞENLİK VAR , PALYAÇOLAR ÇOCUKLARI GÜLDÜRÜR

Trabzon’dayken Devlet Tiyatrosu sanatçılarının pek çoğunu tanırdım, bazıları ile dostluğum hala devam ediyor. Sanatla uğraşan insanların iç dünyaları sıradan insanlara göre daha renkli ve daha zengin oluyor.

Benim tanıdığım tiyatrocu sanatçılarının her biri kamu yararına olan projelerde, hele de çocuklarla ilişkili projelerde rol almaya çok hevesliydi. Sağ olsunlar, ne zaman çocuk yuvasında ya da hastanede bir faaliyet yapmak istesem, beni hiç kırmadılar, emekleri karşılığında tek bir kuruş bile talep etmeden, hatta yol masraflarını filan kendileri karşılayıp, büyük bir hevesle  talebimi yerine getirdiler.

Bu faaliyetlerden biri, planlanan faaliyetin çok ötesine geçtiği için yazmaya değer buldum. Yanılmıyorsam 2000’li yılların başlarıydı, çünkü ben henüz Ana Bilim dalı başkanı olmuştum.

O zamanlarda bizim yeni doğan servisi hariç 18 yataklı süt çocuğu servisi ve yine 18 yataklı daha büyük çocukların yattığı adolesan servisimiz vardı.

Bazen serviste çok ağır hastalar yatar, oldukça karamsar günler yaşanırdı. Tiyatrocu arkadaşlarıma güvenerek bir moral günü yapmayı düşündüm. Elbette hemen destek buldum. Benden yaş gurubumu öğrendiler, sonra müzik aleti çalabilen iki arkadaşlarını palyaço kıyafeti ile göndermeye karar verdiler. Çocukların genel havasına göre, serviste odadan odaya geçerek, hasta yataklarının başında, okul şarkıları söyleyecekler, canlandırarak masal anlatacaklar, biz de servisi balonlarla süsleyecek ve çocuklara hazırladığımız hediyeleri dağıtacaktık. Eğlence tarihini de yanılmıyorsam bir Cuma öğleden sonra olarak belirledik.

O hafta Salı günüydü galiba, bir hastayı taburcu etmek istedim, çocuk ağlayarak yatak örtüsünü yüzüne kapattı, ne yaptıysak çocuğu mutlu edemedik. Bu oldukça garipti çünkü daha önce eve gideceği için ağlayan çocuk görmemiştim. Sonunda derdini anladık, palyaçolar gelince hastanede olmak istiyordu. Bu olay üzerine ağzımdan, bu hafta taburcu olan çocuklar da eğlenceye katılsınlar diye o anda çok mantıklı gelen,  talihsiz olduğunu sonradan anladığım bir söz çıktı.

Sonuç olarak toplamda 40 değil de hadi bilemedin 60/70 oyuncak alıp bu işi toparlarız diye düşündüm.

O tarihte henüz yuvarlak hastane binasının inşaatı devam ediyordu, bütün birimler eski binalardaydı. Şimdi yuvarlak bina ile 11 katlı yüksek binanın arasında uzanan yassı bina genellikle polikliniklerin, laboratuvarların, idari birimlerin olduğu kısımdı. Zemin katta ve birinci katta iki bina arasında asansörlerin olduğu koridordan geçişler vardı. Uzun binada ise servisler bulunuyordu.

Pediatrinin mevcut polikliniklerinin hepsi birinci kattaydı. Aynı katta, bizim polikliniklerle, uzun binanın birinci katında olan servisimizin arasında, diğer birkaç bölümün daha poliklinikleri ve şimdiki Gastroenterolojinin yerinde bulunan başhekimlik vardı.

Cuma günü, gelecek olan tiyatrocu arkadaşları benden başka tanıyan olmadığı için, eğlence saatinden biraz daha önce servise yöneldim. Ancak ortada bir sorun olduğu görünüyordu, koridorlar insan kaynıyordu. Önce başhekimlerin başı dertte diye düşündüm. Çünkü daha önce de bir kez sosyal sigortalar kanununda bir değişiklik yapılıp da, bir çok hastanın paraları ödenmesinde problem çıktığı zaman, başhekimlik önünde böyle bir mahşeri kalabalığın toplandığını görmüştüm.  Kim bilir gene başlarında nasıl bir dert var diye düşünerek, asansörlere doğru yürümeye çalıştım.

Sadece yürümeye çalıştım diyorum, çünkü kalabalıktan yol almam mümkün değildi. Neyse ki kalabalıktan, hastaneden çalışan ve beni tanıyan  birkaç kişi çıkıp bana yol açtı da servisin kapısına varabildim. Servisin içi başka bir hikaye, çünkü ortalık insan kaynıyor. Ne oluyor demem kalmadı, servisin sorumlu hemşiresi bütün bu kalabalığın birim eğlence için toplandığını söyledi. Meğer başı dertte olan bizmişiz.

Bu kadar kalabalık nasıl toplandı diye sorunca, ben hani bu hafta taburcu olan çocuklar da gelebilir demiştim ya, bunu bu güne kadar bizim servisten taburcu olan herkes gelebilir diye algılamışlar. Bizim eski hastalar da yetmemiş, komşular duymuş,  Kalkınma mahallesinde ne kadar çocuk varsa, anneleriyle birlikte, soluğu hastanede almış. Sadece onlar da değil, hastaneden çalışan ne kadar temizlik işçisi varsa, çocuğunu kapıp getirmiş, çocuğu olmayan da merakından gelmiş.

Üstelik de her çocuk bayrama gelir gibi giyinip, süslenip gelmiş. Ortalık hevesle bekleyen çocuk ve daha da fazla yetişkinle insan kaynıyor.  Hiç saymadım ama çoluk çocuk en az 500 kişi var. Benim servise girdiğimi gören koridorlardaki herkes de servise hücum edince serviste adım atacak, nefes alacak yer kalmadı.

Oysa ben hiç böyle bir şey düşünmemiştim. Bu kalabalığı görünce çok tedirgin oldum, çünkü günlerden beri solunum cihazında yatan bir hastamız vardı. Şu sırada çocuğa bir şey olsa, insanları yarıp yanına bile gidemeyiz. Bende bu şans varken kesin tam da bu karmaşada çocuk can verir diye paniğe kapıldım. Eğlenceyi iptal etmeye karar verip, tiyatrocu arkadaşlara telefon açtım, ki telefon kulağımın dibinde çınladı. Meğer tam da o anda, onlar da kalabalığı yarıp yanıma ulaşmayı başarmışlar.

Üzerlerinde palyaço kıyafeti olmadığı halde, çalgıları ve kıyafet çantalarını görüp gelenlerin, beklenen tiyatrocular olduğu anlaşılmıştı. Kalabalıktan inanılmaz bir heyecan yükseldi.

Artık geri dönüş yoktu.

Mecburen gençlere kıyafetlerini değiştirecekleri odayı gösterdim. Bir tarafım da çok huzursuz, öyle ya solunum cihazındaki çocuğa o anda bir şey olmasa bile, ben o çocuğun ailesi olsam, benim çocuğum ölürken, serviste eğlence yaptılar diye ömür boyu unutamam.

Palyaçolarımız odadan çıkarken ellerimi kaldırıp, kalabalığı susturdum ve çok da bağırmadığım halde, servisin her yerinden duyulabilen bir sesle, servisimizde yatan çok ağır bir hastamız var, şimdi sizden izin istiyorum, sessizce bekleyin, çünkü önce o hastanın yanına gideceğiz, daha sonra odadan çıkıp sizin için eğlenceye devam edeceğiz dedim.

Kollarımı kaldırarak bu sözleri söyleyince, asasını kaldıran Musa Peygamberin denizi yarması gibi, kalabalık önümde yarıldı, bana ve arkamdan gelen palyaçolara bir kişinin geçebileceği kadar yol açtılar ve biz hastamızın odasına görkemli bir giriş yaptık. Cihazda yatan çocuk 10 yaş civarında şu anda hastalığını hatırlamadığım ama günlerdir, bilinci kapalı bir şekilde yatan hiçbir ümidimizin kalmadığı bir hastaydı. O anda yanında 20 yaş civarında olduğunu düşündüğüm ablası refakatçi kalıyordu. Palyaçolardan birinin elinde bir gitar, diğerinde de flüt vardı. Gençler, sanki günleri hastalar arasında geçiyormuş gibi, hiçbir tedirginlik göstermeden çok yumuşak ve güzel bir ezgi çalmaya başladılar.

Bu sırada inanılmaz bir şey oldu, günlerden beri hiçbir hayat belirtisi göstermeyen çocuk, müziği duyunca, soluk borusundaki boruyu sabit tutan bantların arasından açıkça görülecek şekilde gülümsemeye başladı. Çocuğun güldüğünü görünce ablası ağlamaya başladı. Servis sorumlu hemşire arkadaşımla ben de önce gizlice sonra artık açıktan açığa ağlamaya başladık.

Dışarıdaki kalabalıktan da bir sabırsızlık belirtisi gelmediği için, gençler yarım saat kadar bu çocuğun başında çaldılar.

Daha sonra dışarı çıktılar. Aman ki aman, sanki serviste en meşhur bir pop yıldızı konser veriyor. Meğer herkes ne kadar eğlence meraklısıymış, hastanedeki temizlik personeli, mahalleli kadınlar, çocuklarla birlikte okul şarkılarına eşlik ediyor, el çırpıyorlar. Bu coşkuyu gören tiyatrocular da coştukça coştu, istek almaya bile başladılar, türküler, şarkılar söylemeye başladılar. Millet ayağa kalkıp yer bulamadıkları için oldukları yerde horon bile tepmeye başladı. Ortalık yıkılıyor, resmen kıyamet kopuyor.

Biz, bir hemşire arkadaşla, solunum cihazındaki çocuğun odasında nöbet tutarken, çocuğun ablası da dışarı çıkıp coşkuya katıldı.

Eğlence saatler boyu sürdü. Sonunda nihayet palyaçolar gitti, herkes istemeden de olsa dağıldı. Bize gelince gözlerimiz kıpkırmızı, başımız ağrıyarak, şükür bitti diyerek ayrıldık.

Aradan birkaç gün geçtikten sonra çocuğumuz vefat etti. Aradan bir ay filan geçmişti ki bir gün ablası beni ziyarete geldi. Elinde çocuğun palyaçolarla birlikte çekilmiş resimleri vardı. Kardeşimi son anda güldürdünüz diyerek, ağlayarak teşekkür etti. Onu düşündükçe hep o son gülüşünü hatırlayacakmış.

O gün iyi ki eğlenceyi o çocuğun yatağının başında başlatmışım.

Bundan sonra akıllandık, bu tür eğlenceleri amfide yapmaya başladık. Ancak bir daha ne bu kadar kalabalık toplandı, ne de bu kadar eğlenceli oldu.

BU ARALAR ENTEL TAKILIYORUM, BİR YANDAN DA TOPRAKLA UĞRAŞIYORUM, ENDEMİK ÇALILAR, ÇİÇEKLER BULUYORUM, YANİ ENTEL BİR KÖYLÜYÜM

Yıllar önce Trabzon’da yeni açılmış bir dükkanda çok hoş bir elbise denemiştim. Elbisenin eteği bir çok kumaşın yama işi birbirine dikilmesi ile yapılmıştı. Elbiseyi giyince de çok beğenmiştim, ancak eteği oluşturan kumaşların kalınlıkları birbirinden çok farklı olduğu için satın alma konusunda çok kararsız kalmıştım.

Tezgahtar kadın da yanılmıyorsam iş yerinin sahibi olan kişiydi, ilk günlerin hevesiyle bin bir çeşit dil dökerek illa bana bu elbiseyi satmaya çalışıyordu.

Benim tuhaf bir huyum vardır, bana ısrar edilmesinden hiç hoşlanmam, açlıktan midem ağırsa, oturduğum sofrada en sevdiğim yemek olsa, illa biraz daha al, bundan da ye illa ye diye ısrar edilse, iştahım kaçar, karnımı doyuramam.

Kadın bu huyumu nereden bilsin, o elbiseyi övmeye devam ettikçe benim elbiseden hevesim geçiyor. Tabii kadın da kararsızlığımı anladı ve son bir hamle daha yaparak, ağır bir Trabzon şivesiyle, eleri yaya yaya ‘ habı elbiselan var ya, aynı oldun entel’ dedi.

Madem ki sıra dışı bir elbise beni entelektüel yapmaya yetiyordu, ben kafamı gözümü şişire şişire, bunca okulu, kitabı boşa okumuşum. Derhal elbiseyi çıkarıp, dükkandan çıktım, bir daha da vitrinine bile bakmadım. Kadının densizlikleri devam etmiş olmalı ki, en çok 2 ay içinde dükkan kapandı.

Emekli olduktan sonra daha çok kitap okuyacağımı sanıyordum, ama yanılmışım, sosyal medyaya takıldım ve daha az okumaya başladım. Aslında yazmayı ve okumayı çok değerli bulurum. Öğrencilerim beni muhtemelen ‘söz uçar, yazı kalır’ sözümle hatırlıyordur. Zaten bu bloğu da sivil tarih bırakma amacıyla yazıyorum. Yazılarımı okuyan bir çok kişi benden kitap yazmamı istiyor, şimdilik öyle bir niyetim yok.

Ancak son günlerde hiç ummadığım kitaplarla karşılaştım.

Bu kitaplardan ilki ile geçen ay İstanbul’a gittiğimde, benim fakülteden arkadaşım Gülçin’de kalmıştım. Konuşurken annesi Leman teyzenin yıllar önce bir yemek kitabı yazmış olduğunu söyledi ve bana da bir kitap hediye etti. Leman Gökseyitoğlu, ‘Sivas Yemekleri ve Mutfağımda Pişirdiklerim’ isimli, 163 sayfalık bir yemek kitabı yazmış. İçerisinde yüzlerce yemek tarifi var, elbette ki bu tariflerden hiç birinde malzemelerin miktarları, pişirme süresi gibi şeyler yok. Bunun dışında muhteşem bir kitap, yukarıdaki eksikler nedeniyle sadece yemek yapmayı bilenler için kullanılabilecek çok güzel bir kitap. Leman teyzeyi bu gayretinden ve milli servet anlamına gelen yöresel yemekleri muhafaza etme isteğinden ötürü tebrik ediyorum. Kitabı bir hazine gibi saklayacağım.

Bu günlerde birkaç arkadaş bir araya gelerek bir kitap kulübü oluşturduk. On beş günde bir, herkesin okuduğu bir kitabı tartışıyoruz. Bu kulüpte de beyin cerrahı olan bir arkadaşımızın yazmış olduğu bir hikaye kitabı olduğunu öğrendim. Önümüzdeki toplantıda tartışmak için onun kitabını seçtik. Sadece bir kitap tartışmayacağız, içimizden birinin ruhuna kendi bakış açımızdan bir göz atacağız. Bakalım neler olacak?

Tabii bir de Mart ayına girdik, havalardan fırsat buldukça toprakla ilgilenmek zamanıdır. Geçen ay, zeytinlere ve meyve ağaçlarına ilaçlama, ağaç budama gibi işleri tamamladık.

Burada bir orman köyünde yaşadığımız için, hayalimde küçük çalı meyveleri ve orman açıklıklarında yetişen ve yaban hayvanlarının beslendiği orman meyvelerinden yetiştirme düşüncesi var.

Geçen zaman içerisinde Gelibolu yarımadasına, şehitliklere defalarca gittim. Aslen buralı olan Ali Çan isimli arkadaşım, mutlaka Fransız Mezarlığına gidin, görülmesi gereken bir yer diyerek beni uyarmıştı. Burası normalde herhangi bir turist gezisinde gidilemeyen, biraz sapa bir yer. Bir gün bu uyarıyı göze alarak, sadece Fransız mezarlığını ziyaret etmek için karşıya geçtik. İyi ki gitmişiz, bütün mezarlık ayı çileği denilen küçük kırmızı meyveleri olan, ağaççıklarla bezeli. Bu ağacın muhteşem bir şekli olduğunu, yaz kış yeşil kaldığını, biri küçük yapraklı, büyük meyveli, diğeri büyük yapraklı, küçük meyveli iki cinsi olduğunu görmüş olduk.  Burada bu kadar çok ağacı diktiklerine göre bakımı kolay olmalı ve endemik bir tür olmalı diye düşündük.

Bu farkındalıkla geri dönerken yol boyunca önceden çalılık diyerek kör gözlerle önünden geçtiğimiz ağaççıkların aslında bu orman meyvesi olduğunu fark ettik. Köye döndüğümüzde keşfettiğimiz meyvenin ve ağacın resimlerini köylülere gösterdiğimizde, bizim köyün ormanında da bu ağaççıktan bir sürü olduğunu öğrendik.

Sonuç olarak bizim köyün Hızır’ı bir gün ormandan bize köküyle birlikte birkaç çalı getirdi. Bu çalıları da bahçeye diktik, umarım ve sabırsızlıkla beklerim ki yerlerini beğensin ve bahçeye kök salsınlar. Bu güzel meyveli, her dem yeşil ağaççıkları çok sevdim.

Önümüzdeki günlerde iki yıllık olan ve artık biraz fazla yayılmış, aromatik bitkilerimi ve sarmaşıklarımı budayacak, yabani otlardan tohum atmasını istediğim bir kaçını bırakıp, diğerlerini kökten çıkaracağım.

Geçen hafta Ege otlarını tanıyan bir arkadaşı davet ettim ve bana bir sürü yenilebilen ot gösterdi. Bunların hepsini deneyeceğimi sanmıyorum, ancak yabani maruldan salata yaptım ve gayet başarılı oldu. Yabani marul ve pazının artmasını istediğim için onları korumayı düşünüyorum. Gelincikleri de muhafaza edeceğim.

Şimdiden badem ağaçları çiçeklenmeye başladı, yakında endemik çiçekler de ortaya çıkmaya başlar. Anemonlar çıkınca birkaç adet daha bahçeye getireceğim. Bu yıl asıl hedefim, zahter ve sarı kantaronu bahçeye taşıyabilmek, bakalım başarılı olabilecek miyim?

TORUN ZEYNEP’İN HEMŞİN HORONLU DOĞUM GÜNÜNDE AİLE BULUŞMASI; ZEYNEP HALANIN BASA AİLESİ

Geçen hafta, İstanbul’a Zeynep’in 60 yaş partisine katılmak  için gittim. Zeynep, annemin Zeynep Halasının torunudur. Bu doğum günü nedeniyle sülalemizin Basa kolundan biraz söz etmek istedim.

Telatar’lar yani benim annemin sülalesi ile Basa’lar bir şekilde birbirinden ayrılmış, ancak aynı soydan gelen ailelerdir. Her iki ailenin birbirine akraba oldukları konusunda herhangi bir kuşku yok, ancak ayrılık konusunda birkaç farklı versiyon dinledim. Benim kendi kanaatimce, iki aile ferdi arasında mal anlaşmazlığı oldu, toprak paylaşılınca, aile de bölündü.

Sonuçta ne olduysa oldu, zaman içinde bu anlaşmazlık unutuldu, akrabalık bağı unutulmadı. Bu iki aile, aynı zamanda Balta ailesi de çeşitli evlilikler yolu ile (mesela benim anneannem Balta’dır) akrabadır. Sonuç olarak sosyal medyada bile Telatar, Balta, Basa sülalesi olarak guruplarımız var. Kim kimin nesi olur kısmını tam anlamıyla bilen çok kişi olduğunu sanmıyorum ama bir şekilde hepimiz akrabayız.

Zeynep’in babaannesi Zeynep Hala ile benim anne tarafından dedem Cevdet Efendi, öz kardeştir. Öz olmalarının üzerinde durdum, çünkü önceki nesillerde hemen herkes, birkaç kez evlenmiş, dolayısıyla herkesin bir çok öz ve üvey kardeşi var. Bir de bizim bölgede akraba evlilikleri sıktır, bazen iki kişi arasındaki akrabalık derecesini anlamak için uzun uğraşlar gerekir.

Neyse ki Zeynep’le aramdaki kan bağı oldukça yalın. Büyük dedem, Hasan Ağanın ikinci karısından olan çocuklarından biri dedem biri de Zeynep Hala. Benim dedem de Zeynep Hala da hayatlarında sadece bir kez evlenmişler.

Zeynep Halanın eşi Rıza Efendi sülalenin Basa koluna mensup bir ağa, dedemle bir şekilde kan bağının da olması gerekir, ama nedir bilemiyorum. Rıza Efendiye bağlı bir hayli toprak var, ailenin Telatar kolundan gelen topraklar Pazar ilçesinde, ancak Ardeşen ilçesinde de  evlilik yoluyla gelen ciddi miktarda toprağı var, yani oldukça varlıklı bir adam, tam 3 kez evlenmiş, son eşi bizim Zeynep Hala.

Zeynep Hala evlendiği zaman, Rıza efendinin ilk eşi hayatta değilmiş, ancak bizim Cimilli Hala diye bildiğimiz ikinci eşi hala hayatta imiş. Rıza Efendinin 3 eşinden olma çocuklar hep bir arada büyümüşler. Bu gün bile torunlar hiç üveylik bilmeden birbirlerine ruhen çok yakın yaşarlar.

Zeynep Halanın, yaş sırasına göre; Tiraje Cordan, Rauf Suat Basa, Hatice Basa, İnci Hacışahinoğlu, Cihan Şeheri ve Korkmaz Basa isimli 4 kız, 2 erkek, 6 çocuğu var (anlaşıldığı gibi burada evlilik soy isimlerini yazdım).

Zeynep Halanın oğulları Suat ve Korkmaz sırasıyla Melek ve Feraye Kobal isimli iki kız kardeşle evlenmiş. Suat ve Melek çiftinin kızları Tülin ve Zeynep (doğum günü bebesi), Korkmaz ve Feraye çiftinin çocukları ise Sönmez, Sancak, Mustafa Kemal, İstiklal ve Barış.

Her iki çiftin çocukları da o kadar yakın büyütüldüler ki, şimdi hepsi 2 annesi, 2 babası varmış gibi hissediyorlar ( Her iki baba da rahmetli oldu). Her ne kadar kardeş olmasalar da genetik olarak kardeşler zaten, çünkü dedeler, neneler ortak.

Korkmaz Amcanın, Şafak isimli üvey kardeşini de hesaba katarsak, çocuklarının isimleriyle İstiklal Marşının sözlerini tamamlamak istediğini anlamak mümkün. Barış küçük yaşta bir kaza geçirip, beyin ameliyatı olmak zorunda kalınca bu çok çocuk sevdasından vaz geçti sanırım, öyle olmasa İstiklal Marşından daha bir çok isim çıkarmayı başarırdı.

Ben Ankara’da okurken, Tülin’ler de Ankara’da idiler. O zaman Suat Amca da sağdı, Melek Anne ve kızlar hepsi Ankara’da yaşıyordu. Tülin, Hıfsıssıa Laboratuvarında çalıştığı için, öğlen aralarında buluşmamız bile mümkün olabiliyordu. Ben yurtta kaldığım için onların evinde de sık sık kalırdım.

Sonra zaman içerisinde Korkmaz Amcanın çocuklarının lise ve üniversite zamanları geldikçe, onun çocukları da sırayla gelmeye başladılar. Öyle ki Melek Annelerin evi okul yurdu gibiydi, içinde her yaştan çocuk vardı. Evdeki genç çocuklar Melek Anne dedikleri için, herkes gibi ben de Melek Anne demeye alışmıştım.

Melek Anne o zaman da oldukça kilolu, iştahlı ve çok güzel yemek yapan bir kadındı. Halis Hemşin kızı olduğu için çok bol tereyağlı kuymaklar yapardı,  o kuymağı yedikten sonra yerimden kalkamazdım. Çocuklardan birisiyle bir otobüs yolculuğu yapacağı zaman birkaç saatlik yol için, haftalar sürecek bir kuşatmaya yetecek kadar kumanya hazırlamıştı. Tülin’le aramızda bayağı dalga geçmiştik. Ben uzmanlık sınavına girecekken, hocalara ve arkadaşlarıma ikram etmem için koca bir tepsi su böreği açmıştı. Çok güzel gözleri olan çok tatlı bir kadındır. Şimdi dizlerinden dolayı yürümekte bayağı zorlanıyor, ancak maşallah gayet iyi durumdadır. Ve evet,  kendi doğurduğu, doğurmadığı bir çok çocuğun annesidir.

Feraye Teyzeye gelince, Zeynep Hala ile en uzun süre aynı evde yaşayan gelin, o. Zeynep Halanın anlattıkları hala belleğinde çok taze, inşallah günün birinde sırf bunları dinlemek için yanına gideceğim. Bu hatıraların unutulmamasını Feraye Teyze de çok istiyor.

Tülin’le ruhdaşlığımız hiç eksilmesi hala devam ediyor, mesela benimle ilgili bir rüya görse, ya da ben onunla ilgili bir hisse kapılsam mutlaka doğru çıkar, hiç şaşmaz.

Zeynep çok yakın bir tarihte emekli oldu. Bu yıl da 60 yaşına girince, Tülin ona sürpriz bir parti yapmaya karar vermiş, bana da haber verdiler.

Toplantı İstanbul’da Anadolu yakasında yapılacaktı. Benim Üniversiteden arkadaşım Gülçin’in evine de oldukça yakın bir mekan ayarlamışlar. Ben de arabama atlayıp hafta sonu için Gülçin’e gittim. Hem genişletilmiş bir akraba toplantısına katılmak mümkün oldu, hem de gençlik arkadaşlarımla felekten bir hafta sonu çalmış oldum.

Evden toplantı için çıkarken düğüne gider gibi süslendim. İyi ki öyle yapmışım, aramızda büyük elçiler filan da olduğu için erkekler papyon, takım elbise, kadınlar tuvaletli idiler. Bayağı düğün yapar gibi, 100 kişilik bir toplantı oldu.

Kimleri görmedim ki? Melek ve Feraye teyzeler, Korkmaz Amcanın bütün torunları, Cimilli Halanın torunlarından bir çoğu, Pazardan eski dostlar. Cimilli Halanın torunu Rıza’yı 30 yıldan daha uzun süredir görmemiştim. Benim çocukluğumda Pazarın diş hekimi Dursun Amcanın çocuklarından ve torunlarından bir kaçını da yıllar üzerine gördüm. Mustafa Kemal’in çocuklarını ilk kez canlı olarak gördüm, daha önce sadece resimlerini görmüştüm. Yani benim için çok hoş bir ‘geniş aile’ gecesi oldu.

Bu aralar sosyal medyada ‘gelsun mi’ videosuyla ortalığı dağıtan, Rakkani horon gurubu da toplantıya geldi. Birden bire ortaya tulum ve horon kurucusu çıktı. Zaten horon kurmak için başka kimseye ihtiyaç yok, aniden bizimkilerde ne devlet adamlığı, ne iş adamlığı kaldı, ceketlerin atılmasıyla, her birinin içindeki Hemşinli ortaya çıktı. Kocaman bir halka yapıldı, oyun kurucunun inanılmaz becerisi, oyuncuların iç ritimleriyle ortaya muhteşem bir Hemşin Çiftayak horonu çıktı.

Aman ki aman. Zaten dünyanın neresine gidersen git, folklor oynayanlar, eğer yerel insanlar ise, ortaya çıkan sinerji bir oyundan çok daha fazlası oluyor. Otantik horon bir oyun değil, insanların gelenekler yoluyla ata kanına bağını temsil eden bir ritüel. Çok anlamlı bir hafta sonuydu.

SOldan sağa üst sıra Zeynep, ben, Tülin, oturanlar solda Melek , sağda Feraye teyzeler

DEPREMLER PEŞPEŞE GELİYOR, BÜTÜN ÜLKE HATTA BÜTÜN DÜNYA SALLANIP DURUYORUZ

Dünyanın tam ortasında ve en güzel yerinde, muhteşem  bir ülkemiz var. Sadece coğrafi olarak değil, tarihi de son derece olağan üstü olan bu topraklar insan uygarlığının başladığı topraklardır. Biz tarih Sümerlerle başlar diye biliyorduk, ancak Göbeklitepe ve çevresindeki buluntular,  uygarlığın başlangıcını Yukarı Mezopotamya’ya çekmeye başladı. Güney Doğu Anadolu bölgesinde gerçekten çok önemli ve çok eski arkeolojik keşifler ortaya çıkıyor.

Ülkemizin üzerinde bulunduğu topraklar, bugünkü bilgilerimize göre, tarihsel açıdan, tartışmasız  uygarlıkların beşiğidir. Şu var ki, coğrafi olarak da beşik gibi sallanmaktadır, çünkü çok aktif fay hatlarına sahiptir. Artık herkesin kafasına sokması gereken, Orta Anadolu’daki birkaç il hariç her yerde ciddi deprem tehlikesi olduğu gerçeğidir.

Şu günlerde, Elazığ, Malatya, Manisa, ve Marmaris açıkları sallanıp duruyor. Elazığ ve Malatya’da olan depremler oldukça korkutucu, çünkü hem can kaybı oldu, hem de uzun süreden beri suskun duran Doğu Anadolu Fay hattının hareketlenmeye başladığını gösteren bir deprem oldu. Bu deprem hattı, Kuzey Anadolu Fay hattı ile Bingöl Karlıova civarında makas yapmaktadır.

Ben de herkes gibi araştırmaya çalışarak ülkemizdeki depremlerin meydana geliş şekillerini araştırmaya çalıştım.

Bu iki fay hattı ülkemizde meydana gelen bir çok depremden sorumlu tutuluyor.

Doğu Anadolu’da, Afrika Kıtasının alttan itmesiyle sıkışma kökenli depremler meydana geliyor. Ege Bölgesindeki depremler ise, iki önemli fay hattının itmesiyle, kuzey güney yönünde gerilme sebebiyle meydana geliyor.

Çanakkale oldukça önemli fay hatları olan ve deprem riski çok yüksek bölgelerden biridir. Kuzey Anadolu Fay hattı, Marmara Denizi boyunca ilerleyip, Gelibolu Yarımadasının kıstağından Ege denizine geçiyor ve Saroz Körfezi boyunca yarımadanın kıyısından devam ediyor. Diğer bir fay sistemi ise Erdek’ten başlayıp,  Biga, Çan, Ayvacık’ı geçerek, Edremit körfezine ulaşan ve kıyı boyunca ilerliyor. Tabii bu temel sistemler dışında da daha küçük fay hatları mevcut.

Biz de Çanakkale’ye daha düşük deprem beklentisi olan Karadeniz bölgesinden geldiğimiz için burada evi yaptırırken depreme dayanıklılık konusuna çok özen gösterdik. Sağlam zemin, depreme dayanıklı bina, perde duvar, bina temeli  ne demektir, ben o zaman öğrendim. Galiba, bu evi yaparken 8/10 katlı bina yapabilecek kadar çok yapı malzemesi kullanıldı. Tabii daha çok para harcandı. Şimdi resim asmak için, duvarlara çivi bile çakmak pek mümkün olmuyor. Ancak artık depreme karşı kendimizi Allah’a emanet etmeye hakkımız var. Her zaman uyarıldığı gibi, depremden çok binalar öldürüyor, ne yazık ki.  Çürük bir bina yaptırıp, sonra kendini Allah’a emanet etmek çok garip bir düşünce, ne yani deprem dalgası senin bulunduğun nokrayı atlayıp öyle mi devam edecek? Böyle bir düşünce olabilir mi?

Buraya taşındığımız ilk aylarda (2017 nisan/mayıs) Ayvacık’ta 2 aydan fazla süren bir deprem fırtınası vardı, daha sonra Ayvacık, Biga, Çan, sadece Çanakkale toprakları (Biga Yarımadası) üzerinde bir çok deprem oldu. Bunlardan,  bazılarını hissettik, bazılarını hissetmedik. Tabii Balıkesir, Manisa gibi yakın illerde olan büyük depremleri de hissettik.

Benim kişisel gözlemim sürüngenlerin gerçekten de depremleri 1-2 gün önceden fark edip, kendilerini topraktan dışarıya attıklarıdır. Depremden önce değiştiği söylenen diğer hayvan davranışlarını ise fark edemedim.

Fakat Uranüs gezegeninin, Boğa burcunda olduğunu ve 2017/ 2023 arasında 7 yıl boyunca boğada kalacağını biliyorum. Boğa toprakla ilgili bir burçtur, Uranüs de ani değişimleri simgeleyen bir gezegendir. Uzun sözün kısası bu 7 yıl, hatta öncesi ve sonrası ile biraz daha uzun bir süre, astrolojik olarak deprem açısından yüksek riskli olduğuna inanılır.

Astroloji elbette bir pozitif bilim değildir, ancak Jeoloji pozitif bir bilimdir. Bütün jeologlar, gezegenlerin nerede olduğundan bağımsız olarak Türkiye’nin nasıl bir deprem toprağı üzerinde olduğunu anlatıp duruyorlar. Nerede kaç şiddetinde deprem beklentisi olduğunu gayet net bir şekilde belirtiyorlar.

Zaten depremler de bir o taraftan bir bu taraftan vurarak, ‘kör kör parmağım gözüne dercesine’ sürekli bir şekilde varlığını hatırlatıyorlar. O halde kimse bu gerçeğe gözünü kapatarak yaşamamalı. Her şeyden evvel sağlam zeminli, sağlam binalarda yaşamaya çalışmalı, bu olmazsa olmaz şartı sağlasa bile gene de bir acil durum planı olmalı.

Eşeğini sağlam kazığa bağla, sonra Allah’a emanet et.

HAYRETTİN KARACA, TOPRAK, YENİ İŞLER, HOBİLER, YENİ OKULLAR, HERKESE HAYIRLI EMEKLİLİK DİLERİM

Geçen hafta Hayrettin Karaca’yı, sevgili toprak dedemizi kaybettik.  Hayrettin Karaca, neredeyse 100 yaşındaydı ama öyle örnek, öyle lider bir ruhtu ki, öldüğünü duyunca hepimiz derin üzüntüye kapıldık. İlaç gibi bir adamdı, toprağın yaralarını sarmak için kolları sıvamış, insanlara doğa bilincini yerleştirebilmek için canla başla uğraşmıştı. Ben, artık arkasından ağlanacak çok da adam kalmadı diye düşündüm, ne yalan söyleyeyim.

Gene de adamın arkasından ağlamayıp, topluma katkısının üzerinde durmalıyız.  Şimdi Kaz Dağlarında, Cerattepe’de, Eğirdir gölünde, İstanbul’da daha adını saymadığım bir çok yerde insanlar, dünyanın geleceğini düşünerek, yapılan doğa kıyımına karşı duruyorlarsa, bütün bunlarda Toprak Dedenin parmak izi yok mu? Hepimizin üzerinde yaşadığımız topraklara karşı görevi var, büyük küçük fark etmez. Önemli olan zarar vermemek, hatta doğa için hiçbir şey yapamayan da, bari şuurlu davransın ve bir şeyler yapana da engel olmasın.

Tabii bir de Hayrettin Karacanın sanayiciliği bırakıp, hayatını bir başka yönde tamamen doldurması meselesi var. Yani ‘iyi emeklilik’ diye tarif ettiğim bir yönü var. Bunu da örnek almak lazım diye düşünüyorum.

Mesela, özellikle de bina içinde uzun süre çalışıp emekli olan insanlar için, emeklilikte toprakla uğraşmak çok güzel ve tatminkar bir şey. Toprak ufak bile olsa, ayağını toprağa basıyor, sırtında güneşi hissediyor ve arada birkaç taze yaprak yiyorsun. Daha ne olsun? Hiçbir şey olmasa bile kemiklerin daha sağlam kalır, depresyon senden uzak durur.

Buraya geldiğimden beri fark ettiğim bir şey var. Mecburi hizmet ya da herhangi bir sebeple buraya tayin olan doktorların pek çoğu başka bir yere gitmiyor, buradan emekli oluyor.

Zaten buralı olanların pek çoğunun aileden kendi arazisi var, dışarıdan gelenler de zaman içerisinde, özellikle de toprak fiyatları çok uygun iken, bir hayli toprak satın almışlar. Bir kısmı bu toprakları yatırım amacı ile almış ve satılığa çıkarmış, diğer kısım ise ciddi ciddi çiftçilik yapıyor. Mesela üzüm bağı yapıp, bayağı güzel şarap imal eden mi ararsın, meyve, sebzecilik yapan mı ararsın, hayvancılık yapan mı? Hepsi var. Bir kısmı ise daha mütevazi boyutlarda toprak almış, üzerine bir konteyner koymuş, ya da bir kulübe yapmış ve hafta sonlarında hobi bahçeciliği yapıyor.

Şimdi gözlerinizi yumup düşünün, meslek hayatınızın son 5/10/20 yılında bir yandan da çiftçilik yapıyorsunuz, ikinci olarak da düşünün, sürekli ve sadece hekimlik yapıyorsunuz. Tahmin edin bakalım kim emekli olunca ne yapacağım endişesi taşımayacak?

İnsanlar çalışırken, zaten işlerinden memnun değilse, tek amaç para kazanmak ise, işe giderken ayak sürüyor, işte mümkün olan her şekilde kaytarıyor, bir emekli olayım diye can atıyor. Eğer kendilerini meslekleri ile tanımlıyorlarsa, bu durumda emekliliği kendilerine hiç yakıştırmıyorlar ve emeklilik kavramına hiç de sıcak bakamıyorlar.

Durum hangisi olursa olsun, hiç kimse emekli olduğunda neler yapacağına, zamanını neyle dolduracağına dair ciddi bir zaman planlaması yapmış olmuyor. Oysa, ömrü yeten herkes bir gün mutlaka emekli olacak. Şimdilik bir ‘İnsanları emekliliğe hazırlama’ eğitimi olmadığına göre her birey kendi başının çaresine bakmalı. Yani bilinçli bir emeklilik hayatı yaşamak için, emekli olmadan mesela 5 yıl öncesinden yavaş yavaş, kafasında planlarını oluşturmalı ve bu planlara uygun hazırlıklarını yapmaya başlamalı.

Bir çok arkadaşım, meslektaşım, maddi olarak ihtiyacı olmamasına karşılık, yeni bir işte çalışmaya başlayarak emeklilik yaşını öteliyor. Bu da bir seçim elbette, özellikle de hayat amacını işinde bulmuş, bu işi yapmayınca kendisini bomboş hissedecek insanlar için, doğru bir seçenek olabilir. Ancak son yıllarda o kadar çok tanıdığım kişinin bir türlü emekli olamayıp, sonunda hastalık nedeniyle iş bırakma zorunda kalmasını üzüntüyle izledim. Sonra yerleri boş kalmadı, dünya dönmeye devam etti. Yani hala eli ayağı tutarken, şöyle birkaç yıl gönlünce yaşamak herkesin hakkı ve hatta kendine karşı görevi bence.

Maddi olarak çalışmak zorunda olan emeklilere ise hiç sözüm yok. İstemediği halde çalışmak mecburiyetinde kalan emekliler konusu beni aşar, burada görev devlete düşüyor. Sosyal devlet emeklisini muhtaç bırakmamalıdır.

Emeklilik sonrası çalışan üçüncü bir gurup daha var ki, onlar benim idolümdür.  Bazıları oldukça genç bir yaşta, çevresindeki herkesi şoke ederek, bazıları da erkence bir emeklilik zamanında asıl mesleğinden çok daha farklı ve özlemini duyduğu yepyeni bir işe keyifle başlayan insanlar var. Bankacılıktan emekli olup, yoga eğitmeni olmak, 40 yaşında bir şirketin CEO’luğundan ayrılıp reklamcılığa başlamak, 10 yıl mimarlık yaptıktan sonra filim yönetmeni olmak. Bunların hepsi çevremden örnekler.

Çok ciddi ve kısıtlayıcı bir işten, daha özgür takılabileceği, ya da çok daha rahat yaşayabileceği bir işe geçmek harika bir şey.

Benim arkadaşlarımın çoğu emekli olduktan sonra ya bir özel hastanede, ya da muayenehanesinde, çalışmaya devam ediyor. Umarım eskisinden daha rahat şartlarda çalışıyorlardır.

Ama herkes çalışmak istemez elbette. Mesela ben tıp alanında çalışmak istemiyorum. Geçtiğimiz yıllarda yepyeni bir şehre, yeni çevreye, toprakla uğraşmaya ve daha pek şeye adapte oldum. Önümüzdeki yıl açık öğretimle merak ettiğim bir okul okumaya başlamayı düşünüyorum. Şimdi üniversite mezunları için açık öğretim fakülteleri sınavsız öğrenci alıyor, pek çok arkadaşım felsefe, sosyoloji, fotoğrafçılık filan okudu. Ben de kültürel miraslar ve turizm okumayı planlıyorum. Böylece merak ettiğim bir konuda derli toplu bilgi alacağım.

Zamanı kaliteli bir şekilde doldurma konusunda herkesin kendine özgü yöntemleri vardır. Ancak herkes için, mutlaka sosyal ilişkileri geliştirmekte fayda var. Buraya geldiğimden beri katılmakta olduğum bir faaliyetten söz etmek istiyorum.

Türk Tabipler Birliğinin önerisiyle ‘Çınarlarla fidanlar buluşması’ adı altında çeşitli illerde bir etkinlik yapılıyor. Çanakkale’de bu işi ÇÖMÜ, Halk Sağlığı Bilim Dalı üstlendi, hatta bu buluşmayı staj programı içerisine aldı. Ben de şehirde olduğum zamanlar kaçırmamaya çalışıyorum.

Şehirdeki emekli hekimler, 2 ayda bir Tıp fakültesindeki, Halk Sağlığı stajı yapan son sınıf öğrencileri ile buluşuyoruz. Biz anılarımızı ve mesleğin tatminkar yönlerini, onlar da beklentilerini ve gelecek planlarını anlatıyorlar.

Genel olarak çocukları, kendisine ya da ailesine ait, büyük hevesler ve beklentilerle fakülteye girmiş, ancak fakültede okurken, hekimlerin uğradığı şiddet ve mesleki zorlukları fark ederek, büyük bir karamsarlık içerisine girmiş olarak buluyoruz.

Biz de gençlerin bu karamsarlığını gördüğümüz için, onlara mesleğin güzel taraflarını göstermeye gayret ediyoruz. Sonuç olarak toplantıdan fidanlar da çınarlar da çok memnun ayrılıyoruz. Hiçbir şey yapamasak gençlere 35/40 yıl sonraki hallerini göstermiş oluyoruz. Eh hiç de fena sayılmayız yani, çocuklar da bize bakıp, evet, 60/70 yaşımda bu abiler, ablalar gibi olmak isterim diyor.

Emekli hekim gurubumuz bir hayli renklidir, kendi aramızda da toplanıyoruz, yemeklere, konserlere, şarap tadımına filan gidiyoruz. Emeklilere en sağlam önerilerimden biri de meslek odalarının, sosyal etkinliklerine karışmalarıdır. Ömrünü kendine benzer şekilde geçirmiş insanlarla birlikte zaman geçirmek oldukça kaliteli zaman geçirmek anlamına geliyor.

SUŞİ DEYİP GEÇMEYİN, BUNDAN SONRA BENİM İÇİN ‘ÖĞRENİLMİŞ ÇARESİZLİKLERİME’ ve GEREKSİZ ‘KONFOR ALANLARIMA’ KAFA TUTMA ŞİFRESİDİR.

Hayatımda ilk kez, üstelik de yeni tanıştığım birisi (Yegane Hanım) ‘seni kim doktor olmak için zorladı, öyle hiç de doktor olmayı seçecek bir insana benzemiyorsun’ diyerek beni şaşırttı.

Oysa bütün ömrüm boyunca doktor olmayı isteyerek seçmedim dediğimde bunu kimse ciddiye almadı. Çünkü bunu söylediğim kişiler beni tanıyordu, beni öncelikle doktor kimliğimle kabul etmişlerdi, üstelik nasıl canla başla çalıştığımı da biliyorlardı.

Benim hakkımda en doğru çıkarımı yapan kişi ise sadece bloğumdan birkaç yazımı okumuştu, benim tıp doktoru olduğumu ise sadece ben söylediğim için biliyordu. Yazılarımı okuyunca hayata,  kendi annesi dahil tanıdığı diğer doktorlardan çok daha farklı bir pencereden baktığımı düşünmüş, asıl hangi mesleği yapmak istediğimi sordu, bu soru da benim için bir ilkti.

Anılarımı okuyarak hakkımda bir fikir oluştururken zihni serbestti, çünkü benimle ilgili bir ön kabulü yoktu, bana bakınca ‘doktor’ görmeye şartlanmamıştı, Ayşenur’u gördü.

Bir konuda şartlanmış değilsek konuya çok daha geniş açıdan bakabilme şansımız var. Bu çok önemli bir mesele bence, sanırım, dâhilerin bir konu ile ilgili bilgileri olsa da şartlanmıyorlar, böylece yepyeni bir bilgiyi ortaya koyabilecek, esnek bir düşünce yapısına sahip olabiliyorlar. Eğer bu esneklik olmasa gözünün önündeki gerçeği göremezsiniz. Çok bilinen örnekler verecek olursam, Watson ve Crick, yaptıkları deneylerde ortaya çıkan iplikçikleri, uzun süre denatürasyon (bozulma) iplikçikleri olarak tanımladılar ve üzerinde çalıştıkları hücrelerin bozulduğunu düşündükleri için deneylerini yarıda kestiler. Ancak uzun zaman sonra, bir anda, şartlanmaları çözüldü ve sonra aradıklarının aslında bu iplikler olduklarını anladılar. Yani DNA’yı buldukları, gözleriyle gördükleri halde uzun zaman bunun farkına varamadılar. Yine Kristof Kolombun sırf Hindistan’a yeni bir gidiş yolu bulacağım (şartlandı) diye sefere çıktığı için yeni bir kıta keşfettiğini anlamaması gibi.

Beyin esnekliği (plastisitesi) istesek de istemesek de yaşla giderek kısıtlanıyor. Örnek olarak yeni doğmuş bir bebek beyni dünya üzerinde konuşulan herhangi bir dili, hatta birden fazla dili, bir iki yıl içinde kolayca öğrenebilir.  Çocuklar da kolayca dil öğrenir, 8 yaşından sonra yabancı bir dili öğrenmek oldukça zorlayıcı bir şeydir, çünkü beyin esnekliği azalmıştır.

Zamanla beynin zihinsel yetenekleri farklılaşır, yavaşça yeni bilgilere kapanıp, bildikleri hakkında, deneyim kazanmaya, gelişmeye odaklanır.

Farkında olsak da olmasak da hayatımızdaki her şey hakkında bir kabul geliştirmiş yani şartlanmış olarak yaşıyoruz. Bir şey ya da konu ile ilgili ön kabulümüz eğer yaşadıklarımıza (tecrübe)  ya da bilgiye (bilim) dayalıysa bu durum bizim hayatımızı çok kolaylaştırır. Mesela daha önce yaptığımız bir yemeği kolayca yapabiliriz (tecrübe), daha önce hiç yapmadığımız yemeği, tarifini bir yemek kitabından (bilgi/bilim) alarak da yapabiliriz. Yoksa yemeği berbat etmek, ya da yapmaya niyetlendiğimizden çok daha farklı bir sonuca varmak mümkün.

Ancak bu ön kabuller temelsiz ya da yanlış bilgiye dayalıysa bir kara büyü gibi hayatı kısıtlar. Mesela ben bu yemeği yapamam diye şartlanırsanız, gerçekten de yapamazsınız.

Şimdi gelelim suşiden aldığım hayat derslerine.

Bundan çeyrek asır önce, henüz Türkiye’de suşi hiç bilinmezken, o zamanlar Amerika’da yaşayan dayıoğlu Emre, bir gün her ne hikmetse suşiden söz etmişti. Emre, en basit bir şeyi anlatırken bile, detaylandırarak, karşısındakinin anladığından tamamen emin olacağı bir şekilde anlatır.

Gündelik bir konuşma sırasında, hatır için çiğ tavuk yenir sözünden mi, o anda yediğimiz Türk yemeklerinden mi, yoksa iki ülke arasındaki yaşayış farkından mı söz açıldı bilinmez, Emre bana ayrıntılı bir suşi tanımı yaptı ve çiğ balık konusunda ön yargılı olmayıp yersen gayet lezzetli bir yemek olduğunu anlatmıştı.  

Ne kadar ayrıntılı anlatmış ve gözümde canlanmasını sağlamışsa artık, ilk suşi gördüğümde hemen denemek istedim ve gerçekten de çok sevdim. Ha bu arada not düşeyim, o gezide bizim guruptan suşi deneyen tek kişi bendim.

Çünkü Emre beni, bizim için çok farklı bir deneyim olan çiğ balık konusunda bilgilendirmişti. Bu bende açıkçası bir merak uyandırmıştı. Diğer arkadaşlarım ise çiğ balık konusunda net bir ön yargıya sahiptiler ve denemeyi  ret ettiler.

Buradan çıkarılacak ders; bilgi, hele de güvenilir bir kaynaktan alındıysa merak uyandırıyor ve ön yargıları kırıyor. Eminim ki eğer yıllar öncesinden Emre’yle yukarıdaki konuşmayı yapmamış olsaydım, o gün ben de denemeye kapalı olacaktım.

Daha sonra suşi salgını bizi de sardı, moda oldu. Moda olan bir şeyi denemek neredeyse sosyal bir baskı yaratır,  denemezsen günü yakalayamamış bir dinozor olursun (bu da farklı bir ders). Şimdi eminim o gün denemeyen arkadaşların hemen hepsi suşi denemiştir ve en az bir kısmı yemeye bayılıyordur.

İşte suşi Türkiye’ye geldiği günlerde benim malumatfuruş arkadaşlarımdan biri yapmayı denemiş ve başarmıştı. Sanırım yasmin cinsi pirinç kullanmıştı, o zamanlar bu tip pirinç de çok yaygın bildiğimiz bir şey değildi. Galiba sırf bu pirinci biraz zor bulduğu ya da ne bileyim sadece hava atmak için, bana suşi yapmak için özel bir pirinç gerektiğini ve zor bulunduğunu, başka cins bir pirinç yapışmayacağı için suşi yapılamayacağını söylemişti. Onun ‘özel pirinci’ bulduğu market zinciri de Trabzon’da yoktu.

İşte bu minik konuşma da bende bir ön yargı, ön kabul  yaratmış.  Aferin bana. Gerçi bu ön yargım hayatımı hiçbir şekilde etkileyecek bir şey değildi yani zararsızdı ama olsun, ön yargı edinmek için gereken bütün zihinsel basamakları izlemişim.

  1. Madem ki ‘özel pirinç’ benim yaşadığım şehirde bulunamıyor, o halde benim bunu bulma şansım yok. ŞARTLARIM UYGUN DEĞİL DÜŞÜNCE BASAMAĞI.
  2. Bu pirinci bulmadan suşi yapma şansım yok. ARAŞTIRMADAN, KULAKTAN DOLMA BİLGİYE İNANMA BASAMAĞI.
  3. Bu durumda ben suşi yapamam. ÖĞRENİLMİŞ ÇARESİZLİK BASAMAĞI ya da ZİHNİN YENİ BİR DENEYİMDEN KAÇINMA HİNLİĞİ ya da KONFOR ALANINDAN ÇIKMAMANIN DAYANILMAZ CAZİBESİ BASAMAĞI.

Böylece suşi yapmayı denemeyi aklımdan bile geçirmemişim. Yani daha denemeden yapamayacağımı kabul etmişim.

Daha sonra da yıllar boyunca aklımdan suşi yapmayı denemek geçmedi bile. Oysa mutfak işi severim, hele de evde dünya mutfağı denemekle övünürüm. Gittiğim ülkelerde yediğim yemekleri, bunlarda kullanılan baharatları aklımda tutar, dönüşte mesela İran, Hint, Viyetnam  mutfağından yemekler yaparım. Gene de suşi yapmak aklımdan geçmedi.

(Demek ki şartlanmayı pek ala becerebiliyorum, oysa yeni deneyimlere açık olmakla bilinirim. Kim bilir daha ne konularda şartladım, kısıtladım kendimi?)

Yahu sadece pirinci haşlayıp, sıcakken üzerine birkaç kaşık tuzlu, şekerli sıcak sirke döküyorsun, pirinç soğuyunca yapış yapış oluyor, istediğin gibi, istediğin malzemeyle sar gitsin.

Derken kilo verme konusunda da ‘nasılsa bir türlü veremiyorum, o halde bu konuda bir şey yapmama gerek yok’ düşünce yapısına sahip olduğumu fark ettim.  

Bu zehirli düşünceyi fark edince beslenme düzenimi değiştirdim. Sadece zayıflamak değil amacım, aynı zamanda öğrenilmiş çaresizliğime sığınarak (nasıl olsa kilo veremeyeceğim), konfor alanlarımın (neden kendimi durduk yerde zora sokayım) içine giderek daha da çok gömülerek yaşamaktan kurtulmak da istiyorum.  

Belki başka konular da fark edeceğim bakalım göreceğim.

KAR TATİLİ, AVLU ATEŞİ, EFSANELER, ŞEHRİN KUYTULARINDA GİZLİ DÜNYALAR, JAPON YEMEKLERİ, TÜRK İŞİ SUŞİ, AYŞESAN, DERKEN FISTIK YEŞİLİNİ DE BOYADIM.

Geçen hafta iki gün üst üste kar yağdı, biz gene mahsur kaldık. Kendimize kar tatili verdik. Köyün rakımı 270 metre, aslında denizden kuş uçuşu sadece 5/6 kilometre uzaktayız ama, bizden 4 kilometre aşağıdaki köylerin rakımı 60 metre. Arazi böyle aniden yükselince aşağıda hiç kar yokken biz bayağı kar alıyoruz.

Bizim evin önünden akan, yazları kuruyan, ancak içinde su olduğu zamanlarda minik de olsa oldukça komplike bir şelale sistemi bile olan bir dere var. Ben bu kadar ufak bir derenin adı olmaz nasıl olsa diye düşünürken, dün nihayet adının Kocataş Altı Deresi olduğunu öğrendim.

Yazları aylarca kuruyan bir dere için boyundan büyük, görkemli bir isim olduğunu düşünmek mümkün, ancak derecik ufak da olsa fonksiyonel, çünkü bayağı büyük bir vadisi var. Bizim ön bahçe bu vadinin yamacının bir bölümünden oluşuyor. Hal böyle olunca eğer garaj yolunu düz yapmaya kalksaydık çok eğimli olacaktı, bu nedenle zikzaklı bir yol yapıldı.  

Bütün bunca lafı neden ettiğime gelince, köyün yolu kar yağdığı gün bile açıktı, ancak benim arabamı garajdan çıkarıp, yola indirebilmem 6 gün sürdü.

Kardan sonraki günlerde, yılın ilk dolunayı, ayın dünyaya en yakın olduğu zamanda gerçekleşti. Günlerce ayaz vardı, gökyüzünde para kadar bile bulut olmadı, geceler ise neredeyse gündüz kadar aydınlık oldu. Sonuçta yağan kar, buza dönüştü ve son derece yavaş bir şekilde eridi.

Biz de böylesi durumlarda evde kar tatili veriyoruz. Zaten aylardan beri yakılabilecek çöpleri avluda yakmaya başladım. Bizim evin kağıt çöpünün yanı sıra, Ayşen de yıllarca evinde biriktirdiği faturaları getirmişti.  Karın üzerinde, güneş tepede parlarken,  ateş yakmanın dayanılmaz bir albenisi var. Galiba hepimizin içinde ufak da olsa bir piroman yaşıyor, ateş yakınca terapi gibi geliyor. Saatlerce ateşin başında kaldım.

Tabii Kalandar Ana olduğumu da unutmadım. Hazır evde mahsur kalmışken 14 Ocak günü (Kalandar Günü) dağıtacağım ekmekleri de yaptım.

Evde kapalı kaldım ya, herkesin beni bir yerlere davet edeceği tuttu. Bir çoğunu geri çevirmek zorunda kaldım, ancak birine icabet ettim.

Geçen ay, Çanakkale’de garip bir bistro keşfettim. Garip dememin sebebi, oldukça kuytu bir noktada olması ve genel olarak boş durması. Oysa her gün dünya mutfağından yemekler yapan, aşçılık okulu mezunu bir sahibi var.

Bistro sahiplerinin, oldukça ilginç bir çift oldukları kesin. Kadın Azeri Yegane Hanım, eşi Lievenise Belçikalı. Aşçı olan kadın. Her ikisi de 7/8 dil bilen, dünya gezgini bir çift. Adamın işi dolayısıyla 9 yıldan beri Türkiye’de, 5 yıldan beri de Çanakkale’de yaşıyorlarmış. Bir çocukları var, o da kendileri gibi, şimdilik lisede okuyormuş, 1 yıl sonra üniversiteye dünyanın neresinde gideceği belli değil. Zaten bu çift de kayıklarını hazırlamış, gözleri çarıklarına kaymış. Oğlan üniversiteye gidince Çanakkale’den göçecekler.

Ancak şimdilik bistroları dil okulu gibi bir yer. Çanakkale’de yaşayan ne kadar yabancı varsa, bildikleri dili konuşabilmek için buraya uğruyorlar. Geçen ay ben de bu buluşmalardan birine gitmiştim, ÇÖMÜ’de Japonca öğretmeni olan Japon, Almancasını ilerletmek için gelmişti, guruba tek kelime Almanca bilmeyen ben de dahil olunca Türkçe, Almanca, İngilizce ‘ortaya karışık’ bir sohbet gerçekleşti. İlginç olan şey, karısının ana dili Türkçe olduğu ve bunca yıldan beri burada yaşadıkları halde, bu kadar dil bilen adamın Türkçeyi çok az biliyor olması, ona çok zor geliyormuş.

Bu ilginç çift, sanırım bu bistroyu para kazanmak için değil de sosyalleşmek için kullanıyorlar. Mesela her ay, mümkünse bir ülkenin mutfağından örneklerle bir çalıştay yapıyorlar. Ben geçen ay yapılacak çalışmaya da katılmak istemiştim, ancak 3 kişiden fazlasını istemediği, üstelik de benim bir programıma denk geldiği için katılamadım.

Bu ay, geçen ay tanıştığım Japon hoca ile Japon yemekleri hazırlayacaklarmış, beni de davet ettiler. İşte kaçırmayı göze alamadığım davet bu oldu.

Benim garaj yolu kapalı ama nasıl olsa köyün yolları açık, hemen her işe lazım Muammer’i işe koştum. Beni köyden şehre, akşam da şehirden köye taşıdı.

Önce bu Muammer ismini çözmem lazım, çünkü adama Muharrem deyip duruyorum. Onunla gezmek bayağı bilgilendirici oluyor. Bu bölgede tanımadığı kişi, bilmediği yer yok. Mesela dün derenin ismini de, bulut olmayınca karın buza döndüğünü de ondan öğrendim. Ayrıca bizim köyün de bir antik kenti varmış, bu kentin adı da Arisbe diye geçiyor. Ancak bu isimden kimsenin haberi yok, yalnız bu köyde eski bir Osmanlı yerleşimi var ve hatta geçenlerde hamamında define arayanlar olmuş, haberlere bile çıkmışlar. Muammere sorarsan buranın bir de efsanesi var, adamın biri oradan geçerken çok acıkmış, bir dilim ekmek ve peynir alarak yemiş ve yoluna devam etmek istemiş, yoluna çıkan normalde minicik olan bir dere korkunç bir şekilde önünü kesmiş, adam buraya geri dönmek zorunda kalmış ve nihayet köyden birine izinsiz ne yediğini söyleyince yolu açılmış, yani burası da efsunlu.  Bu  memlekette  zaten bir efsanesi olmayan bir dağ, bir kaya, bir yerleşim yeri bulamıyorsun.  Kentlerin bir biri üzerine kurulma geleneğinden yola çıkarak, bu Osmanlı yerleşiminin, Arisbe kenti üzerine kurulmuş olabileceği varsayımını geliştirdim. Havalar düzelince bu efsunlu yere gideceğiz.

Neyse gelelim yemek çalıştayına. Japon adamın ismi Masa. Ancak Japoncada isimler sonlarına, bizdeki, bey, hanım, ağa  gibi saygı anlamında SAN eki alıyor. Yani adama Masa SAN diye hitap ediliyor. Bu arada ben de Ayşe SAN oldum. Bunu duyunca her boyayı boyamıştım, bir fıstık yeşili kalmıştı, o da tamamdır diye düşündüm. Çünkü bana bu güne kadar bana ‘karaböcek, körli, doktor bey, hocam, Ayşegül’ herkes aklına ne gelirse söyledi. Vallahi bir Ayşe SAN eksik kalmıştı, artık o da tamam.

Masasan ve benden başka, 8 aylık hamile Koreli bir gelin ile 12 yaşındaki komşusu da geldiler. Çocuğa hayran kaldım.  Ufacık çocuğun içinde kocaman bir ruh var, bu kadar yeniliklere açık, meraklı, olgun bir gençle tanışmak beni çok umutlandırdı.

Yapacağımız yemekleri önceden belirlemiştiler. Hepimiz kafa çevremize göre ayarlanabilen tek kullanımlık aşçı şapkası ve önlükler taktık. Televizyon programlarında olduğu gibi önce tarifleri okuduk. Daha sonra malzemeleri hazırladık, son olarak da pişirme işlemini yaptık.

Her neyse dün tuzlu/tatlı soslu hindi, kırmızı fasulye tatlısı ve suşiden oluşan bir menü hazırladık. Tabii Uzak Doğu mutfağının olmazsa olmazı, pirinç de haşladık. Bunun için düdüklü tencere ile mini fırın arası, özel bir makine var ve pirinci yıkamanla, makineden çıkarıp yemen 40 dakika filan sürüyor.

Tuzlu tatlı soslu ördek ve diğer kümes hayvanlarından bir hayli yemişliğim var, gayet güzel yaptığımızı düşünüyorum, çünkü her türlü tada alışık, ana gurup dışında bir kişi daha hindiden yedi ve yalanım yok, parmaklarını da birlikte yedi.

Fasulye tatlısına gelince ben onu hiç beğenmedim, ama Masasan, Japonya’da dükkan açabilirsin, o kadar güzel oldu dedi ve herkes ikinci dilimi de yediler. Demek ki güzel olmuştu. Ancak fasulyenin haşlama suyu falan dökülmeden yapıldığı için bu tatlı bana sonradan dokundu.

Ayrıca, hayatımda ilk kez suşi yapmış oldum. Bu deneyim de gayet hoşuma gitti. Ben nedense kendiliğinden yapışan özel bir pirinç cinsi var diye düşünüyordum. Oysa pirinci birbirine yapıştıran şekerli sirkeli sosmuş, eğer suşi nasıl yapılır diye bir kez araştırsam bunu öğrenmiş olurdum, ama nedense pirincin özel olduğu fikrine takılı kaldım.

Bu bile nasıl ders niteliğinde, cehalet başa beladır, bilmeyince ve bilmeyi de ret edince, kafana göre bir efsane yaratır ve ona inanırsın, artık bu konuda körsün. Öğrenmeye direnç göstermek, araştırmamak, bir cins zihinsel sakatlık.

Suşi yapmak fikri, son dakikada Koreli gelinin gelmesiyle ortaya çıktı, çünkü kadın sarmak için gereken yorun tabakalarını getirmişti. O sırada Masasanın pirinçleri hazırlanmıştı, onları kullanarak suşi yapmaya karar verildi. Yeşil biber, havuç ve ton balığı kullanarak suşileri sardık, ben arada vejetaryen suşiler de yaptım. Sonuç olarak içinde çiğ balık olmayan Türk işi suşi yapmış olduk.

Sonra hep birlikte oturup afiyetle yedik. Bizden sonra gelecek olan müşteriler için de yeterince yemek hazırlamış olduk.

Önümüzdeki ay muhtemelen İranlı biriyle, İran yemekleri çalıştayı yapacağız.

Fasulye tatlısı, bir daha yemesem ömür boyu aramam

Aşçı ekip, ben, Koreli gelin, Küçük Ahmet, Masasan
Ben , Masasan, Türk müşteri, Koreli gelin, Danimarkalı koca, Azeri Yegane hanım, Ahmet

SONUNDA KÖYDE BİR OKUMA YAZMA KURSU AÇTIK, KASIM 28, 2019

Geçen yaz bizim köyün her eve lazım Muammer’in eşi Sanem’in ilk evliliğinden olma oğlu annesinin yanında yaşamak isteğiyle köye geldi. Bu kızcağız henüz 30 yaşında değil ama 2 ayrı kocadan 4 çocuğu var, en büyük çocuk da 14 yaşında. Kendisi daha çocuk yaşta iken evlendirilip 2 çocuk sahibi olmuş, daha sonra da koca zulmüne dayanamayıp, çocukları da bırakıp baba evine dönmüş. Muammer ile evliliğinden de 2 küçük çocuğu var, bu çocukların anneleri olmaya daha uygun bir yaşta.

Biz Sanem’in okur yazarlığı olmadığını bildiğimiz için geçen yıl yurt genelinde yapılan okuma yazma seferberliği dahilinde bir kursa gitmesini istemiştik. Bu konuda da bak bu yıl çocuğun okula gidecek, minnacık çocuk okuyacak, sen anne olarak ona destek olamayacaksın diye damardan bayağı baskılar yaptık.

Gerçekten de Sanem geçen sene kursa gidip bir şeyler öğrenmeye başlamıştı ki, yok çocuğu bırakacak kimsem yok, yok tarlaya gideceğim gibi çeşitli sebeplerle kursu tamamlayamadı. Biraz harf tanısa da sonuçta okumayı öğrenemedi. Bu arada ilk okula başlayan 7 yaşındaki oğlu elbette ki okudu.

Geçen yaz 14 yaşındaki oğlan geldiğinde, garibim hiç yüzüne bakılmamış, şu anda 10 yaşında ancak gösteren kavruk bir çocuktu. Meğer bu çocuk da hiç okula gitmemiş ve okumayı öğrenmemiş. Çocuğun annesinin yanında kalmak istediğini öğrenince Sermin ona okuma öğretebileceğini söylemişti.

Sermin aslında edebiyat öğretmenidir, ancak ilk stajından sonra ben çocuklarla uğraşamam öğretmenlik çok zor bir işmiş diyerek resti çekmişti. Gerçekten de resmi olarak bir gün bile öğretmenlik yapmadı. Sen nasıl okuma öğreteceksin diye sorduğumda ‘ben Zülfikar’a bile öğretmiştim, neden öğretemeyeyim’ dedi. Zülfikar da çok geç yaşta okumayı öğrenmişti ve eğer ona okumayı öğreten sensen herkese öğretebilirsin diye düşündüm.

Tabii Sermin hiçbir zaman aktif öğretmenlik yapmadı, ancak Ayşen Güner hep öğretmen olarak çalıştı. O da ben sana sınıf öğretmeni arkadaşlarımdan okuma materyalleri alırım diye söz verdi. Gerçekten de İstanbul’daki bir arkadaşı ona materyalleri hazırladı, tam da arkadaşından alıp kargolayacaktı ki, bu arada Muarrem çocuğun tarlada filan yardımcı olmasını istediği için, çocuk da böyle sıkıya gelemeyeceğini düşünüp, babasının yanında yaşamak üzere köyü terk etti.

Sonuç olarak bizim materyaller, İstanbul’da kaldı. Bu konuyu kapattığımızı düşünüyorduk.

 Geçen ayın başında benim önce Trabzon’a sonra da İstanbul’a gitmem gerekti. Tam da bu sırada köyde zeytinler hasat edildiler. Sermin büyük bir hevesle çalışanlara yardım etti. Sanem ile Filiz, yani köyde yaşayan iki Kürt gelin, Sermin’den bize okuma öğret diye rica etmişler. Sermin de bana haber verdi, sağ olsun Ayşen, arkadaşından materyalleri aldı, bana ulaştırdı. Ben bagajıma resmen gavur ölüsü kadar ağır bir torba daha eklemiş oldum.

Genellikle İstanbul’dan otobüsle gelirken, Gelibolu’da inip, feribotla karşıya geçiyoruz. Feribota bindim diye telefon edince evdeki kişi araba ile Lapseki’de geleni karşılıyor. Böylece bir saat daha erkenden eve varıyoruz, ancak bu durumda eğer elimizdeki valiz ağır ise otobüsten feribota kadar olan 500 metrelik mesafe bayağı zorlayıcı olabiliyor.

Yani demem o ki 500 metre resmen taş taşıdım, şimdi bu hatunlar okumayı öğrenmeden kursu terk ederlerse kafalarını kırmaya hakkım var. Bunu da baştan onlara söyledim.

Evin avlusunda kocaman bir camlı oda yaptırmıştık, bu odanın manzarası oldukça güzel olduğu için içine kocaman bir sedir yaptırdım, bir sürü yastık koydum, masası, sandalyeleri, kliması, perdeleri yani her şeyi var. Bu yıl  oraya bir de soba aldık. Yani kararlıyız kışın da kullanacağız.

İşte 28 Kasım 2019 günü, ilk defa bu odada sobayı yakıp, okuma kursuna başladı.

İşin ilginç tarafı bizim Sanem’in gerçek ismi Fener imiş. Her iki kadın da büyük bir hevesle işe başladılar, işin ilginç tarafı ertesi gün harfleri bir birine katmaya bile başladılar.

Tabii bu arada bizim evde, ailede ve arkadaş çevremde bu kursumuz büyük bir ilgi ve heves uyandırdı.

Umarım bu kadınlar okumayı tamamen öğrenirler. Sermin hiç hecelemeden akıcı bir şekilde okuyup anlayabilmek gibi bir hedef koydu. Bu hedefe ulaştıklarında ise bir diploma töreni düzenleyeceğime söz verdim.

Havalar güzelken bahçedeki kış odasında , bazı günler soba yakarak, bazı günler sobasız, kışın en soğuk günlerinde ise evde çalıştılar.

Okuma yazma öğretmek için şimdi farklı bir usul çıkmış, harfler değişik bir sırayla tek tek öğretiliyor. Aslında her iki kadın da geçen yıl okuma kursuna gitmişler, ancak haftada bir gün, üstelik de sadece okumaya yönelik oldukça yüzeysel bir eğitim almışlar ve hemen hiçbir şey öğrenememişler.

Sermin ise bir ayda ancak 8 harf öğretti, sürekli yazdırıyor, sürekli tekrar ettiriyor. Kadınlar da Sermin de bıkmadılar ve öyle sanıyorum ki bu yıl her iki kadın da okur yazar hale gelecek. Ben de daha sonra, artık unutmayacaklarından emin olana kadar haftada bir de olsa bir süre okuma seansları yaptırmayı düşünüyorum.

Bu meraklı konuda yazmaya devam edeceğim.

Show Buttons
Hide Buttons