Category Archives: Genel

BU YIL BİRAZ FARKLI BİR YENİ YIL KARŞILAMASI YAPMAYA KARAR VERDİM

Bu yıl biraz eğlenceli bir yılbaşı kutlaması yapmaya karar verdim.

Çanakkale’ye taşındığım yıldan beri benim 19 aralıkta, Semra’nın 23 ocaktaki doğum günlerini de ortalama bir zamanda beraberce kutluyoruz. Bu toplu doğum gününü de yılbaşı eğlencesine katmayı düşündüm.

Bir kısmı Çanakkale’de edindiğim, diğer kısmını da uzun süredir tanıdığım birkaç arkadaşımı davet ettim. İstediğim şey onlara hatıralarında yer edecek bir gün yaşatmaktı.

Bu nedenle günler öncesinden hazırlıklara başladım. Her şeyden önce canlı bir ağaç aldım. Ladin bulamadığım için büyükçe bir limon çamı aldım ve onu geleneksel bir şekilde ışıklar, melekler, toplar vs ile süsledim.

Renkli kağıtlar alarak merdiven, kapı süsleri, bir tarafı yapışkan parlak renkli kağıtlar alarak camlara yapışacak yeni yıl dilek yazıları, mumlar, çanlar, kar kristalleri, oyun kağıdı simgeleri kestik, kırmızı, beyaz, yeşil çuhalar alarak kardan adam, çizme, kızak, geyik, çam ağacı motifleri yaptım ve salonu, balkonu, bütün koridoru süsledik.

Her güne bir adet olmak üzere toprak kaplar içerisinde altın rengine boyadığım çam kozalakları, cevizler, kuru meşe yaprakları, tarçın kabukları, fındıklar, pamuktan karlar, çuhadan kesilmiş, yeşil, kırmızı yapraklarla süsler hazırladım. Bunları da gerçek kabaklarla yan yana koyarak misafirlerimin geleceği yollara, masalara koyduk. Evde her şey şenlikliydi, mumlar, melekler, çiçekler, kukuletalar, ağaç altındaki hediye paketleri ile ortalık gerçekten bayram yeri gibiydi.

Yemeği de geleneksel yılbaşı yemeklerinden menü düşünerek hazırlamıştım.

Asıl önemli hazırlık ise arkadaşların davet edilme süreciydi. Toplantıdan 2 hafta önce ‘Nardugan’ adı altında bir watsap gurubu kurdum ve guruba önce herhangi bir mesaj yazmadım. Tabii bu durum saatler içerisinde dikkat çekti. Ne oluyor diye sorular başladı, arkadaşlardan bir Nardugan hakkında araştırma yapıp bilgi verdi. Ben de bu bir gizem gurubudur, size her gün ya bir muamma soru vereceğim, ya da ufak bir bilgi vereceğim. Daha sonra birlikteyken bu bilgileri bir araya getireceğiz diye merak uyandırdım.

Gerçekten de daha sonra her gün bir bilgi verdim, ya da bir soru sordum. Sonraki gün, 21 Aralıktaki şebi yelda (en uzun geceler) denk gelen soltsis (gün dönümü) kavramlarını açıkladım. Soltsis ve ekinoks (gün tün eşitliği) günlerinin mevsimsel döngülerle ilişkisi hakkında bilgi verdim.

Bir sonraki gün ise Mintraizm hakkında bilgi verdim. Bu eski din İran ve Hindistanda yaygın olarak inanılan ve güneş kültü ile ilgili bir dindir. Daha sonra Roma İmparatorluğunda yaygın olarak inanılmış, ancak dördüncü yüzyılda Roma İmparatorluğunun resmi din olarak Hristiyanlığı kabul etmesi üzerine artık ortadan kaybolmuş bir inanış olduğunu açıkladım.

Bir sonraki gün benim doğum günümdü, bunu ilan ederek iyi dilekleri kabul ettim. Arkadaşlarımdan biri o günü Ayşenurdugan günü ilan etti. Ben de çoktan kabul ettim. Çünkü gurubun ismi Nardugan; nar= güneş, dugan= doğan anlamına geliyor. Bu bilgiden sonra bir başka arkadaşımın sen bizim Narımız oldun iltifatına mahzar oldum.

Bundan sonraki gün 1 Ocak gününün neden yılın ilk günü olduğu sorusunu sordum, ancak buna cevap vermedim. Bunun cevabını geniş bir şekilde daha sonra yapacağım, insanoğlunun zaman kavramı ve zamanı hesaplama yöntemleri şeklindeki bir araştırma yapacağım ve bu da bir sonraki toplantının konusu olacak.

Sonra geldi şebi yelda yani 21 aralık, o günde herkese nar kırdırıp, yedirdim. Böylece evlerinden bereket ve sağlık eksik olmayacak.

Bir sonraki gün bunun bir pagan geleneği olduğunu, paganların göklerle ve doğayla bağlantılarının ve bilgilerinin aslında bizlerden çok daha engin olduğunu yazdım.

Daha sonra Yahudilerin Hanukan bayramı ve Hiristiyanların Noel bayramının 25 aralık günü olarak bir biri ile örtüştüğünü yazdım.

Bu gün aslında yılın en uzun gecelerinin uzamaya başladığı gecedir. Hanukan bayramı aydınlığın doğuşu gibi bir anlama sahip olup, direkt olarak bu doğa olayı ile ilişkilidir. Benzer şekilde Mintraizm dininde Mintranın yani güneşin doğumu da 25 aralıktır. Hristiyanlıkta bu gün İsa peygamberin doğum günü olarak bilinir.

Daha sonra Noel baba kimdir ve neden kızakla kayar, kırmızı kukuleta takar diye sorular sordum. Tam da bu anda Gamze telaşa kapıldı, çünkü ondan toplantıda anlatmak üzere Noel babayla ilgili bir sunum istemiştim. Ancak ben de Noel ile ilgili daha fazla bir ipucu vermedim elbette.

Bir sonraki gün Oğlak burcunda gerçekleşen bir yeniay ve halkalı güneş tutulması vardı. Bu durumun çok kısa bir astrolojik değerlendirmesini yaparak, yeni yapılacak başlangıçların kalıcı olacağını ancak oldukça da yorucu olacağını yazdım. Zafer (ameliyat oldu), Sıdıka (yeni iş yeri kuracak) ve Gamze ( yeni şehre tayin olacaklar) kişisel olarak algıladılar.

Son gün de Rua nedir diye sordum.

Arkadaşlar bütün ipuçlarını internette araştırmışlar, hepsini öğrendikleri halde Rua nedir sorusunun cevabını bulamamışlar. Bu oldukça ezoterik gizemler içeren 25 aralık ve 5 ocak arasındaki 12 geceyi kapsayan bir zaman sürecidir. Ay ve güneş takvimleri arasındaki farkı kapatmak için güneşin bu süre içerisinde durup ayı beklediğine inanılır. Elbette 12 sayısındaki şifreler oldukça fazladır, 12 ay, 12 imam, 12 havari, 12 burç vs vs liste uzar gider.

Toplantımızda tanışma, yeme içme, hediye açma, Elazığ’dan bir öğrencim de olduğu için o günlerden konuşma fasılları oldu.

Sermin bize Orta Asya müzikleri, Noel müzikleri, Semra ve bana doğum günü şarkıları çaldı.

Daha sonra Gamze bize bir internet oyunu oynattı. Noel baba ile ilgili 13 soru sordu ve biz de telefonlarımızdan bir cevap işaretledik. Noel babanın geyik sayısı hariç bütün sorulara doğru cevaplar vererek oyunu  birinci bitirdim.

Daha sonra Nardugan bayramının 22 aralıktan sonraki ilk dolunayda (2020 yılında 10 Ocakta ve30 Ocakta, 2 tane Nardugan var) kutlanan bir bayramdır. Diğer pek çok toplumda da kutlanan bir bayrammış. Eski Türklerde ise bir da Ayaz Ata denilen iyilik sever bir soğuk atamız da varmış.

Bence Hrsitiyanlık dini ilk yayılmaya başladığı zaman, etkilemek istedikleri kısıtlı sayıda Yahudi toplumu, çok daha geniş pagan toplumu ve Mintraizme inanan Roma imparatorluğu halkları vardı. bu yeni dinin kolayca kabul görmesi için İsa’nın doğumu ile Mintranınkini aynı güne yerleştirmek, Hanuka bayramı ile de aynı günde kutlamak oldukça mantıklı. Pagan inanışına sahip bir de bütün Nardugan adetlerini, geleneksel Türk kıyafetleri de dahil Noel babaya adapte etmek akıllıca olmuştur. Yoksa Antalyalı Noel babanın ren geyikleri ile kızak kayması akla uygun olmayacaktı.

Sonuç olarak ne kadar farklı görünse bile bütün kültürler özünde bir biri içine giriyor. İşte bütün bunları konuştuk.

Çocuklar gibi eğlendik.

Çok net ben artık Nardugan kutlaması yapmaya devam edeceğim.

ellerimle yaptım
Elazığdan ilk öğrencilerimden Ahmet Coşkun

MECBUREN YAŞLANIYORUZ, BARİ GÜZEL YAŞLANALIM

.

Doğum günüm yaklaştı ve benim kendime verebileceğim en güzel hediye, geçmiş bir yılımı tartıp, önümüzdeki bir yıl için çıkarımlarda bulunmaya çalışmak. Gençken insanlar yeni yaşından dileklerde bulunurken önündeki on yılları bağlayabilecek şeyleri düşünebiliyor. Mesela meslek, eş, yaşanacak ülke/şehir için dileklerde bulunabiliyor. Yaş kemale erdikten sonra en iyisi vites küçültüp, daha kısa süreli dileklerle yetinmek, zaten ihtiyaçlar da artık bu yönde oluyor.

Artık 62 yaşına giriyorum, çocukluğumdan beri doğum günlerim çoğu kez tantana ile kutlandığı için hala dünyaya arz edildiğim günü önemsemeye dikkat ediyorum. Ancak artık, yaşadığım yıl sayısının başıma kakılmasının pek zarif  sayılmayacağı yaşlarımı idrak ediyorum. Neyse ki doğum günüm yılın son günlerinden birine  denk geliyor da, böylece koskoca gezegenin yeni yaş kutlamaları, iyi dilekler filan derken benim yaş unutuluyor.

Aslında kışın en uzun gecelerinin başlangıcına çok yakın bir tarihte doğmuşum. Doğum günümü yılın en uzun gecelerinden birinde kutluyor, hemen ardından en uzun gecelere giriyorum. Neyse ki her dibe vuruş, eğer orada kalma niyeti yoksa ardından gelecek yükselişin başlangıç noktasıdır. Yani doğum günümün ardından bir hafta bile geçmeden günler yeniden uzamaya başlıyor.

Üstelik ben doğduğum zaman ay da balsamik  dönemdeydi. Ben doğduktan bir, iki gün sonra yeniay (karanlık gece) oldu, bundan sonraki iki hafta içerisinde de ayın görünen yüzü büyümeye ve dünyaya yansıttığı ışığı giderek arttı ve dolunaya ulaştı.  Burada da öncelikle ve kısa zamanda en koyu gök karanlığına dalıp, ardından ışığın büyümesi teması var.

Yarı yarıya dolu bir bardağı iki insana gösterin biri yarısı dolu, diğeri ise yarısı boş bir bardak görecektir. Bardağın hangi tarafını göreceğimizi seçmek elimizdedir.

Ben de, doğum günüme bakarak, kendi yolculuğumu karanlığın dibinde başlamış olarak değil, aydınlanmanın başlangıcına zemin hazırlayan zamanda başlamış olarak tanımlamayı seçiyorum.

Artık, çok değil tabi, ama ufaktan ufağa yaşlanıyorum. İnsan her zaman hissettiği yaştadır derler, ama bence bu sadece gençliğini özleyen birlerinin dillerine dolamayı sevdiği bir teselli cümlesi, hücrelerin bu fikre pek katılmıyor.

Hani hep yaşlanmıyoruz, yaş alıyoruz deniliyor ya, işte o yaşları alırken, tabii eğer şanslı isen ve bilindik bir hastalığın yoksa, gene de telomerlerin kısalıyor. Dıştan bakılınca, saçların ağarıyor, cildin kırışıyor, gözün yakını görmüyor, içini ne sen sor ne ben söyleyeyim. Herhangi bir süreğen medikal hastalığın olmasa bile, yaşanmışlıkların yığılıyor. Gün gelip de içine bakmayı becerebilirsen, ruh şişesinin alt kısmında kalın bir tortu birikmiş olduğunu fark ediyorsun.

Bu tortu aslında senin yaşanmışlıklarının anısı yani tecrübe. Bu tortunun da iki yüzü var.  Tecrübe kazandıkça, bu tortuyu düzgün kullanmayı öğrenirsen, işlerini daha kolay bir mantıkla, daha kısa yoldan ve daha başarılı yaparsın, dolayısıyla  hayatını kolaylaştırır. Öte yandan bu tortuya gereğinden fazla gömülmeyi seversen ruhu ve bedeni tembelliğe alıştırır, böylece yeni şeyler keşfetme, atılımlar yapma, risk alma cesaretini azaltarak hayatını yavanlaştırır.

Benim  biriktirilmiş hayat tortusu diye tanımladığım şey konfor alanı olarak da tanımlanıyor. Yani insanın kendini daha güvenli hissettiği alan. Konfor alanını bir ev hanımı kendisi için evinin duvarları arası olarak tanımlayabileceği gibi mesela bir pilot sekiz bin fit yükseklik olarak tanımlayabilir.  Son zamanlarda UNESCO yaşlılık kavramını konfor alanının dışına çıkamamak olarak tanımladı.

O halde benim için bu önümdeki yıldan beklentim konfor alanımdan bir nebze olsun taşabilmek olmalı. Bu yıl her zaman yaptığım gibi şimdiden karar vermiyorum, ama önümüzdeki yıl ani bir kararla daha önce hiç yapmadığım bir şey yapmak için kendime söz veriyorum.

SAYIN HERŞEYİ BİLEN CAHİLLER, SİZ HİÇ AŞISIZLIKTAN ÖLEN, SAKAT KALAN ÇOCUK GÖRMEDİNİZ, AMA BİZ BU SESSİZ KURBANLARDAN ÇOK GÖRDÜK.

Şu günlerde inanılmaz bir aşı karşıtlığıdır körükleniyor. Artık bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olan insanlardan bıktım usandım. Yok efendim aşılar otizm yapıyormuş, yok efendim daha neler, neler…

Alın size kendi tecrübelerimden birkaç hasta…

Hacettepe ile ilgisi olan herkes  servis 38in,  2 yaş altındaki çocukların enfeksiyon hastalıklarının sevisi olduğunu bilir. Benim zamanımda pediatri asistanlarının en çok korktuğu servislerden biriydi, hem hastası çoktu, hem de ölümler çok fazlaydı. Burada çalışmak maddi manevi çok zordu,  bütün gün döne döne mayi takar, bir o hastaya bir ötekine koşup dururduk, ayaklarımıza kara sular inerdi, gene de her gün ölü verirdik. Bu bebeklerin pek çoğu, ondan bir aşı ya da ishalken su esirgendiği için ve iş işten geçene kadar getirilmedikleri için ölürdü.

Bu belalı serviste çalışırken 10 aylık adına ‘Berbat Süleyman’ taktığım bir bebek yatmıştı. Gerçek adını hatırlamıyorum, ancak bebeciği hiç unutmadım. Çok güzel beslenmiş, topuz gibi bir oğlancıktı. Muhtemelen hafif bir süt alerjisi olmalıydı, çünkü kıpkırmızı hafifçe kabuklanmış tombul yanakları vardı. Saçlarını büyük çocuk gibi tıraş etmişlerdi. O kadar güzel ve kendine özgü bir bebekti ki onu zihnimde sürekli eski Türk sinema filmlerindeki Ömercik tiplemesi gibi canlandırırdım. Üzerine askılı ve yamalı bir kot pantolon giydirip, başına kasket takıp, koltuk altına birkaç gazete tutuşturup sokaklarda gazete sattığını hayal ederdim. Lakabını da mahalleye kök söktürecek bir tip bu diyerek takmıştım, bu lakap ve betimleme çocuğa o kadar uygundu ki, bütün servis bebeğe ‘ senin Süleyman’ demeye başlamıştı.

Bu küçük bebecik kızamık ve kızamığa bağlı zatürre tanısı ile yatmıştı. Kızamık zatürre yaptı mı felaket bir şeydir. Giderek akciğerdeki hasar daha da derinleşir, hava kesecikleri kapanır, iş bu hale geldikten sonra da çocuk havasızlıktan boğularak ölür. O zamanlar elimizin altında şimdiki ilaçlar ve makineler de yoktu, yani iş bu hale geldi mi, artık elimizden pek bir şey gelmiyordu.

Berbat Süleyman’cık elimizin altında, testereyle tahta keser gibi hırlaya hırlaya, her nefes çabasında, göğüs kafesi omurgasına değecek derecede çekile çekile, bin bir işkence ile, çok ama çok zor yoldan can verdi.

Sebep; Süleyman kızamık aşısı olmamıştı. O zamanlar kızamık aşısı 1 yaşında yapılırdı, Süleyman’ın öldüğü sene, böyle kızamığa bağlı minik bebek ölümleri olduğu için, kızamık aşısı 9 aya çekilmişti.

Berbat Süleyman’ın adını hatırlamıyorum ama yaşadıklarını asla unutmadım. Şimdi zihnimdeki sadece bu bebeğin can çekişme görüntülerini, o gönül rahatlığı ile aşı karşıtı kitap yazan adama iletebilsem, biraz vicdanı varsa kendi kitabını kendisi toplatıp meydanlarda yakar.

Tabii hatıralarımda sadece Berbat Süleyman yok.

Yine asistanlıktan bu kez de 24ten yani 2 yaşından büyük çocuk enfeksiyon servisinden birkaç çocuktan söz etmeliyim.

Bunlardan biri çocuk felci olan 7/8 yaşlarında bir erkek çocuktu. Hastalık en ağır şekliyle vurmuş, solunum kaslarını da tutmuştu. Haftalarca, solunum cihazında kaldı nihayet solum kasları geri döndü, çocuk nefes almaya ve konuşmaya başladı, ancak bacaklarındaki felç tamamen yerleşti. Çocuk tekerlekli sandalyeye mahkum oldu. Bacaklarında hemen hemen hiç canlı kas kalmadığı için ameliyat şansı da yoktu.

Bu çocuğun babası polisti, yani pek de cahil bir insan sayılmazdı. Ziyarete sadece babası gelirdi, annesini hiç göremedim. Bir gün babası ile konuşurken aşı konusunu açmıştım ve hayatımda ilk kez, ‘inanç(!)’ kaynaklı aşı karşıtlığı ile karşılaşmıştım. Ben neden aşı yaptırmadınız, bakın çocuk hiç uğruna sakat kalacak dediğim zaman adam resmen üzerime sıçramıştı, o çocuğun kaderi buymuş, Allah’ın takdiri böyleymiş, ben kim oluyormuşum da takdiri ilahiyi sorguluyormuşum. Yani bir dayak yemedim işte o kadar. Adama, madem çocuğun hastalıktan korunması Allah’ın işine karışmak oluyor da, hastalanınca tedavi edilmesi Allah’ın işine karışmak olmuyor mu diye sordum. Sen kendi işine bak, dini konuları ilim sahiplerine bırak gibi saçma sapan bir cevap vermişti. Aramızda pencere teli olmasaydı gırtlağına sarılacak kadar sinirlenmiştim.

Sonuç; o çocuk her iki bacağını da kullanamaz bir halde taburcu oldu. Aldığım tıbbi geçmiş hikayesine göre hiçbir aşısı yapılmamıştı.

Yine aynı serviste bu kez kıdemli asistan olarak çalışıyordum. Melek isminde bir kız çocuğu yatmıştı. Çocuk ağır derecede tetanoz vakasıydı. Bütün bedeni tahta gibi kasılmıştı, ağzı kasılmış, dili dişlerinin arasında kalıp şişerek nefes yollarını kapatmıştı. Bu çocuk haftalar süren tedaviye cevap vererek yaşadı ve herhangi bir görünür sakatlığı da kalmadı. Ancak dilini o kadar kötü bir şekilde ısırmıştı ki, dilin büyük bir bölümü çürüdü. Her gün diline pansuman yaparken bu çürüyen kısımları temizlememiz gerekiyordu, sonuçta çocuğun dilinin sadece kökü ve ucunun da küçük bir parçasını kurtarabilmiştik.

Çünkü, bu çocuğun cildinde Ehler Danlos sendromu dediğimiz, ve cildinin sağlamlığını azaltan bir hastalığı vardı. Bacağına ufak bir çivi değmiş ve çocuğun bacağından büyük bir deri parçasını yırtmıştı. Aile çocuğun bu çeşit yaralanmalarına alışık olduğundan önemsememiş, tetanoz aşısını yaptırmamıştı.

Sonuç; Melek, küçük bir yaralanma sonucunda canını zor kurtardı ve ömrünü kalan kısmını dilinin büyük bir bölümü olmadan yaşamak zorunda kaldı.

Tabii bizim neslin tanık olduğu yeni doğan tetanoz vakalarından hiç söz etmiyorum. Bu vakaların her biri de anneleri gebeyken aşı olmadığı için ve doğum da sağlıksız koşullarda yapıldığı için kaybedildiler. Şimdi artık çok şükür bu vakaları görmez olduk. Gebeler aşı yaptırmazsa gelecek nesil doktorlar kolaylıkla, daha birkaç günlük bebek iken kasıla kasıla ölen bebekleri de görür.

Bu kez de Elazığ’da mecburi hizmet yaparken yatırdığımız difterili bir hastadan bahsedeyim. Muhtemelen benim neslimde difteri vakası görmüş birkaç doktordan biri ben olmalıyım. Difteri yani hani romanlara konu olan ‘kuş palazı’ hastalığı korkunçdan da korkutucu bir hastalıktır.

Hastalık bildiğiniz bademcik iltihabı gibi başlar ki gerçekten de bademcik iltihabıdır. Ancak, bu iltihabı yapan mikrop çok ağır zehirler salgılar. Bu zehirler birkaç gün içerisinde yukarıdan aşağıya doğru ilerleyen felce neden olur. Bizim hastamızın da önce boğaz kasları, ardından solunum kasları son olarak da kol ve bacakları felç oldu.

O hasta ile inanılmaz derecede uğraşmıştık. Günlerce, gecelerce başında elimizde aspirasyon cihazı ve ambu ile nöbet tuttuk, neredeyse her yarım saatte bir aspire ettik. Neyse ki oldukça yeterli bir solunum cihazımız vardı ve çok yakın takiple bu çocuk iyileşti. Ancak iyileşmesi haftalar sürdü, önce kol ve bacaklar, sonra solunum kasları, yani aşağıdan yukarıya doğru felçleri düzeldi.

Bu arada okulunda tarama yapıp 10 çocuğun boğazında da difteri mikrobu taşıdığını anladık. Ancak onlar aşılı olduklarından hasta olmamışlardı. Taşıyıcı vakaların toplum için büyük bir tehlike teşkil edeceğini bildiğimiz için onları da tedavi etmiştik.

Sonuç; çocuğunu aşılatmaya üşenen bu aile, hastane masraflarına büyük bir reaksiyon gösterip bizi gazetelere vermekten hiç erinmedi. Bütün yerel gazeteler bir boğaz iltihabı için bu kadar fatura çıkar mı diye veryansın ettiler, hastanemizi kötülediler.

Bir hasta da meslek hayatımın son yıllarından yazayım.

Bu da bir ‘inanç(!)’ bağlantılı aşı karşıtlığıydı. Çocuk boğmaca olmuştu, tabii ki aşı yaptırılmamış bir çocuktu. Aile benim ilaç firmalarıyla bağlantım olduğunda kuşku duyduğu için ilaç da kullanmıyordu. Ancak gene de  çocuklarını tedavi etmemi  bekliyorlardı. Bu ailede, hem anne, hem de baba üniversite mezunuydu. Hastayı özel muayenehaneme getirmişlerdi. Hem beni hem de servis çalışanlarını çok bunalttılar. İstanbul’dan birilerine telefon edip oradaki doktordan bir şeyler öğrenip gelip bizimle kavga ediyorlar, öte taraftan da çocuğa herhangi bir şey yapmamızı engelliyorlardı.

Sonuç; çocuğa ne oldu bilmiyorum, ben muayene parasını aileye iade edip İstanbul’a güvendikleri doktora sevk ettim. Ama bu çocuk bu kadar solunum sıkıntısını sadece kör cahillikten ötürü çekti.

Çocuğuna aşı yaptırmamayı düşünen aileler için yazdım.

BANA HORMON YAZMIŞSIN

Bu günlerde ağzı olan konuşuyor.  Özellikle çıkartıldığını düşündüğüm ciddi bir aşı ve ilaç düşmanlığı var.

Bu düşmanlık önceleri, dünyaya kapalı, etkilenmeye açık, okuma yazma oranı düşük köylerde ya da iradesini toplu halde bir kişi ya da kişilere teslim etmeyi seçen guruplar arasında yaygındı. Belli bir kişiye bağlı olan izleyiciler, kendilerine bağlı bulundukları topluluğun kuralları dışına çıkma iradesi hakkı tanımadıkları için çocuklara aşı yapılmasın dendiyse aşı yaptırmazdılar.

Bu sonuca ulaşmak için bazen, devlet aşı yaptırıp çocuklarınızı kısır edecek denilirdi. Bazen de,  eğer çocuğun kaderinde hasta olmak varsa, olması gerekir, hasta olmasını engellemek Allah’ın iradesine karşı gelmektir denirdi. Eğer bu dünyada acı çekersen bir takım günahların bedeli bu dünyada ödenmiş olursun, öte dünyada ödenecek daha az günah kalır  anlamına gelen bir takım hurafeler kullanılırdı.

Fakat son yıllarda bir yandan alternatif her derde deva bitkisel ilaçlar, hacamatçılar, sülükçüler, cin def edicilerin sayısı pıtrak gibi patlatıldı. Bu konuda ciddi bir piyasa yaratıldı. Buna paralel olarak, newage modasına dahil olmak üzere daha okumuş yazmış, eli para tutmuş kesim arasında da ciddi bir aşı ve ilaç karşıtlığı meydana çıkmaya başladı.

Bu kesim aşıların okudukları ya da duydukları bir şeye inanıp aşıların bazı komplikasyonlarını gözlerinde büyüttükçe büyüterek, aşıların zararlı olduğunu ileri sürüyor ve aşı yapılmasına karşı çıkıyor. Tabii bu kişilerden hiç biri  insanlık tarihi boyunca mesela kızamıktan ölen insan sayısının ne kadar ciddi bir boyuta ulaştığını bilmiyor. Şimdi aşı ile kızamık büyük ölçüde ortadan kaldırıldı ya aşının yan etkileri yüzünden aşı yaptırılmak istenmiyor.

Yani aşının meydana getirebileceği 7 milyonda bir hastalık riskini almamak için, kızamığın meydana getireceği zatürre ve ölüm riski göz ardı ediliyor. Üstelik kızamık o kadar salgın bir hastalık meydana getirebilir ki, bir kış içerisinde kolayca yüzlerce bebek kaybedilebilir.

Evet de bırakın da bu işleri bilenler konuşsun, ama zaten onlar konuşmazlar. Komplikasyonları tespit edip mümkün olan en masum aşıyı meydana getirmek için saha çalışmaları, ARGE (araştırma/geliştirme) çalışmaları yaparlar.

Aşı olmak her çocuğun yemek, barınmak, okumak gibi en temel hakkıdır. Çocuğuna aşı yaptırmak ise her anne babanın, çocuğunu barındırmak, okula göndermek gibi en temel görevlerinden biridir.

Ayrıca toplum geneli aşılanmış ise aşısız bireyler toplum içerisinde zayıf halka oluştururlar ve bütün topluma zarar verirler. Bu nedenle bence çocuğuna aşı yaptırmayan ya da tedavisini reddeden ailelere cezai yaptırım gerekir, 18 yaşından daha büyük ise o zaman kendi iradesi ile isteyen istediği tedaviyi ret etsin. Benim düşüncem bu yöndedir.

Ben hiçbir şekilde tamamlayıcı tıp dediğimiz, masaj, kaplıca, bitkisel ilaç gibi şeylere karşıt olmadım. Eğer hastanın belirtilerini ve duygusal gerginliğini azaltan bir şeyse bunların yapılmasını da her zaman teşvik ettim.

Tek koşulum yapılan tıbbi tedaviye aksi tesir yapacak ya da tedavinin kesilmesini sağlayacak şeylerin yapılmamasıydı.

Kendi pratiğimden çok yaygın bir örnek vermem gerekirse diabetli çocukların aileleri hemen insülinden kurtulabilecekleri yollar aramaya başlardı. Tip 1 diabetin başlangıcında insülin ihtiyacının çok düşük olduğu bir balayı dönemi vardır. Tam da bu dönemde bir şey kullanmaya başladıklarında o kullandıkları şeye çok inanmaya başlardılar. Bu nedenle her çocuğun ailesine üşenmeden saatlerce bu durumu anlatırdım bununla da kalmayıp, başlangıç aşamasında hastaları çok sık kontrole çağırırdım. Buna karşılık mesela krom kullanmak isteyenler çıkardı, dudağımı bükerek pek de inanmadığımı bildirir ama kesinlikle insülini kesmeden deneme yapabilirsiniz, sonuçları görmek istiyorum diyerek zorla razı olmuş görünür, birkaç gün sonra şeker ölçümlerini yazdıkları defteri kontrol edip, kullandıkları ilacın işe yaramadığını onlara da gösterirdim. Bilirdim ki ben baştan olmaz desem gene de kullanacak ve bundan sonra da bu arayışlarından beni haberdar etmeyecek ve sonuç kim bilir nerelere gidecek.

Ben hormon bilimle uğraştım. Bizim uğraştığımız bir de hormon karşıtlığı diye bir olgu var. Hormon karşıtlığı hem de meslektaşlar arasında bile yaygındır. Hem halktaki genel hormon karşıtlığının hem de sağlık çalışanlarının hormon karşıtlığına örnekler vereceğim.

Son yıllarda, şehirde yaşayan bir tüketicinin genetiği değiştirilmemiş, kimyasallarla ilaçlanmamış  ürün bulması çok zor. Basında şekli bozuk bitkilerin resimlerinin, hormonlu domates, hormonlu patlıcan diye basılması oldukça yaygındır. Hal böyle olunca da, hormon denilince ortalama bir insanın aklına domatesin yaprağının kenarından gaga gibi bir parça domates daha çıkartan esrarengiz bir şey geliyor. Böyle olunca da insanların hormona karşı olması normal elbette.

Bir gün hastanedeki odamın kapısına yanında büyüme hormonu yokluğunun bütün belirtilerini gösteren bir kız çocuğu olan bir adam geldi. Kapıda bekleyen bütün hastaları yararak bana ulaştı ve hiç tanımadığım bir doktordan bana selam getirerek, kimsesiz olduğunu iddia ettiği çocuğa bakmamı istedi. Ben de çocuğa bakıp evet bu hastayı benim muayene etmem lazım, şimdi sekreterliğe gidip bir dosya çıkarıp gelin dedim.

Adam birden bire delirdi, vay efendim selamın da bir hatırı yok muymuş, çocuk kimsesizmiş, kendisi zaten hayır için getirmişmiş, dosya da ne demekmiş, ben ona ne demek istiyormuşum, nasıl üzerime yürüdüyse, diğer hasta sahipleri üzerine atılıp, adamı belinden yakalayıp  çekerek    benden uzaklaştırdılar.

Sonunda adamın neden o kadar reaksiyon gösterdiğini anladım ve sen yanlış anladın, ben senden dosya istedim özel muayene parası filan istemedim, hani kartondan, içinde kağıtlar olan dosyalar var ya işte ondan çıkart ki, kayıt tutmam lazım, hani nasıl ki mahkemede çıkartıyorsun, burası da bir devlet dairesi kayıt tutmadan hiçbir şey yapamam dedim.

Adam bin bir suratla uzaklaştı. Artık gelmez sandım ama, yarım saat geçmeden elinde dosya ile geri geldi. Bu kez yanında kızın ailesi de vardı. Bu adam meğer her köyde mahallede bulunan, köylüsünün mahallelisinin hastanelerdeki her işlerini yaptırıp, bu şekilde yolunu bulan adamlardan biriymiş, yani hasta kimsesiz değilmiş, sadece ailesi hastanede kendine yol gösterecek birine ihtiyaç duyan bir çocuktu.

Neyse uzun lafın kısası sonuçta hastayı muayene ve tetkik ettim, ki bunlar için kısa süreli yatış bile yaptım. Başlangıçta düşündüğüm gibi hastanın ciddi hipofiz yetmezliği ortaya çıktı. Ailenin sosyal desteği de vardı. Bizim ilaçlar çok pahalı olduğundan bu destek çok önemli oluyordu.  Bir çok aile sırf bu nedenle ilaç kullanamıyordu. Hatta bir çoğuna sigortalı işe girmeleri için akıl verirdik, onlar işe girdikten sonra ilaç başlayabilirdik.

Ben bu aile için nasıl olsa ilaç temininde de sorun olmayacak diye gönül rahatlığı ile ilaçları yazdım. Gidip eczaneden ilaçları alıp kullanmaya  başlayacaklardı.

Ancak hiç de öyle olmadı.

Bir saat sonra, kızın babası ve hani ilk kez bekleyen hastaları yara döke kapıma dalan adam vardı ya, birlikte geri geldiler, ellerindeki reçetemi hışımla yüzüme doğru sallayıp, nefret içerisinde ‘sen bize hormon yazmışsın’ diye çemkirerek üzerime yürüdüler. Evet, elbette hormon yazdım ve bunu size de söyledim şimdi ne oldu dedim. Eczacı kalfası bu ilaç değil hormon demiş ve bizimkilerin tepesi atmış. Artık ne daha önceki anlattığımız hormon eksikliğini dinlediler ne de bu domates hormonu değil dememi dinlediler. Dayak yemekten kıl payı kurtuldum, bu olayda tek iyi taraf da zaten bu. Kız ise bir daha getirilmedi, şimdiye kadar çoktan ölmüştür.

Meslekten insanlardan gelen bir diğer hormon karşıtlığı da steroid karşıtlığıdır. Tuhaf olan, hiçbir şekilde tıbbi ihtiyaç olmadan, sırf kas yapmak için bol bol steroid kullanan bir sürü insan var. Buna karşılık meslek hayatım boyunca, doğuştan böbrek üstü bezi yetersizliği olup da ömür boyu steroid kullanması gereken hastaların ilaçlarını bu ilaç tehlikeli bu kadar küçük çocuğa katiyen verilmez diye ilacı satmayı ret eden eczacılarla, şimdi çocuğun enfeksiyonu var bu ilaç verilmez diye ilaç dozunun artırılması gerekirken ilacı tümden kesin doktorlarla karşılaştım. Neyse ki yıllarca aynı bölgede, aynı işi yapıp güven kazandıkça bu durumlar ortadan kalktı.

YENİ BİR TÜR İNSAN YETİŞMEYE BAŞLADI, İSTANBUL’DA ESTETİK ÇILGINLIĞINA ŞAHİT OLDUM

Geçen hafta İstanbul’daydım. Şehrin keşmekeşinden helak oldum. Yer yüzünde gezmeye kalksan, özellikle de günün belli saatlerinde, trafikte arabanın içinde hapis kalıyor, bir türlü hedefine varamıyorsun. Yer altında gezmeye kalksan, bir insan kalabalığı içerisinde koridorlardan koşarak, turnikelerden geçerek, merdivenlerden inip çıkarak, hedeflediğin trene saldırıyor, sonra gözün gelecek durakta, ayakta sallanarak, tutacaklardan asılarak, sonunda hedefine varıyorsun. Bazı  duraklarda bağlantı trenine ulaşmak için,  dünyanın en karmaşık metrosu denilen Londra metrosundan bile daha çok yürümek gerekiyor.

Gene de bol bol metro kullandım, çok işe yarıyor. Marmaray hattında durağı kaçırıp Anadolu kayasına geçtiğim halde, hemen geri dönüp, Avrupa yakasındaki randevuma saatinde yetiştim.

İstanbul’u çok iyi bilmem, İstanbul’u bilmek için uzun yıllar yaşamak gerek, ben ise hep kısa sürelerle mutlaka bir iş için gitmişimdir. Bu sefer gidişimde Sirkeci, Eminönü çarşılarında dolaşıp, kış gecelerinde yapacağım elişleri için malzemeler, bahçe için çeşitli tohumlar almak istiyordum. Sağ olsun, Ayşen Güner, kendisi de elinden iş düşmeyen bir hatun olduğu için bütün bu mağazaları bilir. Bütün bir gün benimle o yüncü senin, bu düğmeci benim dolaşıp durdu.

Daha sonra bir gün de ben Taksim, Nişantaşı dolaşıp çeşitli alış verişler yaptım, merak ettiğim birkaç yeri gezdim.

Bütün bu mahallelerde dikkatimi iyice çeken insanların giderek hep aynı kalıba bürünmeleri oldu.

Mesela herkesin başı benzer şekilde bağlı, herkesin çıplak ayak bileklerini gösterecek kısalıkta benzer dar pantolonları var. Kadınların saçları benzer şekilde boyalı, bütün erkeklerin tırnakları ile özenle ve sürekli yoldukları kirli bir sakalları var.

Dövmeli bir sürü insan var, hepsi de bacak ya da kollardaki dövmeleri gösterecek şekilde dekolteleri olan giysiler giyiyorlar.

İstisnasız herkes elindeki akıllı telefonuna bakıyor, tembelce ekran kaydırıyor, oyun oynuyor ya da sırf baş parmaklarla o minicik ekrana jet hızıyla bir şeyler yazıyor.

Bir de herkes her yerinden estetikli.

Zaten yıllardır, estetik çılgınlığı var, özellikle büyük şehirlerde nerdeyse en az burnuna estetik yaptırmamış insan sayısı giderek azalıyor. Hele de belli yaşın üzerindeki kadınlar, yaşlarının izini sildirecek ameliyatlar ve işlemlerle iyice bir birine benzemiş.

Bu yaş gurubunda, saçlar  içinde daha açık sarı tutamlar olan yumuşak bir renge boyalı,   alınlar, göz kenarları dümdüz botokslu,  kaşlar hayatında ilk kez çok garip bir şeye görmüş de ölümüne şaşırmış gibi yukarı kalkık, burunlar minicik ve hokka gibi yukarı kalkık olmakla yetinmeyip, bir de iki tarafından iyice daralmış, şakaklar doldurulmuş, dudaklar şişirilmiş, dişler inci beyazlığında, yeminle her kadın birbirine benziyor.

Fakat en çok iki kadına şaşırdım. Muhtemelen henüz otuzunda bile değildiler, ancak her ikisi de Kardaşyan kardeşler gibiydi. Ekleme saçlar bele kadar, kaşlar havada, kirpikler tarantulayı kıskandıracak kadar kıllı, burunlar badem, dudaklar dolma, memeler hava balonu, kalçalar hava yastığı.  Sanırım elden geçmemiş, anadan doğduğu gibi kalan yerleri de vardır, ancak onlar içeride kalmış, görünmüyorlar. Dedim ya Kardaşyan kardeşlerin avatarları gibilerdi.

Artık erkekler de de aşırı derecede estetik var. Kaşını aldırmayan erkek kalmamış gibi. Şu sıralarda anlaşılan bir de saç ektirme çılgınlığı var. Özellikle de Arap ülkelerinden gelip İstanbul’da saç ektiren bir çok kişi oluyormuş.  Neredeyse her sokakta bir estetik cerrahi merkezi ya da doktoru var. Sanıyorum saç ekimi yapıldıktan sonra hemen sokağa çıkmak mümkün oluyor. Başınızı kaldırıp muayenehane tabelasını görmeseniz de sokakta yürüyen insanlardan yakınlarda bir doktor olduğunu anlıyorsunuz.

Bir sürü adam,  başlarının çevresine bandana şeklinde turnike takılı, kelleri olması gereken bölge hafice ödemli ve kıpkırmızı, keskin kenarlı sınırlarla saçlar ekili şekilde toplu halde sokaklarda geziyorlar. Sanırım guruplar halinde gelip, toplu halde saç ekimi yaptırıyorlar, sonrasında da birbirlerine destek oluyorlar. Arap ülkelerinden İstanbul’a doğru bayağı bir saç ekim turizmi gelişmiş.

Benim çocukluğumda yaşadığımız sokakta bir kadın doğum doktoru vardı,  kürtaj olan kadınlar, kafaları anesteziden sersem bir şekilde zombi gibi sallana sallana muayenehaneden çıkarlar etrafa görünmemeye çalışarak evlerine yollanırlardı. Her nedense bu adamlar bana o kadınları anımsattı.

Daha önce bir yazımda belirtmiştim. Şahan ve Togan Gökbakar’ın çocukken doktorlarıydım. Ancak tabii uzun yıllardan beri görüşmemiştim. Sülalemizin Basa kolundan kuzenlerim ise bütün ailece hala yakından görüşürler. Beni de Recep İvedik 6 filminin  galasına davet ettiler.

Ben Şahan’ın annesiyle birlikte yani protokolden girdiğim için, ünlülerin olduğu salondaydım. Hatta tam da Şahan’la Togan’ın arkasında oturduğumuz için bütün magazin programlarında figüran olarak göründük.

Bu kadar sinema, tiyatro yıldızını bir arada gördüm, hiç birinde bu kadar bol estetik yoktu.

Yani aziz İstanbul,  İstanbul’un kendisi, içinden akan zaman, geçen hayatlar, düğümlenen trafik, çarşılar, insanlar, sokak hayvanları, metrolar, AVM’ler, müzeler, hanlar, su kemerleri, saraylar, zindanlar, daha sayamadığım bir çok şeyle başlı başına  bir dünya.  Bir zamanlar imparatorluklar yönetmiş, bir  zamanlar çağının gerisinde kalmış, fetihler, işgaller görmüş, ancak her zaman bir cazibe merkezi olmuş bir şehir.

Şimdi de dünyanın pek çok metropolü gibi içinde estetikli insanlar türü yetiştiriyor.

YUKARI MEZOPOTAMYA’NIN SAKLADIĞI SIRLAR; ARKEOLOJİK BULGULAR VE GÖBEKLİTEPE’NİN 12BİN YILDAN BERİ DEVAM EDEN ENERJİSİ.

Göbekli Tepe, kazılmaya başlandığı günden itibaren dünyada gerçekten çok büyük ilgi ile karşılandı. Nasıl karşılanmasın, daha düne kadar tarih Sümerlerle başlatılırken, şimdi Sümerlere dünkü çocuk dedirtebilecek bir uygarlığın ilk işaretleri ortaya çıkmaya başladı.

Göbekli Tepe, aslında bu bölgede Çayönü, Nevali Çöri gibi ören yerlerinde ilk işaretleri saptanan, ancak henüz bir isim verilememiş olan muazzam bir uygarlığın çok güçlü bulgularını çok daha belirgin bir şekilde gözler önüne serdi.

Bu yıl da gene Urfa’da, Göbekli tepenin kardeşi denilen KarahanTepe kazıları başladı. Mardin Dargeçit’te eş zamanlı ve Çayönü’nde bulunana benzer, tapınak olduğu düşünülen bir yapı saptandı. Sadece Urfa’da değil yakın çevre illerde de Göbekli Tepedekine benzer T şeklinde stellerin toprak üzerinde bile görüldüğü bir çok ören yeri ise henüz hiç kazılmadı.

Görünen odur ki, yakın bir zamanda insan uygarlığının başlangıcı, aşağı Mezopotamya’dan,  yukarı Mezopotamya bölgesine doğru kaydırılacak.

Umarım, benim ömrüm dahilinde, ortak değerleri olduğu yapı stillerinden belli olan bu uygarlığa dair çok daha fazla bilgiye sahip oluruz. En büyük ümidim ise, bir şekilde ön yazı sistemine sahip olduklarının keşfedilmesidir. Kim bilebilir, belki bir hikaye anlattıkları çok belli olan steller üzerindeki hayvan şekillerinin bile ilkel bir yazı şekli olduğu keşfedilir. Ya da bulgular arttıkça, açıkça yazı öncülü kabul edilebilecek bulgulara rastlanır. Eğer böyle bir buluntu olursa, işte o zaman artık tartışmasız bir şekilde tarih Anadolu topraklarından başlatılacak.

Tabii ben içimden geçen arzuyu dile getiriyorum. Gene de bu bölge ile ilgili teoriler içerisinde ayakları en çok yere basan teori, birkaç on yıl içerisinde bu bölgede özgün bir uygarlığın varlığının daha da belirginleşeceğidir. Yani bölgenin gizemini bilim kurgu değil, gerçek bilim çözecek.

Bir arkeoloji meraklısı olarak, bölgede ortaya çıkan her buluntuya karşı inanılmaz bir heves besliyorum. Göbekli Tepe’ye birkaç kez gittim. Klaus Schmidt’le yani ilk resmi kazı başkanı ile ve Göbekli Tepe’nin bulunduğu tarlanın gerçek sahipleri ile tanışma fırsatım oldu. Bu arada şunu ifade etmem gerek, Göbekli Tepe ile ilgili en mütevazi ve gerçeği en çok yansıtan teori Klaus beyin teorisidir.

Benim aslında bu bölgede çok dikkatimi çeken bir şey daha var. Göbekli Tepe’nin üzerini kapatan tepenin üzerinde tek bir ağaç vardır, bu ağaç günümüzde ve hatta bölgenin arkeolojik önemi anlaşılmadan önce bile dilek ağacı olarak kullanılmaktaydı.

Yani Göbekli Tepe’nin tapınak olduğu, henüz insanoğlunun görünürdeki bilgi dağarcığında yokken, kollektif bilinç demeyi tercih ettiğim bir bilgi ile insanlar o bölgeyi kutsal bellemişti.  Dilek ağacının etrafındaki mezar taşları ise kurban adakları için bir çeşit sunak olarak kullanılmaktaydı. Hatta arazi sahibi olan kişiler buraları tarla olarak kullanırlarken, tarlada çalıştırmaya başladıkları çocuklarına, öncelikle buranın kutsal topraklar olduğunu ve eğer çişleri gelirse, asla tepelere değil, tepenin aşağısına giderek aşağılarda işemelerini tembih ederlermiş.

Bu bilgileri bir araya getirince, 12bin yıllık, şu anda bilinç düzeyinde hakkında hiçbir bilgi kalmamış tapınağın nasıl olup da yöre halkı arasında hala kutsal kabul edildiğini akılla anlamak pek olası değil. Çünkü bu yapıların ortaya çıkması en çok 20 yıllık bir mesele, daha önce bu konuda hiçbir buluntu, bilgi yoktu. Göbekli Tepe örneğinde farklı uygarlıkları ispatlayan, üst üste katmanlar bulunmadı. Yani Tapınak bin yıllarca sahipsiz kaldı, ama gene de modern insanlar o bölgenin kutsal olduğunu biliyorlardı.

Oysa, bir çok arkeolojik sit alanı katmanlar halinde bir çok uygarlığın kalıntılarını taşır. Yani, yeni gelip ülkeyi zapt eden, muhtemelen savaş sırasında mahvettiği şehrin yıkıntıları üzerinde, binalardan kalan inşaat kalıntılarını ve şehrin alt yapıları kullanarak kendi binalarını yapar, böylece yeni şehir eski şehrin bütün lojistik imkanlarını kullanarak daha az çaba sarf ederek kurulur. Mesela eski şehrin limanı, yolları, tarlaları, sağlam binaları, harap binalardan kalan inşaat malzemeleri, su kanalları, sarnıçları ve her türlü imkanı kullanılır. 

Bu durumda da çok dikkatimi çeken bir olgu, eski şehirdeki tapınağın, yeni şehirde de tapınak olarak kullanılmasıdır. Bazen, şehir din savaşları ile ele geçirilmiştir, yeni gelen, eski gelenin dinine karşıdır. Buna rağmen, her nedense eğer tapınak yıkık değilse, ufak değişikliklerle, yeni dine uyarlanır. Yıkılmış ise, kuvvetle muhtemeldir ki yerine yeni dine ait tapınak, hem de eski binadan kalan taşlarla inşa edilir.

Mesela Anadolu’da önce ateş tapınağı olup, üzerine kilise ya da manastır inşa edilmiş, ya da kilise olup da, bir minare ilavesiyle camiye çevrilmiş pek çok örnek vardır.

Mesela Mardin’deki Deyrül Zaferan Manastırında neden ateş tapınağı yıkılmamış, olduğu gibi muhafaza edilmiş. Öyle ya yeni din ateşe tapınmaya tamamen karşı, o küçük binaya da ihtiyaç yok, öyleyse neden muhafaza edildi.

Ya da koskoca Osmanlı’nın yeni Cami binası yapacak parası yok muydu da kiliseleri olduğu gibi muhafaza edip, sadece bir minare ve birkaç yazı ekleyerek camiye dönüştürdü. Hadi diyelim sağlam binaları feda etmek istemediler, ama binayı başka amaçlarla kullanabilirlerdi. Neden kiliseleri mesela bimarhaneye değil de camiye çevirdiler?

Bence burada akıl dahilindeki bilgi ile algılanmayan bir olgu var.

Niyet baloncukları, ya da bilinç köpükleri demeyi uygun bulduğum bir olgu.

Niyet önemlidir. Mesela niyet etmeden namaz kılınmaz, oruç tutulmaz. Önce yapacağın ibadete (eyleme/ çalışmaya) karar vereceksin, sonra da bu kararını dile getireceksin ki yaptığın ibadet, ibadet sayılsın. Yani yapmakta olduğun eyleme farkındalık (şuur, kollektif bilinç, adına ne dersen) katacaksın ve bu farkındalığı kendi bilincinden daha yüce (geniş, ulu) bir alana bildireceksin.

Bence tapınaklarda insanlar niyet ede ede, o mekanda, diğer mekanlardan farklı bir boyut (kollektif bilinç odaları/köpükleri) meydana getiriyorlar. Bu bilinç boyutu, bu enerji alanı, o mekanda var olduğu ve bu farklı enerji de insanlar tarafından sezgisel olarak algılandığı için, tapınak mekanları tapınak olarak kalıyor. Yani eski şehrin sadece su kanalları, köprüleri değil, enerji alanları da yeni şehirde kullanılmaya devam ediyor.

Üstelik Göbekli Tepe örneğinde olduğu gibi tapınak tamamen yeryüzünden kalksa bile o enerji alanı hala fark ediliyor. Göbekli Tepede bugünlerde bir yandan azimli bölge halkı göbekteki ağaca çaput bağlamaya devam ederken, diğer yandan New Age akımı çılgınlığına kapılan insanlar dünyanın öbür ucundan gelip ay dönümlerinde, gün dönümlerinde çeşitli ritüeller uyguluyorlar.

Her iki ritüel cinsinde de modern insanın bildiği ilk atalarının niyet kapsüllerine kendi niyetlerini ekleme çabası var. Kendi farkındalığını, çok daha yüce, köklü, kalabalık bir farkındalık (bilinç, şuur, enerji, niyet) alanına eklemeye, on binlerce yıllık bir enerji zinciri oluşturmaya gayret ediyor.

Çok büyük, çok köklü, çok görkemli bir şeylere şahit olmak, ait olmak yada eklenmek için.

SÜT ANNELİK, SÜT KARDEŞLİĞİ, BAŞKA BİRİNİN ANILARI BENDE NELER CANLANDIRDI

Bizim toplumumuzda süt annelik, süt kardeşliği gibi konular gayet ciddiye alınır. Düşününce bebek mamalarının olmadığı dönemlerde süt anneliğinin ne kadar hayati bir öneme sahip olduğunu anlamak çok kolay. Geleneksel olarak bu konu o kadar önemsenmiştir ki, dinimizde aile hukuku ile ilgili konular arasında süt annelik de geçmektedir.

Ben birkaç kez, kadınların kendi bebeği ile cinsiyeti farklı bir bebeğe süt annelik yapmaktan kaçındıklarını ve gerekçe olarak da ya ileride bu çocuklar birbirleri ile evlenmeye kalkarlarsa diye düşündüklerini gözlemledim. Tam karşıt olarak ise mesela iki kardeşin eşleri çocukları kuzen evliliği yapmak zorunda kalmasınlar diye bir birlerinin bebeklerini emzirdiklerini biliyorum. Burada aile büyüklerine söylenen hikaye bebeğin annesi yanında yokken çok acıktığı ve beslemeye mecbur kalındığı şeklinde olur. Bir yanlışlık yapılmasın diye de bu hikaye herkese hemen anlatılır.  İlginç olarak diğer anne de kendi bebeğini emziren kadının bebeğini emzirip süt kardeşliğinin tamamlar.

Çok sevdiğim ve benim gibi anılarını yazmaya meraklı bir hekim abim, kendisinin bir süt kardeşi olduğunu henüz öğrenmiş ve bu hikayeyi paylaşmış. Bu abimizin hikayesinde de her iki annenin karşılıklı olarak bir birinin bebeklerini emzirdikleri anlatılıyor. Ama nedense yıllarca sır olarak saklamışlar. Kim bilir ne sebeple sır olarak saklanmış bu hikaye bilemedim. Belki de süt akrabalığı her aile içerisinde hoş karşılanmayan bir şeydi.  

Bizim aileden ise anneannemizin (Anneler) hemen her sene doğum yaptığını ve sütünün de pek bol olduğunu biliyoruz. Bazen bebekleri öldüğü için, bazen de sadece başka bir annenin sütü yetersiz olduğu için pek çok süt çocuğu vardı, mesela benim annemin de bir süt kardeşi vardı. Üstelik bu süt kardeş genel eğilimin dışında bir erkekti. Demek ki Anneler bu bebekler günün birinde büyür de bir birine gönül düşürür mü acaba gibi bir kaygı taşımıyormuş. Annemin bu süt kardeşinin çocukları ve torunları ile ilişkimiz hala devam ediyor.

Anneler bütün Pazar ahalisinin Sare Hala’sıydı. Kimsenin onu ana diye çağırdığını hatırlamıyorum, ama bir sürü süt çocuğu olduğunu biliyorum.

Biz çocuk hekimleri için anne sütü ne kadar değerlidir, kimse tahmin bile edemez. Bir bebeğin, annesi öldü, ya da sütü yok diye anne sütünden mahrum bırakılmasını engelleyecek bu uygulama bizim için inanılmaz değerlidir.  Bir çok kez, sırf tedavi için anne sütü kullandığımız olmuştur. Ancak dini açıdan toplumsal açıdan önemini bildiğimiz için her annenin sütünü kendi bebeğine vermeye özen gösterirdik. Sağılan her sütü mutlaka anne yanında etiketlerdik. Bir kadının sütünü çok mecbur kalmadıkça ve izin almadan asla kendi bebeği olmayan bir bebeğe vermezdik.

Bu hassasiyetimizin ne kadar yerinde olduğunu anlatan bir hikaye anlatacağım.

Hastaneler, kimsenin aklına gelmeyecek sürprizler barındıran mekanlardır. Yıllar önce bir sabah hastaneye gittiğimde beni acele bir şekilde servise çağırdılar. Kim bilir nasıl bir felaketle karşılaşacağımı düşünerek koştum. Gece nöbetinde asistan arkadaş  nöbet odasında  kimsesiz bir bebek bulmuş. Bu odada daha yarım saat önce yatağın üzerinde uzanıyor olduğu için bu bebeği son yarım saat içerisinde bırakıldığını anlamış. Fakat ilginç olan gecenin bu vaktinde servise giren çıkan birini hiç kimse görmemiş. hastane kapısındaki görevliler de o saatte servis binasına giren kimseyi görmemişler.

Bizim servis ekibi, kadın doğum ekibine sormuş, fakat bebeğin sahibi olabilecek hiç kimseyi bulamamışlar.

Sonuç olarak hastane odamızda terk edilmiş bir bebek vardı. Bu durumda hemen ilgili birimlere haber verilir ve resmi prosedür işlemeye başlar. Görevliler bize, bebeğin sahibi bulunmazsa çocuk esirgeme yuvasına alacaklarını ve nasılsa hastanede olan bu bebeğin işlemleri tamamlanana kadar  birkaç günlük bakımını yapmamızı istediler.

Bebek tamamen sağlıklı olduğu için, hastalık kapar endişesiyle normal servise ve yeni doğan yoğun bakıma almak istemedim. Acil serviste uygun imkanlar vardı, küçük bir yatağa yatırdık ve orada bebeği beslemeye başladık. Ne kadar büyük bir hata yaptığımı çok kısa bir sürede anladım, çünkü hikayeyi duyan, elini kolunu sallayarak bebeği görmeye geliyordu. O kadar ki acil serviste kalabalıktan iş yapamaz hale geldik. Bir de çocuksuz birisi acilin yoğun bir anında bebeği çalar endişesi yaşamaya başladım. Bu kez de kapalı kapılar ardında olması için yeni doğan yoğun bakıma devrettim.

Ancak acilde yattığı o kısa sürede bizim hemşire arkadaşlar bebeciğe pek acımışlardı. Başka sebeplerle gözlem için yatan çocukların annelerinden bu bebeği beslemelerini istemişler. Annelerin neredeyse hepsi bu bebeğe süt vermeyi şiddetle ret etmiş. Sadece genç bir anne, o da kendisi bebeğe acıdığı için süt vermeye kalkışmış, fakat bu kadının da kocası bunu görünce servisin ortasında kıyamet kopartmış. Karısına sen bu piçe nasıl süt verirsin diye bas bas bağırmış, yüzü gözü morarmış, kadının üzerine yürümüş, kadıncağızı kocasının elinden zor zahmet  almışlar.  Adamı bin bir dil döküp yatıştırmışlar. Adam sonunda uykusu gelince karısına Kuran ve ekmek üzerine yemin ettirmiş, eğer bu piçi emzirirsen seni boşarım tehditleri ile evine gitmeye razı olmuş. Bu olayı duyunca bu genç anne ile konuşmak istedim. Kadın da düşününce kocasına hak vermişti, kendi düşüncesizliğine kızıyordu. Ancak bebeğe süt vermesinin neden bu kadar büyük sorun olduğunu bir türlü anlatamadı. Sadece olmaz işte, kim bilir babası kimdi demekle yetindi.

Demek ki, kim bilir babası kim olan bebeğe süt anne olmak doğru değil.

BİR KARADENİZ GEZİSİ DAHA YAPTIM, BU KEZ MENÇUNA ŞELALESİNİ GÖRME FIRSATIM OLDU, EN GÜZEL HAVALARDA GRİP OLDUM.

Ekim ayında KTÜ Pediatri, bu güne kadar bu bölümden uzmanlık almış eski asistanları ve bölümden ayrılmış eski öğretim üyelerini davet ettiği bir mini kongre hazırlamışlardı. Bu kongreye katılmaya ve Trabzon’da kalışımı birkaç gün daha uzatıp, arkadaşlarımı görmeye karar vermiştim. Fakat kongre sırasında ağır bir gribe yakalandığım için hemen hiçbir planımı gerçekleştiremedim.

Neyse ki gitmeden Çanakkale’den bazı arkadaşlarım Karadeniz bölgesini gezmek istedikleri için onlarla 6 günlük bir gezi programı yapıp sonra kongreye katıldım. Bu ön geziyi yapmamış olsam sadece yorgan döşek yatarak geçirdiğim bir hafta olacaktı.

Benden daha iyi tur operatörü bulamazsınız iddiası ile başladığım turu başarı ile bitirdim. Trabzon, Gümüşhane, Rize ve Artvin illerini kapsayan güzel bir gezi yaptık. Şansımıza bizim gezdiğimiz zaman bölgede bütün yıl boyunca üst üste güneş olan tek hafta imiş. Arkadaşlarıma yağmurluklar filan aldırmıştım ama hiç kullanmadık. Hava bize o denli iltimas yaptı ki, mesela Borçka’da biz gitmeden 2 gün önce sel oldu, ben arkadaşları korkarak götürdüğümde ise yerlerde bir damla çamur yoktu, sonbahar bütün güzelliği ile kendini göstermeye başlamıştı.

Bu gezide benim en çok etkilendiğim 3 yer oldu.

Bunlardan ilki Trabzon’daki eski mahallemin yerinde (Pazarkapı) yeller esmesiydi. Gözlerime inanamadım, bütün mahalle ortadan kaldırılmış. Özellikle de 40 merdivenler denilen çarşıdan eser bile kalmamış. Bu beni kaygılandırdı. Çünkü eski şehirler, bu daracık sokakları, eşsiz binaları ile özel ve benzersizdirler. Bence 40 merdiven denilen çarşı eski hali ile bin yıllarca bütün bölge halkının alış veriş ihtiyaçlarını karşıladığı (eski tip AVM), aradığı her şeyi bulabildiği, bütün merdiven/sokağın tek bir mağaza gibi algılandığı, restore edilmesi gereken turizme bile açılabilecek kadar özgün bir yer idi, bakalım şimdi yerine ne koyulacak.

İkinci etkilendiğim yer ise Çal Mağarası idi. Mağaranın mevcut iki galerisini de biraz daha uzatmışlar, böylece daha önce görmediğim yerlerini görme şansım oldu.

Şunu söylemeliyim ki mağaranın dışında yapılan ve uzaydan bile görünebilecek boyutlardaki o perde beton duvarların neden yapıldığını anlayamadım. Bir çökme tehlikesi  filan varsa, Allah aşkına bu kadar sevimsiz duvarlarla mı bu tehlike önlenmelidir? Bu düzenlemeyi yapanlarda, onaylayanlarda hiç mi estetik kaygısı yoktur? Gözleri de görmemekte midir? Eğer bir otopark oluşturma kaygısı yaşandıysa, hiç kimsenin mağaranın önüne kadar arabayla gitme zorunluluğu yoktur. Otopark biraz uzağa inşa edilebilir. Her neyse ben bu duvarları görünce çok gerildim. O görüntüyü gözüme hoş gösterecek herhangi bir bahane düşünemiyorum.

Çal Mağarası, muhteşem bir mağaradır. Her şeyden önce bu mağara aslında bir yeraltı nehrinin, şu anda açık olan kısmında y şeklinde iki kolu olan, kayaların içerisinde oluşturduğu koridorlardan meydana gelmiştir.

Bu koridorlar ilginç bir şekilde kırmızı renklidir ve tavanı yer yer insan eli ile oluşturulmuş kadar düzgün görünür. Yer yer, özellikle sol koridorda, değişik şekillere bürünmüş sarkıt ve dikitler vardır, ancak emin olun bu mağaradan hatırlayacağınız şey bu görüntüler olmuyor.

Yürüme için meydana getirilmiş platform bir yeraltı dereciğinin üzerine kuruludur. Bu derecik nedeniyle yaz kış mağara içerisinde hava serindir. İşte bu mağaradan akılda kalan bu derecik ve dereciğin meydana getirdiği şelaleler, göller oluyor. Geçen sefer gittiğime göre bu sefer çok daha fazla bölgesi geziye açılmıştı. Sol koridor şimdi tepesinden duş gibi sular akan bir ufak mağaracıkta sonlanıyor.

Sağ koridordaki büyükçe şelalenin devamını da açmışlar, şimdilik orada da fazladan ufak bir şelalecik daha ortaya çıkmış.

Mağarayı oluşturan derede daha önce görmediğim kadar çok su vardı. göletler daha önce görmediğim kadar büyüktü. Mağaradan arkadaşlarım da çok etkilendiler, üstelik onları önce Karaca Mağarasına götürmüştüm. Bir gün önce oraya hayran kalmışlardı, ancak Çal Mağarasında çok daha fazla heyecanlandılar.

Üçüncü etkili nokta ise daha önce benimde bir türlü göremediğim Mençuna Şelalesi idi. Asıl planım Borçka Karagölü gördükten sonra Maçahel’deki Maral Şelalesine gitmekti. Fakat o gün geziye gelen arkadaşlardan birini acilen Artvin’den göndermemiz gerekti. Böylece ben Maral Köye gitmek için vaktin geç olduğunu düşündüm. Karagölden sonra geri dönmeye karar verdim, fakat Hopa’da yemek yedikten sonra hala güneşin batmasına 2 saat kalmıştı. Hemen Mençuna şıkkını devreye soktum.

Mençuna Şelalesine, Arhavi’den gidiliyor. Önce Arhavi’den Ortacalar/ Kamilet yönüne doğru içeriye girmeye başlıyorsunuz. Bu yolda en önemli duraklardan biri çifte köprüler. Bu mevkide bir su kavuşumu var, her nasılsa köprüyü her iki çay kavuştuktan sonra değil de, kavuşmadan hemen önce, tam kavuşma notasına kurmaya karar vermişler. Tabii eminim, bunda muhtemelen köprü ayaklarını kuracakları sağlam kayanın olması, yolun bu şekle izin vermesi ya da benzeri bir sebep vardır. Sonuç olarak birbirine 10 metre bile uzakta olmayan iki kemerli köprü ve bu köprülerin hemen yanında 2 adet de yeni köprü var. Yani çifte köprüler iki çift köprü anlamına geliyor.

Eski köprüler Karadeniz Bölgesinde çok sık rastlanan kemerli taş köprüler, bu köprülerin teki bile muhteşem görünür, ikisi birlikte olunca essiz bir güzellik sunuyor.

Bu 2 çift çifte köprüden sonra Mençuna şelalesine gidiş, oldukça zorlu bir yoldan gerçekleşiyor.

Mençuna Şelalesi aslında tümüyle bir doğa harikası olan Kamilet bölgesinde bulunuyor. Bu bölge de HES’lerin tehdidi altında. Yok olmadan önce mutlaka görülmesi gereken yerlerden biri.

Kamilet bölgesinde Mençuna Şelalesi denilen bir doğa harikası var. şimdilik çok zor gidiliyor. Otomobil yolu bir noktada bitiyor. Suyun karşısına bir asma köprü ile geçiliyor, bundan sonra 1 saatlik tırmanış var. Bu tırmanış için merdivenler yapılmış olduğu için özel herhangi bir teçhizat gerekli değil.

Şelaleye varana kadar pek de çevredeki güzelliğin farkına varılmıyor, o işi dönüş yoluna bırakmak lazım.

Şelale iki kısımdan meydana geliyor, önce aşağıdaki 10 metrelik şelaleyi görüyorsunuz. Daha sonra bir asma köprüyü daha geçip esas şelaleyi karşıdan görüyorsunuz. Simsiyah granit bir duvarın üzerinden bembeyaz çağlayan sular, berrak bir havuza dökülüyor. Bu şelalenin yüksekliği 90 metreyi buluyor ve Türkiye’nin en yüksek şelalelerinden biri olduğu kesin. Yazın bu sularda yüzmek de mümkün oluyormuş, ancak hava kararmaya yüz tuttuğu için geri dönmek zorunda kaldık. Aklımız şelalede kaldı.

Daha önce bu şelaleye gitmeye karar verip de ilk asma köprüden sonra yolu kaybettiğimiz için görememiştim. Bu sefer tam yolun bittiği noktada arkamızdan gelen 3 kişilik bir gurupla yolu bulduk. Bu adamlar meğer jeolog imişler ve onlardan bir neredeyse akrabam çıktı.

Sonuç olarak dönüş yolunda biz biraz daha eğlenmek istedik ancak bu adamcağız bize buraların ayıların doğal yaşam alanı olduğunu ve artık her an karşımıza çıkabileceğini anlatınca onlarla döndük. Gerçekten bu bölgede bütün kara kovanlar ayılardan kurtarmak için yüksek dallara filan koyulmuştu. En sondaki asma köprüden geçerken ayılar karşıya geçmesin diye yapılmış kapıyı da kapatarak geri döndük.

Bütün bu ayı meselesi hala bu bölgedeki yaban hayatının çok sağlam olduğunu göstermesi açısından çok değerlidir. Çok mutlu oldum.

Artvin’in Maçahel bölgesi, Türkiye’nin tek biyosfer alanıdır. Ancak bence Artvin’de daha bir çok yer en azında Milli park ilan edilmelidir.  Kamilet bölgesi de bütünüyle Milli Park olmalıdır.

Artvin halkı da, Doğa sever insanlardan meydana gelmiştir. Doğalarının değerini bilirler. Daha geçen gün ballarını korumak için yüksek korunağa koyan bir balcı ile konuştum. Ayının nasıl olup da balları çalabildiğini merak edip kamera kurmuşlar. Sonunda yavrusunu yukarı fırlatıp, hırsızlığı yavruya yaptırdığını gözlemlemişler. Bunu görünce, madem bu kadar plan kurabiliyor, demek ki bal ayının hakkı diye düşünmüşler. Bunu bana gözleri gülerek, kahkahalar atarak anlattı.

Bu güzel geziden sonra, en son arkadaşı da havaalanına bıraktım ve hastalandım. Eski çalışma arkadaşlarımı görme fırsatı bulduğum kongreye katıldım, ancak genellikle odada yatmak zorunda kaldım. Sonunda eve döndüm ama bir hafta da evde yattım.

çifte köprüler

arkada kara kovan
Çaylık önünde
muhteşem Mençuna
Yağmur Ormanlarında Çıkış yolu

SEVGİLİ FARABİ HASTANESİ,

Bu mektubu sana, meslek hayatının en verimli yıllarını senin için çalışarak geçirmiş bir hekim olarak, derin üzüntüler içerisinde yazıyorum. Duydum ki borç batağındaymışsın ve başın ciddi beladaymış. Trabzon Tabip Odası başkanı, Dr Ebru Sivri çok dokunaklı bir yazı ile Farabi Hastanesine sahip çıkmış.

 Ebru Sivri’nin mesleki ablası sayılırım ve ona duyarlılığı için teşekkür ediyorum. Ondan izin almadan bu yazısını aynen buraya ekledim.

Yanındayız KTÜ Farabi

Sabit bir geliriniz var ve ev geçindirmeye çalışıyorsunuz. Geliriniz hep aynı ama giderleriniz artıyor. Yıllar içinde elektriğe, suya, mutfakta kullandığınız temel tüketim malzemelerine zam geliyor. Çocuklarınız okula gidiyor masrafları artıyor, vergiler artıyor ama sizin geliriniz yine aynı. Evinize misafir geliyor onların masraflarını da karşılıyorsunuz , hatta onlarıda evin kadrosuna almanız isteniyor giderlerini siz karşılıyorsunuz, harçlıklarını siz veriyorsunuz . İçinde oturduğunuz ev zamana yenik düşüyor, tadilat yaptırmanız gerekiyor çatı akıtıyor, musluklar bozuluyor giderler artıyor ama sizin gelir yine aynı. Hadi evinize temizliğe yardımcı gelmiyor diyelim ama ortak kullandığınız alanın temizliğini, güvenliğini sağlayan personel var onun maaşına zam geliyor , bu gider kalemi de yine sizin aile bütçenize yansıyor. Geliriniz sabit ama yıllar içinde giderleriniz ne kadar da artıyor. Gelir gideri karşılamayınca borçlanıyorsunuz, borçtan çıkmak işin siz uğraşa durun giderler hala artıyor. Atalarımızın dediği gibi “Kaşıkla geliyor, kepçeyle gidiyor”. Şimdi sorarım size bu durumda evini geçindiremiyor diye kime kızarsınız. Yıllarca ailenin bu durumunu izleyip müdahale etmeyen, giderlerinin arttığını görüp hatta yeni gider kapıları açıp, gelirini arttırmayanın suçu yok mu.
Ülkemizdeki tüm üniversite hastanelerinin durumu yukarıda izah etmeye çalıştığım gibidir İlimizde de ne yazık ki durum aynıdır. Ama tüm bu gerçeklere rağmen nedense çuvaldızı kendine batırmayanlar suçlayacak kişileri bulmuş, hedef tahtasına oturtmuş KTÜ Farabi Hastanesi yönetimini haksız yere karalamaktadırlar.

Bölgemizdeki A grubu ameliyat dediğimiz büyük ameliyatların % 96 sı Farabi’de yapılıyor. -2018 yılı verisi 3213-
Doğu Karadeniz’de helikopter ambulans ile hasta kabulu yapan tek hastanemiz Farabi.
İlimizde terör çatışmalarında yaralılara hizmet veren hastane yine Farabi
Bölgemizde Cumhurbaşkanı için referans olan tek hastane Farabi
Türkiye’nin en büyük acil servis binasına sahip hastane Farabi
Hasta yükü en fazla olan hastane , hem il içinde diğer hastanelerden gelen , hem de çevre illerden gelen hastaların kabulu yapıyor. -2018 verileri 802.076 poliklinik, 89.112 ameliyat, 137.795 acil hasta-
Sevk zincirinin son halkası, teşhiste veya tedavide hastayı yönlendirdiğimiz veya komplikasyon dediğimiz bir ilacın ya da hastalığın doğuracağı istenmeyen yan etkiler dediğimiz komplilasyon durumlarımda hastayı sevk ettiğimiz bölgemizdeki tek hastane Farabi
Doğu Karadeniz’de organ transplantasyon merkezi olan tek hastane Farabi ( toplamda 100 böbrek, 30 karaciğer nakli yapılmıştır)
Bölgemizde yanık ünitesine sahip tek hastane yine Farabi
Yoğunbakım üniteleri, yan dal branşları, kemoterapi üniteleri ile de hizmet veriyor.
43 Anabilim dalı ve bu anabilim dallarına bağlı olarak kurulmuş 25 bilim dalı ile eğitim, araştırma ve hizmet sunumuna devam ediyor.
Yaklaşık 1400 doktor, 500 tane araştırma görevlisi sayısı ile sıralamada Türkiye’ de ilk 15 üniversitenin içinde.
Bir gece nöbetinde toplam hastane bünyesinde yaklaşık 45 doktor görev alıyor, hiç de azımsanacak bir sayı değil.
URAP verilerine göre Türkiye’nin 2018-2019 yılı en iyi tıp fakülteleri sıralamasında 14. Sıradadır
Şehrimizin tek üniversite hastanesidir.
Dolar inanılmaz bir şekilde artmış , tıbbi sarf malzemelerini döviz üzerinden alıyorsun, gelirin belli giderin artmış, durum böyleyken içine düştüğü mali açmazda yönetimini suçlamak haksızlıktır, üniversite hastanelerini bu duruma getiren sistemin hiç mi suçu yok. Büyük resme bakalım, oturup durumu düzeltmek için neler yapılabilir diye konuşalım, çözüm önerilerini tartışalım, asıl bunları yüksek sesle konuşalım ki sesimizi duyuralım. KTÜ Farabi Hastanesi de ilimiz için marka değeri olan köklü bir eğitim ve bilim yuvasıdır, güçlü bir hastanedir ve bu mücadelede yanındayız KTÜ Farabi.
Ebru Sivri
Trabzon Tabip Odası Başkanı

Formun Üstü


Bir Kasım günü (1989), KTÜ Tıp Fakültesi, Farabi Hastanesinde  çalışmaya başladığımda, henüz 31 yaşına girmiş, mecburi hizmetini yeni bitirmiş genç ve hevesli bir Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları uzmanıydım. İşe başladığımda Trabzon’da evim olduğu için üniversitenin lojmanlarında kalmıyordum. Dolayısıyla hastanemiz hakkında neler söylendiğini çok daha kolay duyuyordum. O yıllarda Farabi Hastanesine gelmek isteyen hastalar, oraya gidip de asistanların elinde kalmak, deney tahtası mı olmak istiyorsun diye  uyarılırdı. Açık konuşmak gerekirse bu uyarıyı genellikle Trabzon’da, diğer hastanelerde çalışan hekimler yapardı. Aradan geçen çeyrek asırda Farabi Hastanesinin bölge hekimleri arasında ne kadar itibar kazandığının bir göstergesi Dr Ebru Sivri’nin sözlerinde saklı duruyor.

Ebrunun söylemeyi unuttuğu bir gerçeği de ben dile getireyim. Farabi Hastanesi, bölge hekimlerimizin kendileri ya da en yakınları ciddi sağlık problemlerini çözmek için güvendiği hastanedir. Bu bana göre, bir bölge hastanesinin  en önemli güvenilirlik göstergesidir.

Sevgili, uğruna saçımı süpürge ettiğim, gençlik yıllarımı tükettiğim hastanem, şimdi biraz benim kendi yaşantımda yer eden gelişiminden söz etmek zamanıdır.

Ben sende çalışmaya başladığım ilk yıllarda, sanırım 50/60 öğretim üyesi ya var, ya da yoktu. Sen şimdiki yerinde tek bir bloktan ibaret bir hastaneydin.

Benden önce çalışmaya başlamış olan büyüklerimden, Göğüs Hastanesindeki halini bol bol dinledim. Sadece hastanenin o zamanki halini değil, etrafında otlayan inekleri, damlarından akan kova kova suları da dinledim, ancak o halini ben görmediğim için yazmaya kendimi yetkin görmüyorum.

Ben işe başladığımda dedim ya tek bloktan ibarettin. Planınla ödül kazanmış olduğun söyleniyordu, ama bu ödülün gerçekliğinden, ya da ödülü veren jürinin gerçekçiliğinden her zaman şüphe ettim. Çünkü 11 katlı olmana rağmen asansörün 3 gözdü, yangın merdivenin, hasta bekleme salonların yoktu ve daha bir çok tuhaflığın vardı, yani bana göre hiç de ödül alacak bir mimarin yoktu. Ancak ben işe başladığım andan itibaren sürekli tamirat, tadilat geçirdin, ek binalar yapıldı, sonunda içinde sürekli kaybolunacak bir labirent haline dönüştün.

Mesela ben işe başladığımda koridorlar, tuhaf bir mozaikti, mermer döşendi, bayağı güzel göründü. Asansörler artırıldı. Hatta bu asansörlere yer çıkarmak için bizim geceleri servisin ön tarafında gece gelen acil hastalara baktığımız odamızı feda ettiğimiz için Çocuk Acil açılmıştı. Bu asansörlerin yapılmasına bu nedenle minnettarım.  

Yangın merdivenlerinin yapılması sırasında servisime kıvılcım atlayıp, yangın çıktığını da hatırlatmadan geçemeyeceğim.

Daha sonra yuvarlak ek bina yapıldı. Bu bina bitince hep birlikte oraya taşındık ve eski bina sil baştan elden geçti. Şimdiki yuvarlak binanın zemin katında yıllarca Acil, Acil binası yapıldıktan sonra da yoğun bakımlar  olarak kullanılacak olan bölümde biz Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Servislerini taşımıştık. Tam bir yıl o kısımda bütün yaş guruplarını bir arada yatırdığımız, sadece kemoterapi, enfeksiyon ve bebek hastalarımız biraz izole edebildiğimiz bir yıl geçirdik.

Bütün o taşınmalar sırasında neler yaşadığımı daha önceki bir çok yazımda yazmıştım. Şimdi onları  tekrarlamayacağım.

Ancak  biz gerçekten büyük bir fedakarlıkla ve vatan severlikle çalıştık. Öğretim üyesi  ve asistan sayımız arttı elbette, ancak daha önemli olan eğitim ve sağlık hizmeti kalitemiz arttı.

Mesela KTÜ Tıp Fakültesi, Türkiye’de eğitimde akreditasyon alan ilk fakültelerden biridir. Bu güne gelmek için kaç kişinin kaç yıllar boyunca ne kadar emek verdiğini anlatmaya kalksam şimdi sayfalar yetmez. Şu kadarını söylemek yeterlidir sanırım. KTÜ Tıp Fakültesi mezunları, çalışmaya başladıkları her yerde olumlu yönde fark edilirler. Eğer canları ihtisas yapmak isterse kazanamayacakları bir sınav da yoktur. Elbette kişisel farklılıklar olacaktır, ancak KTÜ Tıp Fakültesi mezunu olmak, ya da KTÜ Tıp Fakültesinde ihtisas yapmış olmak bir ayrıcalıktır.

Bunu çok inanarak söylüyorum ve bu başarılı doktorları yetiştirirken senin hastane olarak rolünü bu mektupla hatırlatıyorum.

Hasta hizmetlerini Ebru Sivri hatırlatmış zaten.

Sevgili Farabi Hastanesi, yaptığın hizmetlerle çok önemlisin. Borcun varmış, boş ver, boynunu bükme. Borç yiğidin kamçısıdır. Elbet bu günleri de atlatırsın. Biz senden daha çok hizmet bekliyoruz.

Sevgiyle kal.

Prof Dr Ayşenur Ökten.

Emekli Öğretim Üyesi

KREMALI DOMATES HASADI ÇORBASI

Domates hasadı zamanında istemediğin kadar domates oluyor. Yeterince salça, ve kahvaltılık sos yaptıktan sonra hala bir çok domates var. Ne yapayım derken nefis bir domates çorbası çıktı ortaya.

İÇİNDEKİLER

4 kilo domates

1 paket süt kreması

2 kaşık tarhana

2 kaşık kırmızı mercimek

1,2 diş sarımsak

Tuz, bir kaşık toz şeker, kırmızı toz biber, fesleğen yaprakları.

Üzeri için istenirse taze kaşar rendesi.

YAPILIŞI

Domateslerin yarısı, çekirdekleri çıkartılıp rendelenir. Ben daha kolay olması için domatesleri ikiye bölüp, rondodan geçirdim. Daha sonra kalın bir tel süzgeçten geçirerek, çekirdek ve kabukları attım. Taze domates suyu elde etmiş oldum.

Kalan domatesleri ise kalın dilimler halinde doğrayıp, 200 derece fırında 40 dakika fırınladım. Daha sonra kabuklarını çıkartıp, fırınladığım domatesleri de rondodan geçirdim. Fırınlanmış domatesten domates sosu elde etmiş oldum.

Mercimekleri ve tarhanayı bir tencereye alarak 2 bardak su ile topaklanmayı önlemek için sürekli karıştırarak pişirdim. Mercimekler iyice haşlandıktan sonra tuzunu, baharatlarını, domateslerin ekşiliğini almak için şekeri, dövülmüş sarımsağı, kremayı ve her iki domates sosunu ekleyip kıvamını ve tuzunu kontrol ettim. 

Çorbaya istediğim kıvama gelene kadar kaynar su ekleyip, çiğ domates kokusu geçene kadar pişirdim.

Biz üzerine başka bir şey koyma gereği görmedik, ama istenirse taze fesleğen yaprakları ve kaşar rendesi ile servis edilebilir.

NOT;

Tarhana, Karadeniz ikliminde kurutulamadığı için, pek alışık olduğumuz bir tat değildir. Ben de yıllardan beri tarhanayı çorbaları bağlamak için un niyetine kullanırım. Bu benim en önemli lezzet sırlarımdan biridir. Bunu denerseniz en basit çorbanın bile ne kadar farklı bir lezzete kavuşacağını göreceksiniz.

Mercimeğe gelince sadece sonu kalmış azıcık mercimek vardı, hadi bunu da çorbaya katayım deyince çok güzel bir sonuç aldım. Bundan sonra domates çorbalarına her zaman katacağım.

Resim çekmeyi ihmal ettiğim için rengi benim yaptığım çorbaya en çok benzeyen resmi internetten aldım
Show Buttons
Hide Buttons