Category Archives: Genel

MÜZEHHER GÜVENÇ, ESKİ ANILAR, SOL YANIMIZ ÇOCUK KALMIŞ, SAĞ YANIMIZI NE SEN SOR NE BEN SÖYLEYEYİM.

Geçen ay Gülçin Olcay ile Gökçeada’da tatildeyken, Müzehher Güvenç’ten bir telefon geldi.   Bozcaada’ya bir arkadaşının bağında bağ bozumu için gelecekmiş, dönmeden bir kaç gün bende kalmak istiyormuş. Tabii çok sevindim.   

Çok gezene Sivas’ta ‘ayağı yanık it gibi’ derler, Ege’de de ‘göğü kaldıran kuş gibi’ terimi varmış. Bunu genel olarak bana söylerler ama benim hemen bütün arkadaşlarım bu tanıma uyuyor galiba.

Hal böyle olunca benim trafik bazen karışıyor. Gökçeada’dan dönüp,  Gülçin gittiği gün Yavuz Özoran Hoca, oğlu Emre’nin düğünü için Çanakkale’ye gelmişti. Tam düğün bitti, Yavuz hoca gitti, aynı gün Müzehher geldi  (Bu karmaşada bir de sınıf arkadaşımız geldi, ama artık onunla Zafer ilgilendi).

Müzehher ile arkadaşlığım oldukça eskidir, ta asistanlık yıllarıma dayanır. Müzehher aslında Ankara Tıp mezunudur, sadece birkaç aylık oldukça kötü bir Hacettepe macerası vardır. Buna karşılık hayatı garip bir şekilde bir çok sınıf arkadaşımla öyle yada böyle kesişmiştir ve hatta benim sınıf arkadaşlarımdan bazıları ile benden daha yakından görüşür.

Ben Hacettepe’de Pediatri İhtisası yaparken, en yakın arkadaşlarımdan biri olan Ayşen (Coşkun) da Psikiyatride asistandı. Sanırım Müzehher’le onun vasıtası ile tanışmıştım. Müzehher de Psikiyatride asistandı, sanırım 4/5 aylık asistan iken bir gece, tam da Müzonun nöbetinde serviste yangın çıkmıştı. Bu yangını aslında kendini yaralamasın diye duvarları korumalı özel bir odada yatan hastalardan biri çıkarmıştı. Daha sonra birkaç hasta bu duvar izolasyonlarının yanmasıyla ortaya çıkan zehirli dumanı soluyarak ölmüştü.

Ben o gece nöbetçi değildim, ama duyduğuma göre Hacettepe’nin devasa binasının orta yerinde bulunan servise, itfaiye araçları da yaklaşıp müdahale etmekte oldukça yetersiz kalmışlardı.

O gece Müzehher’in çektiği korku ve geçirdiği ölüm tehlikesi bir tarafa, bir de yıllarca mahkemelerde süründü. Tabii olayın bir başka sonucu da hemen psikiyatriden vaz geçmesi ve daha sonra kadın doğum uzmanı olması oldu.

Müzehher, bizim üniversiteden ayrılınca yıllarca görüşmemiştik.  Sonra hiç beklenmedik bir şekilde yeniden bir araya geldik. Ben mecburi hizmetim için Elazığ’a gitmiştim. Daha önce hikayesini defalarca anlattığım bir şekilde kuradan Fırat Üniversitesi Tıp Fakültesi çıkmıştı. Ben pediatride tam bir yıl boyunca yalnız çalıştıktan sonra önce Dr Kenan Kocabay, ondan bir ay sonra Dr Hüseyin Güvenç ve hemen ardından Prof Dr Sırrı Bektaş geldiler.

Biz Hüseyin ile hemen anlaşıp iyi arkadaş olmuştuk.

Hüseyin’in eşi o sırada ihtisas yaptığı için ondan bir yıl sonra geldi. Meğer Hüseyin,  Müzehher ile evliymiş. Böylece bu çiftin, biri eş durumundan değil, her ikisi de ayrı ayrı benim arkadaşım oldular.

Müzehher, devlet hastanesinde çalışıyordu, böylece muayenesi de vardı ve yerel halk ile iletişimi bizden çok daha farklı bir seviyede idi. Muayenesinde orta yaşlı bir yardımcısı vardı. Üç dil bile sekreterim var diye arkadaşlar arasında hava atardı. Kadıncağız gerçekten de Kürtçe ve Zazaca bildiği için Müzoya bir hayli tercümanlık yapmıştı.

O yıllarda, Elazığ’da sosyalleşmek için yapabileceğimiz çok az şey vardı. Biz de sık sık kendi aramızda toplanır, yemek yerdik. Bir gün de Hüseyinlerde toplanacaktık. Müzehher, bana sen erkenden gel, biz hazırlanırken, bir yandan da sohbet ederiz demişti.

Ben de yemek saatinden bayağı önce, işten çıkar çıkmaz gitmiştim. Bir yandan yemek hazırlıyorlardı, her ikisi de mutfakta bir şeyler yapıyorlar fakat benim  yardım etmeme izin vermiyorlardı. Bir sandalye gösterip beni mutfağa oturttular. Meğer biraz önce ufak bir şeyden ötürü tartışmışlar ve her ikisi de olayı kendi bakış açısı ile bana anlatıp, kendi tarafını tutmamı istiyorlar, bir yandan da fırıl,  fırıl dönüp yemek hazırlıyorlar. Ben diyorum ya ikisi de benim arkadaşım. Her ikisini de dinleyip makul bir cevap vermek istiyorum, ama biri bir şey söylüyor, öbürü bir şey söylüyor, bir yandan da bir o yana bir bu yana koşuşup duruyorlar. Bunları dinleyeyim, yüzlerine bakayım derken başım döndü.  Zaten saçma sapan bir şeyden ötürü kavga etmişler, bir ara bulucuya ihtiyaçları yok, bir nefes alıp bir dakika sussalar kavga bitecek. Birden bire ‘’bir dakika, şimdi siz benden hakemlik yapmamı mı bekliyorsunuz’’ diye sordum. İkisi birden evet dediler. Ben de tane tane ‘’siz kesinlikle anlaşamıyorsunuz, en iyisi bir an önce boşanın’’ dedim. İkisi birden o kadar da değil artık diye itiraz ettiler. Ben de ‘’o halde dırdırı kesin, yetti be, güya bir tabak yemek yedireceksiniz, kafamı şişirdiniz’’ dedim.

Bu galiba benim bir karı koca arasındaki ilk ve tek hakemlik deneyimimdir. Neyse ki kesin olarak kavga bitti. Hem de kahkahalarla.

Diyorum ya biz ayrı hastanelerde çalışıyoruz, yani hafta içi gündüzleri pek görüşemiyoruz.  Bir gün Müzehher, kimseye bir şey söylemem koşuluyla sır dolu bir telefon etti. Bir yere gitmesi gerekiyor ancak, tek başına gitmek istemiyor, ben ona eşlik edersem gidecek.

Sonunda baklayı ağzından çıkardı; kuaförde cinsiyet değiştirme ameliyatı olmuş bir kadın ile tanışmış. Bu kadın Elazığ’ın en meşhur falcısı olduğunu söylemiş ve gel senin de falına bakayım deyip adresini ve telefon numarasını vermiş.  

O zamanlar,  kafam hıyardır diyene tuzla biberle koşuyorum hiç böyle bir fırsatı kaçır mıyım. Tabii gittik. Gitmeden önce de Müzehher güya kadını kandırmak için, bakalım doğru biliyor mu diye yüzüğünü filan çıkarttı. Oysa falcı muhtemelen kuaförden Müzoyla ilgili bütün bilgileri almıştır.

Saçları koyu sarıya boyanmış, kocaman bir kadın, üstünde memelerini iyice belli eden dar bir penye, ucuz ve büyük bir kolye, bacağında çiçek desenli bir şalvar,  kocaman ayaklarını altına almış,  divanda oturuyor. Kalın bir erkek sesi ile bize kahvelerimizi nasıl istediğimizi soruyor. Sonra da Müzoya 45 dakika, bana ise  toplamda 10 dakika bile sürmeyen fal bakıyor. Tabii ne de olsa ben piyangodan çıkmıştım. Hakkımda hiçbir şey bilme imkanı yoktu. Tabii söylediği hiçbir şey çıkmadı, ama çıkmasını da beklemiyordum. Zaten söylediklerinden çıkan olduysa bile, ne dediğini hatırlamadığım için falının çıktığını da anlamazdım.

Ama kendisi, yani seksenli yıllarda, Elazığ gibi tutucu bir yerde, transseksüel kimliği açıkça yaşayan  ve tahtında pardon sedirinde düşkün bir kraliçe gibi  oturan bu savaşçı kadın, bayağı  hafızamda yer etmiş.

Müzehher de bu falcı maceramızı hatırlıyor.

Ertesi gün artık yorgunluğumuz geçti ve Müzehher’i, bizim evden 42 kilometre uzaklıkta olan ‘Su ve Vicdan Nöbeti’ne götürdüm.

Bu yıl haziran geldi, aniden hava yaz oldu. Duygusal açıdan ise hiç de yaz halimiz olmadı. Dağlarımızdaki doğa kıyımı bize ne kadar kırılgan olduğumuzu hatırlattı sürekli.

Neyse ki, Kaz Dağlarında yapılması planlanan siyanürlü altın arama işine  ciddi bir direnç gösterildi. Haftalar aylar süren çadırlı ‘’Su ve Vicdan Nöbeti’’ tutulmaya başlandı. Her türlü iletişim aracı ile bu dağlarda yapılan kıyımın boyutları gözler önüne serildi. Fazıl Say tam da ağaç kesiminin yapıldığı bölgede, dağda piyano konseri verdi. Bu konser sayesinde bölgede yapılanlar dünyada da yankı uyandırdı.

Şimdi sözüm ona altın arama işleri biraz geri durmuş gibi görünse de, birkaç ay sonra neler olur, hiç kimse işte bundan emin değil. Böylece nöbet tutanlar kışın da orada olabilmek için hazırlık yapmaya başladılar.

Müzehher ile gittiğimizde, nöbet tutan gençlerle biraz sohbet ettik. Müzo kocaman selfi çubuğunu çıkartıp bir sürü resim çekti. O gün tanıştığımız nöbetçiler bize kesimin olduğu alana kolayca gidebileceğimizi söylemişlerdi. Ancak biz o konuşmayı yaparken, alana giden toprak yola barikat kurulmuştu. Hemen geri dönüp, barikatı haber verdik, onlar da gidip yolu açtılar.

Ertesi gün de gel sana bir sertifika alalım diye onu Babakale’ye götürdüm. Köyün muhtarından, Asya kıtasının en batı noktasına geldiğimize dair sertifika aldık.

Bu ay sonunda planladığım Karadeniz gezisine katılmaya karar verip, uçak biletini alması ise 10 dakika filan sürdü.

Diyorum ya, benim uzun süreli arkadaşlarımın hepsi  yanık ayaklarla gök kaldırma derdinde.

KİRAZLI BALABAN SU VE VİCDAN NÖBETİ
ASYA KITASININ EN BATI NOKTASI

HAYATIMIN ÇEŞİTLİ DÖNEMLERİNDEN DOSTLAR VE ÇANAKKALE’Yİ ÇEVRELEYEN ADALAR; BOZCAADA, GÖKÇEADA, SEMADİREK VE MİDİLLİ

Türkiye’nin 3 tarafı denizlerle çevrili olmasına karşılık, neredeyse parmakla sayılacak kadar az adası vardır. Mevcut adaların da bir çoğu Marmara denizindeki adalar. Çanakkale iline bağlı olan Bozcaada ve Gökçeada büyüklükleri bakımından diğer Ege ve Akdeniz adalarımızı gölgede bırakıyorlar.

Geçen haftaya eski dostlar ve bu adalar damga vurdu.

Geçtiğimiz hafta farklı arkadaşlarla her iki adaya da gittim. Lise çağlarımdan beri tanıdığım arkadaşımız Ayşen Güner birkaç günden beri bizdeydi. Kızı Hülya, annesini almaya geldiğinde Bozcaada’ya gitmek istedi, hep birlikte  günü birlik gittik.

Bozcaada, ana karadan 6 kilometre uzaklıkta, 40 kilometre kare büyüklüğünde bir adadır ve Türkiye’nin köyü olmayan tek ilçesidir. Eski adı Tenedos olan bu adada aslında 2500 kişi yaşıyor, yani kış aylarında oldukça tenha, yazın ise tam bir turizm cenneti oluyor. 

Adaya ulaşım genellikle Geyikli’den kalkan feribotla sağlanıyor. Ancak bu feribota arabanızla binmeye teşebbüs ederseniz, oldukça zor zamanlar geçirebilirsiniz. Çünkü trafiğin yoğun olduğu günlerden birinde adadan ana karaya geçmek için arabamın içinde tam 3 saat feribot kuyruğu beklemiştim. Yani bizim gibi günü birlik gidenler için yaya geçmekte fayda var. Bir de Çanakkale’den karşılıklı deniz otobüsü seferleri varmış, bu daha da iyi bir seçenek olabilir, tek sakıncası ise gidiş ve dönüş için belirli bir saate bağımlı olmak.

Ada, kalesi, soğuk ve berrak denizi, rüzgarı, temiz havası, bağları ve şarapları ile meşhur.

Adaların, özellikle de çevresinde yakın yerleşim yerleri bulunan adaların tarihi korsanlar, çeşitli devletlerin işgalleri ve  deniz savaşları ile yazılır. Bozcaada’nın çevresinde ise dünya tarihinin en ünlü savaşları olan Truva ve Çanakkale savaşları yer almıştır. Tabii ki Bozcaada da bu savaşlarda üs olarak kullanılmış ve daha bir çok savaşta elden ele geçmiştir.

Fatih Sultan Mehmet tarafından,  1455 yılında Gökçeada ile birlikte Osmanlı topraklarına katılmış ve bu tarihten sonra Piri Reis haritalarında ismi Bozcaada olarak yer almıştır.

Çanakkale savaşında Birleşik Krallık ve Fransa tarafından işgal edilen ada, Lozan Antlaşması ile Türkiye topraklarına katılmıştır. Türkiye ile Yunanistan arasındaki nüfus mübadelesinde Gökçeada gibi, Bozcaada da mübadeleden muaf tutulmuştur, ancak daha sonraki yıllarda adadaki Rum nüfus giderek azalmıştır.

Bu günlerde Bozcaada’da yapılacak en güzel şeyler, güzelim plajlarda denize girmek, küçük lokantalarda meze ve balık yemek, rüzgar güllerinin bulunduğu burunda gün batımını seyretmek, Eylül ayında bağbozumu şenliklerine katılmak ve adadaki şarap üreticilerinin birinde şarap tadımı yapmak olarak özetlenebilir.

Aslında bağcılık ve şarapçılık Bozcaada’nın var oluş biçimidir dersek yalan olmaz. Derler ki adaya adını veren Tenes, adada yabani asma bulmuş ve onu bugünkü haline getirmiştir. Bozcaada’nın eski paralarının üzerinde mutlaka üzüm vardır. (Gerçekten, ben de Çanakkale’de, üzüm dahil bir çok meyvenin yabani hallerinin bulunduğuna şahidim.)  Bozcaada’da bir çok ürünün tarımı için yeterli su kaynağı yoktur. Asmanın az su istemesi, ve adanın toprağını ve ikliminin de  bağcılık için oldukça uygun olması, Bozcaada’daki başlıca tarımsal faaliyeti bağcılık olarak kısıtlar.

Bu durum adanın, ekonomik getiri ürünü olarak şarapçılık kültürünü geliştirmesinde başlıca etkendir.

Adaya özgü, şarap yapmaya uygun, 4 farklı çeşit üzüm bulunmaktadır. Kırmızı şarap için Kuntra( karasakız) ve Karalahna üzümleri, beyaz şarap için de Çavuş ve Vasilaki üzümleri adaya özgüdür. Bunların yanı sıra şarap yapmaya uygun diğer üzümler de yetiştirilmektedir.

Adaya gidince şu anda faaliyet gösteren bir şarap üretim merkezine gidip, özellikle adaya özgü şarapları tatmadan dönmemek lazım. Tabii bu benim fikrim.

Eski adı İmroz (rüzgarlı) olan, Gökçeada ise 286 kilometrekare büyüklüğü ile Türkiye’nin en büyük adası, aynı zamanda en batıda bulunan kara parçasıdır.  Suyu kendine yeten, içerisinde adada olduğunuzu unutturacak kadar büyük, oldukça dağlık  bir adadır.

Coğrafyası oldukça renkli olan bu adada, çok güzel plajlar, akarsular, hatta bir şelale bulunmaktadır.  Sualtı dalışları ve rüzgar sörfü yapmak için çok uygun alanları ve çamuru ile ünlü bir tuzla gölü, çok şirin köyleri bulunmaktadır.

Türkiye’nin ilk Cittaslow’larından birisidir ve gerçekten de bu adada zaman yavaş akar. Adaya ulaşım, Gelibolu’daki Kabatepe limanından kalkıp, Kuzu limanına ulaşan feribotlar ile yapılmaktadır.

 Son yıllarda birkaç Türk filmine sahne olana kadar da turistik açıdan pek tercih edilen bir yer olmadı. Şimdilerde ise gerek sörfçüler arasında gerek de çok sıcak olmayan bir bölgede deniz tatili yapmak, kafa dinlemek  isteyenler arasında oldukça turist çekmeye başladı.

Geçen hafta üniversiteden, sevgili arkadaşım Gülçin Olcay ile deniz tatili yapmak üzere Gökçeada’ya gittik. Bol bol sohbet ettik, denizde girdik, deniz ürünleri yiyip, Semadirek adasının manzarası eşliğinde güneşin batışını seyrettik, yöresel ürünlerden aldık. Çok güzel kafa dinleyip, bundan sonra da, fırsat buldukça tekrar gelmeye karar verdik.

Adada otantik halleri ile korunmuş birkaç Rum köyü var, biz bu köylerden birinde kaldık ve diğerlerini de kahve içmek, ya da bir şeyler yemek için ziyaret ettik. Köy meydanlarında Rumca konuşan bir çok insanla karşılaştık. Oysa gitmeden önce adadaki Rum nüfusun çok azaldığını okumuştum.

Bu paradoksun sebebini ise ancak adanın tarihini yerel insanlardan öğrenince anladık. Gökçeada, stratejik adalarda olduğu gibi bir çok savaşta önemli rol oynamış ve bir çok savaşa sahne olmuş. Bu savaşlardan biri de Çanakkale Savaşıdır. Bu savaşta, itilaf devletlerinin Gelibolu cephe komutanı olan Ian Hamilton, karşısındaki gücü küçümsediğinden mi yoksa vizyonsuzluktan mı nedir bilinmez, bu boyutlardaki bir savaşı uzaktan kumanda edebileceğini sanarak,  komuta gemisinin üssü olarak Gökçeada’yı seçmişti. Karada verilen savaşı, bir türlü kafası basmadığı için Anafartalar bölgesinde üçüncü bir çıkartma yapmış, burada müthiş yenilgilere uğradıkları zaman ise ‘ordunun burada neden başarısız olduğunu anlamak mümkün değil’ şeklinde bir rapor yazmıştı.  Sadece bu raporundan bile yürütmekte olduğu savaştan nasıl da bihaber olduğu anlaşılıyor. İtilaf devletleri nihayet  Gelibolu cephesinden geri çekilme kararı verdiğinde, cepheyi boşaltma işini, çok daha gerçekçi bir başka komutan gerçekleştirmişti.

Kurtuluş savaşından sonra nüfus mübadelesi işleminden Gökçeada’da yaşayan Rumlar muaf tutulmuştu. Fakat aynen Bozcaada’da olduğu gibi daha sonraki devirlerde burada yaşayan halkı yıldırma siyaseti güdülmüş, belki de sadece bu sebeple, bu cennet köşesine açık cezaevi yapılmış. Bu ceza evine oldukça tehlikeli suçlular gönderilmiş ve söylenene göre bu suçlular, köylerde yaşayan ahaliyi canından bezdirmişler. Rumlar satabildikleri mallarını çok ucuza ellerinden çıkartmış ve hatta mallar o kadar ucuza satılır olmuş ki, satmaya bile gerek duymayıp, Yunanistan’a göçmüşler. Tabii mübadele edilmedikleri için orada bunlara toprak verilmemiş, bayağı sıkıntı çekmişler. Şu anda ise  bazı insanlar tapulu mallarına geri dönüyorlarmış, genellikle adada  yılda 6 ay yaşayıp, kışın geri dönüyorlarmış. Yunanistan hükümeti, bu insanlara sırf adayı tamamen terk etmesinler diye maaş ödüyormuş. Bizim adada o kadar çok Rum’la karşılaşma sebebimiz de buymuş.

Geçen hafta arkadaşlardan biri gitti, bir diğeri geldi. Son olarak da mecburi hizmet arkadaşım Müzehher Güvenç geldi. Onu da hadi seni Asya kıtasının en batısına götüreyim diyerek Babakale’ye götürdüm. Devasa Midilli adasının siluetini seyrettik diyeceğim ama, ada o kadar yakın ki binalar bile görülüyor. Artık Midilli’ye de gelecek yıl giderim.

Gökçeadadan Semadirek adasının görüntüsü
Bozcaadada Sermin, ben Ayşen ve Hülya
Gülçin ve ben Gökçeadada
Müzehherile ben Babakaleden Midillinin görüntüsü

VE AĞRI DAĞININ DİĞER YÜZÜ; ERMENİSTAN, BİRAZ DA BEYAZ ADAM ÜLKESİ KAFKASYA

Ermenistan’a, Gürcistan üzerinden kara yolu ile girdik. Bütün o yemyeşil dağların arasından, Sevan gölü kenarından geçerek Erivan’a ulaştık. Ermenistan bütün diaspora Ermenilerinin yardımlarına karşılık diğer ülkelere göre oldukça fakir. Şehirler yenilenmemiş, yollar oldukça eski, Sovyetler döneminden kalma askeri ve sivil araçlara rastlamak mümkün.

Yol boyunca bir çok kadim kilise ve manastıra da uğradık. Erivan ise çok daha iyi günler gördüğü belli olan tarihi bir şehir. Bu günkü durumuyla Ağrı Dağını bir de bu yüzden görmek dışında pek bir sevilesi tarafını bulamadım. Gariptir ancak bütün gezi boyunca kaldığımız en iyi otel buradakiydi.

Tabii bu ülkeden hiç memnun kalmamamdaki en büyük etken Dağlık Karabağ meselesiydi. Azerbaycan’da bu bölge çizgili gösteriliyor, ancak Ermenistan’daki haritada tamamen Ermenistan haritasına dahil edilmiş. Bu bölge bütün ülkenin üçte birini meydana getiriyor ama nüfusu şimdi sadece 150/ 200 bin civarındaymış, çünkü ermeniler dışındaki halk yerlerinden edilmiş, yani koskoca alan önce insansızlaştırılmış, sonra kalan birkaç kişi ile referandum yapılmış.

Aslında bütün ülke toplamda 4 milyon, bir milyonu Erivan’da yaşıyor. Zaten bütün dünyada yaşayan Ermenilerin sayısı 8 milyon civarındaymış.

Ermenistan’da özellikle birkaç konu çok dikkatimi çekti bunlardan biri, hani bizim ermeni mutfağı deyince hemen topik aklımıza gelir ya, Ermenistan’da böyle bir yemek yok. Felafel biliyorlar, humus biliyorlar, ancak kesinlikle topik bilmiyorlar.  Türkiye’ye dönüş uçağında tesadüfen yanımıza oturan bir İstanbul ermenisi kadından topik tarifi aldım hemen bugün yaptım, bakalım, daha önce topik yemiş bir arkadaşıma tattıracağım.

İkincisi, konuştuğumuz insanlar Türkiye’den geldiğimizi ve ermeni olmadığımızı öğrenince ‘o halde neden geldiniz’ diye şaşırmalarına rağmen, insanların yaşayış şekilleri, yemekleri, her şey bize çok benziyor. Mesela halk oyunları ‘koçari’ bizim horona oldukça benziyor. Mesela onlar da caddelerde mangal yapıyorlar. Mesela otobüste asılması zorunlu bir tabela vardı,  bu tabelada otobüs içinde yapılmaması gereken şeyler resimlenmiş ve üzerlerine bir çapraz çizgi çekilmişti. Sigara içmeyin, içki içmeyin, yemek yemeyin, çekirdek çitlemeyin, burnunuzu karıştırmayın, hatta yellenmeyin diye yasaklar listesi var, iyi mi? Ancak nedense yellenme resminin üzerinde çapraz çizgi yoktu. Ben de gırgır yapmak için ‘demek yellenmek serbest, arkadaşlar otobüsten inmeden hemen önce ne yapacağımızı biliyoruz değil mi’ diyerek gurubu ateşlemeye çalıştım neyse ki bana uymadılar.

Üçüncüsü ise aman ha, sakın Ermenistan’a yeşil pasaportunuzla gitmeye kalkmayın. Bizim 22 kişilik gurupta 9 tane yeşil pasaport vardı. İki kişi normalde yeşil pasaportlu iken, akıllılık edip normal pasaport almışlar, ben bilmiyordum, ama bu yıl itibarı ile devlet iki her pasaporta, aynı anda sahip olma hakkı tanımış. Normal pasaportlular, kapıda bir miktar para karşılığında makineden vize aldı. Biz ise bir ay önceden evrak göndermiştik, elimizde birer davetiye mektubu vardı.

Önce kapıda pasaport memuru tarafından uzun uzadıya bekletilerek soruşturulduk. Nihayet bekledikleri cevap gelince bizi içeriye aldılar. Sonra da tekrar pasaportlar elimizden alındı, ancak iki gün sonra üzerlerine vize yapıştırılmış şekilde geri geldiler.  Gerçi bizden para almadılar, ama alsalar da yabancı memleketlerde kimliksiz gezme stresi yaşamasak daha iyi değil mi?

Bu pasaport işi resmen sinirimizi bozdu. Daha kapıdan girerken bir saat bekledikten sonra nihayet geçiş izni gelince memur ilk kişiyi çağırdı. Bizim gurupta yaş ortalaması biraz yüksek idi. Kadının biri sağır duymaz uydurur misali, arkadaşının adı seslenince (isimler benziyor) benim diyerek, yanlış pasaportu alıp içeri geçti. O telaş hemen gidip otobüse de kurulmuş. Birkaç kişi daha geçtikten sonra, sıra kadının arkadaşına gelince, memur nihayet başını kaldırıp kadına baktı ve bu pasaport senin değil diyene kadar meseleyi anlayamadık. Zaten normal prosedürde dayanılmaz bir bekleyiş varken, bir de bu çıktı başımıza, diğer kadın tekrar dışarı çıkarıldı. Her iki kadın ve pasaporttan emin olunca tekrar içeri alındılar. Bu arada yanlış pasaportla içeri giren kadın kabahat rehberde, benim ismimi zaten yanlış yazdırmıştı, daha sonra kabahat memurda adımı yanlış okudu, kabahat arkadaşımda isim okununca neden beni çağırıyorlar diye engel olmadı diye sayıklayıp duruyor. Ben de dayanamayıp, yani sizde hiç kabahat yok öyle mi dedim, kadının ağzı açık kaldı, nasıl onun bir kabahati olabilirmiş. Yanlış pasaportu kapıp ben mi içeri daldım, ben mi kabahatliyim diye düşünmedim değil. Hem de bu iki kadın çok geziyorlarmış, kendilerine ‘gezen tavuk’ diyorlardı.

O kapıda o kadar güldük ki, içeriye bizden çok önce giren normal pasaportlu arkadaşlarımız, biz güldüğümüz ve memuru sinirlendirdiğimiz için işler bu kadar uzun sürdü sanmışlar. Oysa memurların nöbet değişimi bile bize denk geldi.

Her neyse o gece Erivan’da gece gezmesine çıktık. Çok güzel bir meydan var, ortadaki havuzda her gece su gösterisi yapıyorlar ve müzik çalıyor. Gerçekten kalabalık oluyor. Bu arada bir arkadaşımız neredeyse bir arabanın altında kalıyordu. O arkadaş da yeşil pasaportlu olduğundan ‘aman sakın dikkat edin biz fukaraların kimliğimiz bile yok, araba çiğnese sizi neyle hastaneye götüreceğiz’ dedim. Toplu gülme krizine tutulduk.

Son bir toplu gülme krizini de yazmadan geçemeyeceğim. Türkiye’ye dönmek için son gün yine Tiflis’e dönmüştük. Otobüsle otele giderken akşam yemek yiyeceğimiz restoranı gösterdiler, aman Tanrım resmen nehrin yamacında, uçurumun tepesinde alttan bileğim kalınlığında çubuklarla tutturulmuş bir balkona gideceğiz. Sermin hemen bu çubuklar bu lokantayı tutar mı diye telaş belirtisi göstermeye başladı. Aslında bütün gurup tedirgin oldu. O kadar ki yerel rehberimiz yerimizi balkondan içeriye aldırdı. Bu arada kenarlarında heykeller olan bir köprüden geçiyorduk, yerel rehber aklımızı lokantadan uzaklaştırmak için bir kadın heykelini gösterip bu kadın buradan intihar etmiş dedi. Bu bilgi doğru değilmiş ama beni kim tutar ‘bunlar her şeyin heykelini dikiyorlar, yarında uçurumdan aşağı bizim resimlerimizi dizecekler’ dedim. Gezi arkadaşlarımızın ‘çocuklarımız gelirse bir karanfil atacak yerleri olur’ diye içleri rahat etti. Böylece bir toplu histeri daha yaşadık, gülmekten çenelerimiz ağırdı.

Aslında bütün bölge çok da rahat değil. Dağlık Karabağ bölgesi nedeniyle Azerbaycan ve Ermenistan arasında hiçbir ilişki yok. Gürcistan da ise halk, ülke  içerisinde oluşturulmuş, özerk cumhuriyetler (bunlardan biri de bize komşu, Batum’un baş kenti olduğu Acaristan) konusunda  ciddi hassasiyetler taşıyor.

Kafkasya gerçekten de Gürcüler, Azeriler, Ermeniler dışında Mengreller, Lazlar, Abhazlar, Çerkezler, Varyahlar, Lezgiler, Dağıstanlılar, çeçenler, İnguşlar, Osetler, Avarlar, Adigeliler, Nogaylar ve adını sayamadığım bir çok halk yaşıyor. Bölgede bir çok dil konuşuluyor. Bu kadar çok etnik köken ve dil olunca bölgenin siyasi açıdan karmaşıklığı ortada.

İngilizcede beyaz ırk demek için kullanılan sözcük ‘ Caucasian‘ Kafkasyalı anlamına geliyor. Yani beyaz adamı Kafkasya kökenli kabul ediyor.

ERİVAN VE AĞRI DAĞI
KASKAD MÜZESİ (Bir diaspora ermenisinin yarım kalmış müzesi)
DİLİCAN VE BEN ALİCAN (yolda güzel bir şehir)

ALLAHUEKBER DAĞLARININ SULARININ YEŞERTTİĞİ KOMŞU; STALİNİN DOĞDUĞU TOPRAKLAR GÜRCİSTAN

Bakü’den Tiflis’e uçakla gittik. Bu arada coğrafya değişti. Gürcistan’da Kura Irmağını suladığı iç kesimle de Karadeniz kıyıları gibi yemyeşil.

Tiflis Kura Irmağını iki yanında kurulmuş, tarihi yapıları çok güzel korunmuş, butik bir şehir. Ortadan geçen ırmak ve tepedeki kale ile hemen herkese bir şekilde Amasya’yı hatırlattı. Tiflis  toplamda 4 milyon olan Gürcistan nüfusunun 1 milyonunu barındırıyor. Buraya da simgeler şehri demek çok mümkün. Çünkü yerel rehberimiz havaalanının hemen dışındaki modern güneşi tutan adam heykelinden, tepedeki kadın heykeline, şehri kuran kralın heykelinden, nehri geçen barış köprüsüne kadar her şeye kentin simgesidir dedi.

Tiflis sıcak su anlamına geliyor, gerçekten de kükürtlü kaplıcaları ile meşhur. Hatta şehrin kuruluş hikayesi de atmacası ile ava çıkan bir kral atmacayı ararken bu sıcak suları bulup, buraya bir şehir kurulmasını istiyor. Bu hikayede atmaca olunca hemen aklıma bizim Karadeniz kültüründe de atmacaya ne kadar önem verildiği geldi. Atmaca ile kaplıcayı (en sevdiğim şeylerden biri) birleştiren bir hikayeden nasıl hoşlanmam ki?

Tabii halkı Hristiyan olunca burada bol bol tarihi kilise ve bol bol heykel vardı. Bir çok tiyatrosu varmış bunlardan biri de kukla tiyatrosuymuş. Bu tiyatronun kurucusu şehrin tarihi kısmında yamuk yumuk bir saat kulesi yaptırmış. Bu saat kulesini üzerinde kocaman bir saatin yanı sıra dünyada bir saat kulesinde bulunan en küçük saat de var. Günde iki kez kukla gösterisi oluyor, bu gösteriyi izleyerek şehir turuna başladık. Şehrin tarihi bölgesinde çok eski kiliselerin yanında, sinagog ve cami de var. Buradaki Cuma camisi sünni ve şiilerin birlikte kullandıkları bir cami imiş.

Stalin, Tiflis’e çok yakın Gori şehrinde doğmuş. Onun doğduğu ev, büyük bir depremden sağlam çıkan birkaç binadan biriymiş. Tabii hayat hikayesini de dinledik. Beni en çok etkileyen iki oğluna da hiçbir şekilde torpil yapmamış olması. Birinci oğlu Almanlara esir düşünce, Almanlar Ruslara esir düşen bir general ile değiş tokuş yapmak istemişler. Stalin askere karşılık general vermem deyince, oğlu da Stalin aleyhine anlaşma yapmayınca eşir kampında öldürülmüş. Diğer oğlu ise tam 12 kez generalliğe terfi hak etiği halde her seferinde rütbeyi vermemiş. Ne düşünmek lazım bilemedim.

Uplistsikhe denilen bir tarihi şehirde dolaştık. Buraya Gürcitanın Hasankeyfi demek çok mümkün. Ancak burada tarihe saygı var. Kraliçe Tamaradan Medeaya, eczaneden, şarap yapımına, tandırdan,  Nobel kardeşlerin mağara evine kadar adım adım gezdirdiler.

Kura nehrinin kollarının birleştiği Miseta şehrinde Gürcü yazının metinlerinin bulunduğu bir kilise gezdik. Gürcüler de Ermeniler de yazıları ile gurur duyuyorlar ve her iki yerel rehber de bize alfabelerinin tarihini anlattı ve harflerin yazılı olduğu bir hediye vermeyi ihmal etmedi.

Gürcü alfabesinde büyük küçük harf ayrımı yok. Yüzyıllar  içerisinde 3 kez revize edilen alfabenin ilki sadece başlıklarda, ikincisi sadece dini metinlerde, en modern ve kolay olan ise günlük yazışmalarda  kullanılıyor. Yerel rehberin söylediğine göre bu alfabe ile Gürcüce, Mengrelce, Lazca, Osetçe, Abhazca ve Avarca gibi diller yazılabiliyormuş.

Sermin’in gezi boyunca midesi delindi, önüne ne geldiyse yedi. Ben de ondan pek geri kalmadım doğrusu. Ancak Gürcistan’daki favori yemeğimiz bence bizim peynirlinin biraz değişiği olan Haçapuri idi.

Halk dansları ise kesinlikle bizim Artvin Kafkas oyunlarına benziyor. Ancak daha fazla kareografi var. Erkek oyunları hemen hemen aynı iken kadın oyunları farklı. Bizim  Kafkas oyunlarında kadınlar kuğu gibi süzülür durur, bunlarda da böyle süzüldüğü oyunlar var, ama bir çok oyunda kadın figürleri de neredeyse erkekler kadar hareketli, sadece havaya sıçrayıp, diz üstü yere konmaca yok.

Gezgin gurubumuz oldukça hoş insanlardan meydana geliyordu. İnanılmaz ama yarıya yakın sayıda erkek vardı, kadınların bir çoğu da gezi boyunca elbise giydi. Daha önceki gezilerde erkek sayısı çok az olurdu. Bir de böyle bir gezide elbise giyen kimseyi görmemiştim.

Rehberimiz ise biyonik adam gibiydi. Adam gayet uzun boylu, bayağı gelişmiş kasları  ve spor giyim zevkine sahip bir delikanlı idi, ne yorulmak biliyordu, ne de sinirlenmek. Bütün yollar boyunca mekanik bir ses tonu ile sürekli bir şeyler anlattı. Guruptan adamın bunca bilgiyi aklında tutamayacağı, bir yerden okuduğu, kulaklıktan dinleyip anlattığı gibi bir çok teori geliştirenler oldu. Bence en doğru teori benimkiydi. Adam biyoniktir dedim, inanmayan sırtına baksın, sırtındaki vidaları söküp, içindeki makineye ve pillerine ulaşabiliriz.

GARİP SAAT KULESİ
STALİNİN MAKAM ODASI
UÇURUMDAKİ LOKANTADA YIKILMADIK AYAKTAYIZ RESMİ, yazısı sonra gelecek

ALEV ÜLKESİNİN RÜZGAR ŞEHRİ, İKİ DEVLET, BİR MİLLET. AZERİ KARDAŞLAR.

Akıllıca bir şey yaptım, gezmeyi istediğim uzak ülkeleri neredeyse bitirdim, bu yaşlarıma ise yakın yerleri bırakmıştım. Bu kez de rotam Bakü, Tiflis ve Erivan idi.

Güzel bir tur buldum, hizmetlerinden pek memnun kaldık. Benzer kültür turizmi yapan şirketlerden en ciddi farkı da İstanbul içinden size özel havaalanı transferi yapmaları.  Sabahın köründe henüz benimseyemediğimiz havaalanına  ‘umarım kuş sürüleri geçmiyordur, rüzgar doğru yönden esiyordur’ dualarıyla vardık.

Benim koltuğum pencere kenarında olduğu için yol boyunca aşağıya bakmaya gayret ettim. Azerbaycan topraklarının açıkça çöl olduğunu gördüm. Dağların tepelerindeki buzullardan süzülen sular nehirler oluşturarak çevresine biraz yeşillik, yerleşim alanları sağladıktan sonra çoğu bu çöl içerisinde bir yerlerde kayboluyor, sadece bir kaçı Hazar Denizine kadar ulaşıyor. Aslında dünyanın en büyük gölü olan bu iç denize ulaşan 11 önemli nehirden 2 tanesi Türkiye topraklarından doğup, Hazar gölüne ulaşıyorlar. Bu nehirlerden en iyi bilinen Aras nehridir. Ancak biz bu gezi boyunca genel olarak Allahuekber dağlarında doğup, Hazara ulaşan Kula nehrinin çevresinde dolaştık.

Hazar Denizinin benim görüş alanım içinde kalan kısmı, koyu renkli bir su ve bu suyu çevreleyen çöl şeklindeydi. Uçak alçaldıkça, denizin içerisindeki petrol sondaj iskelelerini de seçmeye başladım.  Denizin ortasındaki kartal gagası şeklindeki Abşeron yarımadasının üzerinde Bakü şehri kurulmuş. Türk cumhuriyetlerine gidince havaalanından başlayarak tabelaları takip etmek çok keyifli oluyor. Haydar Aliyev havaalanında en dikkatimi çeken tabela ‘money Exchange/ valyuta mübadelesi’ oldu.

Bakü bu toprağı petrole bulanmış bu çöl içerinde yeşillendirilmiş, çok güzel bir şehir. Bütün ülke nüfusunun 1/3, 1/4’ü burada yaşıyormuş, şehrin nüfusu 1,5 milyondan fazla imiş. Kesinlikle Bakü’nün içerisi İstanbul’un içinden çok daha yeşil. Şehir kabaca üç türlü bina yapısına sahip. İçeri şehir denilen bölümde, Sovyet Rusya öncesi tarihlerinden kalma tarihi binalar mevcut. Şehrin diğer kısımları ise bir biri içine geçmiş şekilde Sovyetlerden kalma hantal görünümlü sağlam binalar ve Sovyetlerden sonra yapılmış, güzel görüntülü modern binalardan meydana geliyor. Mesela Haydar Aliyev müzesi, yüzyılın en özgün mimarlarından biri olan İranlı Zaha Halid hanımın çizdiği ve 2 yıl üs üste dünyanın en güzel binası ödülünü alan muhteşem bina. Geniş caddeli, tertemiz bir kent. Kültür hayatının da zengin olduğu anlaşılıyor. Mesela kentte ciddi bir caz müzik kültürü var.

Azerbaycan’ın yakın tarihinde Sovyetler Birliği olmasına karşılık daha eski dönemlerden İran ile ve oradaki Azerilerle önemli bağları olmuş. Türk olmakla övünüyor ve Türkiye’yi çok seviyorlar. Konuşmaları gayet net anlaşılıyor. Sefeviler’le olan tarih birlikleri nedeniyle halkın % 85’i Şii, hatta 7. İmam Rızanın ablası Hüküme hanımın mezarı da Abşeron yarımadasında.

Müslümanlıktan önce bu topraklarda Zerdüştilik de önemliymiş. Zaten başka türlüsü nasıl düşünülebilir ki? Topraklardan o kadar çok petrol ve doğal gaz çıkıyor ki, hiç sönmeyen ateşler elde etmek için insanların bir çaba göstermesi gerekmiyor. Burada da eski ve terk edilmiş bir Zerdüşt mabedi gezdik. Ancak İran’da çok daha soft bir din anlatmışlardı, burada ise dervişlerin nefis terbiyesi için boyunlarına ağır zincirler sardıklarını, közlerin üzerinde yattıklarını öğrendik. Hint fakirinden beter yani.

Azerbaycan isminin nereden geldiğine dair bir takım söylentiler olsa da benim en çok hoşuma giden ‘alev ülkesi’ (azer=od, ateş, Bağcan=koruyucu) anlamına geliyor olması oldu. Bakü de zaten bize de yolculuğumuzun ikinci günü gösterdiği güçlü rüzgarlar dolayısıyla ‘rüzgar şehri’ demekmiş.

Qafqaz (Kafkas) ülkelerinden Azerbaycan mite göre Prometousun çarmıha gerildiği ülkeymiş.

Bakü’nün en büyük şansı ve laneti bu petrol (Azeriler neft diyor) ve doğal gaz rezervleri galiba. Çünkü herkesin gözü buraya dikilmiş, topraklar korkunç görünüyor, bir sürü göçmen var. Tarih boyunca İpek yolunun önemli bir parçası iken, şimdi de Bakü/ Tiflis/ Ceyhan boru hattı dolayısıyla modern dünyanın en önemli ticaret yollarından birinin başlangıcı diye düşünmek zor değil.

Nobel ödülünün kurucusu Nobel kardeşler de bu bölgede yaşayıp, cidden çok zengin olmuşlar. Ben bilmiyordum, ama adamlar petrol ağası imişler.

Paraları Manat hala dünyadaki en değerli ‘valyuta’lardan biri. Son yıllarda petrol fiyatları düştüğü için biraz değer kaybetmiş olmasına rağmen hala dünyadan 5. en değerli para.

Yerel rehberimiz konuşurken, inmek yerine düşmek, yıkılmak yerine düşmek, yüksek yerine hündür kelimeleri kullandı. Tuvaletlerde bebek bezi değişim odaları ‘ana uşaq otağı’ , havaalanlarında yolcu yerine sernişin, müzelerde girmek yasak yazısı yerine ‘keçmek olmaz’, uçak anonslarında hamınlar ve beyler yerine hanumlar ve canumlar gibi hoşlukları yazmasam olmaz.

Gobustan denilen bölgedeki petroglifler, benim için bütün Orta Asya ve Türk dünyasını birbirine bağlayan zincirin ilmeklerinden biri gibi oldu. Hazar denizi zaman zaman kıyılardaki ovaları kaplayacak şekilde genişler ve sonra küçülürmüş. Milyonlarca yıl burada dinozor dahil her türlü hayvan ve zengin bitki örtüsü varmış. Zaten petrogliflerde bir çok hayvan betimlenmiş.

En son 3 milyon yıl önce sular çekilince bu aşırı tuzlu, verimsiz toprak yeryüzüne çıkmış. Tabii bütün bu gelgitler ve suyun meydana getirdiği basınç, bölgenin petrol rezervlerinin de kaynağı aynı zamanda.

Bütün gezi boyunca yemekler bizim yemeklere aşırı derecede benziyordu. Sadece Azerbaycan’da hala kuru yemişlerle pişirilen etler günümüz Türkiye mutfağında artık geri planda kaldılar. Bütün gezide, bütün sofralarda içecek olarak şişe içerisinde hoşaf sunulması ve asla kola filan olmaması çok güzel bir ayrıntıydı.

Güzel bakü
GOBUSTAN
Haydar Aliyev Müzesi

DENİZE GİRDİĞİMİZ, PİKNİK YAPTIĞIMIZ YERLER VAR, ACABA ONLARIN BAŞINA NELER GELECEK DİYE ENDİŞE EDİYORUM

Çanakkale’ye ilk taşındığımız yıl, kendimize denize girmek için uygun bir yer arayışına çıktık. Bizim köyün hizasında, boğaz kıyısında bir sürü villalar filan var ancak kıyılar kurumuş eski bataklıklardan meydana geliyor, şimdi ise çok dar bir sahil ve deniz içinde bol miktarda yosun bulunuyor, sonuç olarak denize girmek için pek de tercih edebileceğimiz yerler değil.

Kısa zamanda Çanakkale Boğazının iç kesimlerinin  denize girmek için pek uygun olmadığını anladık. Boğazın sadece Marmara ve Ege Denizlerine yakın bölgeleri güzel, koylar ve kıyılar kumsal ve deniz daha temiz görünüyor.

Çanakkale’nin dört bir yanı denizle çevrili olduğu için, bir çok seçenek var. En güzel koylar, kıyılar adalarda ve Biga Yarımadasında, Kumkale ile Babakale arasında, Gelibolu yarımadasında ise Saroz körfezinde bulunuyor.

Çanakkale hem yerli hem de yabancı turist alan bir ildir.

Hem yerli hem de yabancı (çoğunlukla ANZAC torunları) turistler,  Gelibolu yarımadasındaki savaş alanlarını gezmek için gelirler. İkinci  olarak dünyanın her yerinden turistler, nadiren de Türkler, Truva, Asos gibi çok bilinen ören yerlerini gezer. Son olarak da deniz/ yaz turizmi için gelenler ise en çok Edremit körfezi, Bozcaada ve son yıllarda Gökçeada’yı tercih eder. Bunların neredeyse  tamamı Türklerden oluşur, yabancılar henüz yoğun olarak bu kıyıları mesken tutmadılar.

Yani benim denize girmek için ideal bulduğum alanlar henüz ciddi bir turist akınına uğramamıştır. Bir çok koy ve plaj ise ulaşım zorluğu ve tesis eksikliği nedeniyle sadece yöre sakinleri ve kampçıların gözdesidir.

Geçen ay İstanbul dönüşü, hazır Gelibolu yarımadasındayken, Saroz körfezindeki adı Çanakkale’nin en güzel plajlarından biri olarak geçen koylardan birine uğramak istedim. Oldukça zor bir yoldan (aklımda sürekli acaba uçuruma düşersem arabamda paraşüt sistemi var mı gibi saçma düşünceler geçirerek) koya vardığımızda ortalıkta kampçılardan başka pek kimse yoktu. Ancak biz hazır buraya kadar gelmişken, ve de deniz o kadar davetkar iken, dayanamayıp, üstümüzdeki kıyafetlerle denize atlamıştık.

Çok güzel  koyları var, ama feribota binip karşıya geçmek özellikle yaz aylarında bir hayli maceralı olduğu için, bizim için Saroz seçeneği ikinci planda kalıyor.

Biz bu yaz Biga yarımadasında,  adını vermeyeceğim bir koy keşfettik, çok beğendik. Maalesef bu yaz oraya da  bir tesis yapılmaya başlandı. Tesis yapıldıktan sonra bütün koylar insan akımına uğruyor,  az insanlı halden çok insanlı hale geçince ne temizliğinden ne de güzelliğinden bir şey kalıyor.

Bu adılazımdeğil koy, Çanakkale’nin güzel kıyıların bütün özelliklerini taşıyor, güzel bir meşe ormanı denize kadar ilerliyor, hatta denizin yığdığı kumulların üzerinde bile meşe ağaçları çıkmış. Kıyı ise Maldivleri aratmayan bembeyaz bir kumsaldan meydana geliyor. Yüzlerce metre uzunluğundaki  kumsal metrelerce en ufak bir taş parçası bile olmadan denizin içerisinde de ilerliyor. Metrelerce deniz derinleşmiyor. Bu sığ bölgenin genişliği her dalgada değişiyor, bazen 10 metre bazen 100 metre deniz suyu boyunuza gelmeden denizde yürümek mümkün. Bu sığ bölge diz değil de bel hizasında olduğu için bizim gibi denize girince hemen kulaç atmak isteyen Karadeniz kızlarını da tatmin ediyor.

Bu cennetten çıkma ismilazımdeğil koy, bizim eve araba ile bir saatlik mesafede olduğu halde bu yıl iki kez gittik (Sanırım her yıl birkaç kez gideriz).  İlk gidişimizde Ayşen Güner (dördüncü mimi) de vardı.

Ayşen, bizim Sermin’in fakülteden arkadaşıdır, uzun yıllar boyunca öğretmenlik yaptıktan sonra emekli oldu.

Şimdilerde İstanbul’da kızı ile yaşıyor, sık sık bize gelir, hatta bir yurt dışına filan gittiğimizde Nermin ona emanettir, yani ev halkından biridir.

Bizim Sermin’in hane içinde lakabı mimidir (küçükken galiba çocuklardan biri ismini söyleyememiş). Bu evin inşaatını, Sermin’in, memleketten tanıdığı Serdar Şamlıoğlu yaptı. Serdar’ın en küçük çocuğu Kaan biraz geç konuştu, şimdi 3 yaşında hala bir çok harfi söyleyemiyor. Ancak alıştıktan sonra ne dediğini anlıyorsunuz. Çocuk da konuşmasında bir anlaşılma zorluğu olduğunun farkında. Böylece mümkün olan en tasarruflu şekilde konuşuyor, kendini yormuyor. Mesela benim ismimi söyleyebiliyor, ama sanırım Nermin ve Sermin isimlerini mimi olarak toparlayınca beni de mimilere kattı,  bizim bütün ev halkına mimiler diyor. Geçenlerde, mimiler kaç tane diye sorunca da 4 dedi ve bir şekilde dördüncünün Ayşen olduğunu da anlattı, yani Ayşen dördüncü mimi olarak tescillidir.

Geçen biz İsviçre’ye gideceğimiz zaman gelmişti. Birkaç gün birlikte zamanımız vardı. Ben ilkokuldan beri pikniğe gitmemiştim, adılazımdeğil koyunu da bir arkadaşımdan duymuştum, hadi yarın oraya piknik yapmaya gidelim deyince hemen kabul gördüm. Bayağı hazırlandık, yalancı dolmalar, börekler, köfteler yaptık. Hasır yer örtüsü, katlanır koltuklar alıp kendimizi koya attık. O zaman koyda hemen hemen hiç kimse yoktu, arabamızı bir ağacın altına çekip, yer masamızı kurduk, afiyetle yemek yiyip, denize girdik. O zaman yanıma el işi bile getirmiştim. O kadar memnun kaldık ki bir sonraki sefer için planlar kurduk. Hatta Sermin, içinde soyunmak için bir çadır bile aldı.

Geçen ay ise Serdar (bizim evin müteahhidi) bize ailesiyle birlikte hem tatil hem de ufak tefek tamirat işleri için gelmişti. Bir sefer de onlarla gittik. Bu kez bir hayli kalabalık olmasına karşılık çok beğendiler. Bize mutlaka bir kömür semaveri gerektiğini düşündüler, seneye gelirken yoldan alıp getireceklermiş. Yani her gören bayılıyor bu adıgereksiz cennete. Şimdi yüksek sesle adını söylersem yarın üzerine termik santral mi kurulur, ağaçları kesilip altın mı aranır yoksa beş yıldız otel mi bilemem.

Maalesef daha harap edilecek çok cennet var.

PİKNİK YAPTIĞIMIZ KOY
KIYAFETLERLE DENİZE ATLADIĞIMIZ KOY
BİR BAŞKA KIYI
RÜZGAR KUM VE BEN

KAZ DAĞLARI DEĞİL KİRAZLI İMİŞ, BİR KORKU FİLMİNDE YAŞIYOR GİBİYİZ.

Bu günlerde Çanakkale Kaz Dağları, Türkiye gündemine oturmuş durumda. Çünkü Kanadalı bir firma Çanakkale Çan yolu üzerindeki Kirazlı/Balaban mevkiinde altın çıkartmak için 200000’e yakın ağaç kesti.

Siyasilerden biri çıkıp, Kaz Dağlarında değil, Kirazlıda altın aranıyor demesin mi? Kirazlı olunca sorun değil yani. İyi de aynı dağın denize bakan yüzü Kaz Dağıdır da, karaya bakan yüzü Ördek Dağı mıdır? Bu ne garip sözdür?

Kirazlı/Balaban mevkii de Kaz Dağları ekosisteminin bir parçasıdır, üstelik  Çanakkale ilinin merkez ilçesinin suyunu sağlayan Atikhisar barajından sadece 10 kilometre uzaktadır.

Bu dağlar, bu ağaçlar, oksijen kaynakları, efsaneler, Sarı Kız hakkında pek çok şey yazıldı. Yazılmayan tek şeyi de ben yazayım. Kirazlı köyü, şifalı suları ile meşhurdur. Balaban mevkii de suyu ve çeşmesi ile meşhurdur, tam da burada 1934 yılında Atatürk, İran şahı ile oturup kahve içmiştir. Halk arasında Atatürk’ün kahve içtiği yer diye de anılır.

Herkes altının siyanür kullanılarak aranacağını, siyanürün çevreye verdiği zararları biliyor. Sadece altın aranacak kuyuda, ve çevresindeki kısıtlı alanda değil, suya, toprağa, havaya karışarak, daha da geniş bir alanda etkili olacağını da biliyor.

Kanada neden kendi topraklarında bu işi yapmıyor? Ülkesinin toprakları  bizimkinin kaç katı, hem de nüfusu bazı yerlerde yok denecek kadar az. Neden kendi topraklarında altın aramıyor? Çünkü kendi ülkesine zarar vermek istemiyor.

Neden Kanada’nın bizim topraklarımızda altın aramasına izin veriliyor?

Korku filmi gibi değil mi, insan gerçek olduğuna inanamıyor. Daha altın aranmadı. Sonuçlar şimdiden belli olmaya başladı.

Binlerce ağaç katledildi, çıplak kalan dağ kan ağlıyor.

Dünya küresinde büyük bir yara açıldı, dağ kanıyor, ortaya çıkan toprak kıpkırmızı.

İnsanlık var olduğu günden beri, bu dağların, bu toprakların her bir santiminin üzerine destanlar yazıldı. Bu destanlara konu olan kahramanlar kan ağlıyor.

Karşı kıyılarda yatan şehitler kan ağlıyor.

Biz üzerinde yaşayan vicdan sahibi insanlar kan ağlıyoruz.

Ağaçlar acımasızca katledildi. Ağaçların her biri ayrı ayrı bir candı.  Bizim nefesimizle kirlettiğimiz havayı nefesleriyle paklıyorlardı. Ama bacakları yoktu, pis nefesli cellatlarının ellerinden kaçamadılar.

Bütün çalılar, otlar, dikenler, onca endemik tür, hiç birinin bacakları yoktu. Kaçamadılar. Hiçbiri bu alanda yok artık.

Geride toprak  çırılçıplak  kaldı. Görseniz nasıl da kıpkırmızı, kanıyor, açıkça kan ağlıyor.

Bütün hayvanlar, karacalar, domuzlar, sincaplar, yılanlar, kuşlar, kirpiler, tavşanlar, sansarlar, çakallar, solucanlar, böcekler, kelebekler,   hepsi evlerinden oldular. Büyükler, şaşkın şaşkın otoyolda koşuyorlar, ufak olanların kimse farkında değil henüz.

Her bir orman ayrı bir ekositemdir, bir can çorbasıdır, bütünde canlı bir organizmadır. İklimiyle, rüzgarıyla, yağmuruyla, toprağının bileşeniyle,  hayvanıyla, otuyla, çöpüyle, börtü böceğiyle eşsizdir. Nasıl ki bunca insanın tamamen birebir eşi olan ikinci bir insan yoksa, tamamen birbirinin eşi iki orman da yoktur.

Yani dünyada kalan her bir orman parçası eşsizdir.

Şu anda dünyanın eşsiz ormanlarının bir parçası talan edildi.

Toprak çıplak kaldı. Toprak canlıdır. Bilir misiniz? Toprak canlıdır. İnanmayan mikroskop altında baksın. Toprak canlıdır.

Şimdi çıplak kaldı. Sıcak havalarda yanacak, soğukta üşüyecek, günler geçtikçe içindeki can çekilecek, cansız kalacak.

TOPRAK ÖLECEK. AĞAÇLAR ZATEN ÖLDÜ. ŞİMDİ EVSİZ KALAN HAYVANLAR, KUŞLAR DA ÖLECEK.

SİYANÜRLE ZEHİRLENEN ÇEVRE ÖLECEK.

PEKİ ATİKHİSAR SUYUNU İÇEN ÇANAKKALE HALKINA NE OLACAK?

Günlerdir, insanlar çadırlarda SU ve VİCDAN nöbeti tutuyor. Bu gün büyük katılımlı bir eylem yapılacak.

Sadece Kaz Dağları değil, bu günlerde Salda Gölü, Munzur Dağı gibi eşsiz doğa harikaları için de bir sürü kötü haberler çıkıyor. Neye üzüleceğimizi şaşırdık.

Bakalım Kaz Dağlarını kurtarabilecek miyiz? Bakalım Kirazlının/Balabanın yarasını sarabilecek miyiz?

İnsanlar direndikçe içimde güzel bir umut yeşeriyor.

Bu katliamı durdursak ve hep birlikte Balaban’a kızılçamlarını, meşelerini, çınarlarını geri versek.

Ne güzel olur.

Hayvanlar, çiçekler, otlar yeniden yerleşir, dağ yarasını sarar.

Ne güzel olur.

Temiz vicdanlarla, temiz sular içip, temiz hava solusak.

Ne güzel olur.

NE GÜZEL OLUR DEĞİL Mİ?

KADIN ŞOFÖR MÜ ASLA BÖYLE BİR ŞEY OLAMAZ, TRAFİK POLİSİ BİLE İÇİNE SİNDİREMEZ, ERKEKLERE KARŞI KALKIŞMA OLARAK GÖRÜRDÜ.

Türk erkeklerinin, kadınların araba kullanmalarıyla ilgili çözülmesi zor ön yargıları vardır. Kesinlikle kadından şoför olmaz, beceremez  diye düşünülür, aslında trafik canavarlarının çoğu erkekler arasından çıkar ama bu gerçek göz ardı edilir.

Ya artık yaşlandım, artık direksiyonda oturmaya hak kazandım, ya da yıllar içerisinde fikirler değişti, gençliğimde araba sahibi olmak, ya da araba kullanmak yüzünden çok azar işitmişliğim vardır.

Eskiden araba lastikleri daha farklı imal edilirdi, şimdiki lastiklerde lastik yarılsa bile sönmüyor ama eski lastiklere bir çivi batsa hemen lastik sönerdi. Benim ilk arabamın sağ arka lastiği hafta geçmez ki sönerdi. Her hafta gidip lastik yamalatmaktan bütün lastikçilerle tanışmıştım. Sonunda işinin ehli bir ustaya rast geldim,  adam lastikteki çivi parçasını bulup çıkartı da rahata kavuştum.

Bu tecrübe sırasında anladım ki erkeklerin kadınların araba kullanmasını istemedikleri kadar  istemedikleri bir şey varsa o da kadınların lastik değiştirmesiydi. Patlayan lastiği değiştirmek de erkek işiydi, bu işi kadına bırakmak  erkekliğe sığmıyordu. Lastiğimin söndüğü her sefer, daha ben ne olduğunu anlamadan, yardım bile istememe fırsat kalmadan, tanımadığım bir adam gelip lastiğimi değiştirdi.

Hatta bir seferinde hastaneden çıktığımda lastiğimim sönük olduğunu gördüm, yakında bir taksi durağı vardı.  Durağın şoförlerinden biri yanıma koşup, ‘hay Allah araba sizin miydi doktor hanım’ diyerek lastiğimi şişirmiş, sonra da bana çok yakındaki bir lastik tamircisine gitmemi önermişti. Ben de adama yardımlarından ötürü bir sürü dua edip, lastikçiye gittiğimde lastiğin tamamen sağlam olduğunu, kasten söndürülmüş olduğunu anlamıştım. Sonradan duraktaki şoförlerle konuşunca lastiğimi şişiren adamın, sırf park yerimi beğenmediği için, lastiğimin havasını bizzat kendisinin indirmiş olduğunu, daha sonra da benim kadın olduğumu görünce utanıp lastiğimi değiştirdiğini öğrenmiştim.

Eskiden trafik sigortalarını bizzat bankaya gidip yatırmak gerekiyordu. Bir gün bankada trafik sigortamı ödüyorum, banka memuru olan adam jip sahibi olmama o kadar içerledi  ‘’ Özenip alıyorsunuz, ama bakalım bu arabanın hakkını veriyor musun?’’ diyerek beni nasıl azarladı anlatmam.

Neden böyle söylediğini sordum. Bana evden işe gelip gitmek için jipe ne gerek var dedi. Ben ise, o araba ile Kaçkar Dağı senin, Nemrut, Erciyes Dağı benim dolaşmıştım. Adama o araba ile gittiğim bazı yaylaları saydım, hakkını vermiş miyim diye sordum. Hiç inanmadı ama homurdanarak işlemlerimi yaptı.  Son olarak ‘’ne yalan söyleyeyim kadınları direksiyon başında görünce cinlerim  tepeme çıkıyor’’ diye makbuzu önüme attı.

Hadi bu adam neyse, ama trafik polis olup da kadınların araç kullanmasını içine sindirememiş kaç memurla karşılaştım bilemezsiniz.

Elazığ’da mecburi hizmet yaparken, bazen canım çok sıkılırdı. Hem yeni aldığım arabayla biraz pratik yapmak, hem de biraz su özlemimi gidermek için, haftada en az bir sefer Hazar gölüne giderdim. Ben hiç DR plakalı araba kullanmadım, ama galiba o arabamda tıp amblemi vardı, ayni arabam ben bir doktorun arabasıyım diye bağırıyordu.

Yolda bir noktada trafik kontrolü vardı. Genellikle aynı polisler birkaç hafta aynı yerde görev yapıyorlardı. Ben de gelip geçerken elimle bir selam işareti yapardım. Bir gün biri beni durdurdu. Tabii o zaman oldukça acemiyim, acaba nerede hata yaptım diye suçlu suçlu durdum.  Tuhaf bir şekilde diğer polisler utanarak biraz uzaklaştılar, ama duyma mesafesinde bekliyorlar.

Ama ben bir hata yapmamıştım. Polis beni birkaç kez göle giderken fark etmiş, kafasından bir doktorun karısı olduğumu, göle birileriyle buluşmaya gittiğimi düşünmüş. Bir de kendi şansını denemeye karar vermiş.  

Camdan benimle konuşuyor ama, adamın vücut dilinden, bakışlarından rahatsız olduğum için camı tam açmıyorum. Sırnaşarak ‘ Seni sıkça görüyorum ama doktor beyi göremedim hiç, acaba her gün böyle süslenip püslenip adamın arabasıyla nereye gidiyorsun, biraz da birlikte sohbet edelim, bir çayımızı iç, biz de doktor beye buralarda gezdiğini söylemeyelim’ demesin mi?

Adama bet bir sesle ‘ Doktor bey benim, araba benim’ dedim. Başka bir şey söylemem gerek kalmadı. Bu cevap adamı mahvetti. Nasıl yani sen doktor musun, araba senin mi diye geveledi. Bana inanamayışın ve hayal kırıklığının resmini yapabilir misin  diye sorsalar, becerebilsem, adamın o andaki suratını çizerim. O derece yani.

Diğer polisler gerginliklerini üzerlerinden atıp, gülmeye başladılar. Ben ilk anda çok sinirlenmiştim, ama sonradan adamın suratı defalarca gözümün önüne geldi, her seferinde gülmekten karnım ağrıdı.

Trabzon’a ilk gittiğim yıllarda bir gün, arabayla evimin olduğu daracık sokağa giriyorum, bir trafik polisi tam sokağın ortasında trafiği engelleyecek şekilde dikiliyor. Bana bakıp, ellerini beline koydu, olduğu yerden kıpırdamıyor.

Ben de sokakta tamirat filan var herhalde onun için beni sokmuyor diye düşünüp, camı açıp ne olduğunu sordum. Adam yüzüme bakıp yoğun bir tiksinti ve ağır bir Trabzon aksanı ile ‘’Babalarınız, gocalarınız aldınıza bi araba çekiy, siz de goltuğa gurulup, gendınızı şoför sanaysınız’’ diye çemkirmesin mi?

Benim de tepemin tası  attı ve adama ‘Bana bak,  her şeyden önce bu  arabayı kendi kazandığım parayla aldım. İkincisi iki elim, iki gözüm, iki ayağım, bir de beynim var, bunlar arabayı kullanmama yetmez mi’ diye sordum.

Yüzüme bakmaya devam etti. Bir de trafik polisi olacaksın, bak yol ortasında durup trafiği engelliyorsun, kenara çekil dedim. Gözleri fal taşı gibi açık bana bakıp ‘ Arabayi  ellan/ ayaklan mi gullanıysın’ diye sormaz mı? Artık dayanamayıp ben de ‘Heee, tabida, ellan, ayaklan gullanıyrım, sen nelan gullanıysın ki?’ dedim.

Adam hemen kenara çekilip bana yol verdi.

Bir başka gün de, bir başka trafik polisi Trabzon’da Tabakhane köprüsünün Uzun Sokak çıkışında pusuda beklerken, ben  caminin arkasındaki sokaktan köprüye doğru çıkıp, Uzun sokak yönüne ilerledim. Trafik polisini görmüştüm ve hiçbir kuralı ihlal etmedim, ama polis nedense sinirlendi, arabasından plakamı  ve durmamı anons ederek peşime takıldı. Ancak öyle bir konvoyun içindeyim ki durmam mümkün değil, mecburen ilerliyorum. Polis de arkamdaki araçta resmen tamponuma yapışmış, bangır bangır kenara çekmemi istiyor. Ama Tabakhane yokuşunda kenar yok ki çekileyim.

Neyse ki, tam sağlık ocağının önündeyken trafik  tamamen durduğu için arabamdan inip polisin yanına gittim ve  ne olduğunu sordum. Bana ne cevap verse beğenirsiniz? ‘’Arabaya kurulmuşsun, bir de saçınla oynuyorsun, dünya umurunda değil’’. Gerçekten benim saçımla oynama gibi bir tikim vardır. Nasıl yani ben saçımla oynuyorum diye mi bağıra çağıra peşime düştün?

Adama ben hiçbir kuralı çiğnemedim, ama çiğnediysem ceza yaz, neden avaz avaz peşime düştün. Ama adamın derdi o değil saçınla oynuyorsun dünyayı gözün görmüyor diye sayıklıyor. Yok, ben seni gayet güzel görüyorum, anlamadığım saçımla oynuyorsam sana ne, saçla oynamak trafik kurallarına aykırı mı dedim. O sıra trafik açılmıştı, arabama binip gittim. Arkamdan gık etmedi.

İki yıl sonra kırmızı jipimi alırken bu arabayı da belli bir miktar paraya saydırdım. Araba satıcısı, bu eski arabamın işlemlerini yaptırmak için trafik şubeye gitti. İşe bak ki bu polise denk gelmiş, artık adamı ne kadar sinir ettiysem, ne plakamı ne de beni unutmuş, en çok da, nedense ‘hak ettiysem ceza yaz’ demem dokunmuş. İşlemleri yaptığı süre boyunca satıcıya söylenip durmuş.

DARENDE MACERASI, KUDRET HAVUZU, SULTAN SUYU HARASI, KANYONLAR, ZEYNEL ABİDİN TÜRBESİ, SONUNDA NEREDEYSE HASTANELİK OLDUK

Tam da Çanakkale’ye taşındığım günlerdi. Trabzon’dayken tanıdığım Malatyalı bir arkadaşım yaz tatili için gittiği memleketinden resimler paylaşmıştı. Ben de Malatya’yı iyi bildiğimi sanıyordum, ama paylaşmış olduğu resimlerden biri çok dikkatimi çekmişti. Neresi olduğunu sorduğumda da Darende, Kudret havuzu diye cevap almıştım. O günden itibaren buraya gitmek benim için şart oldu.

Bizim Sermin gezmeyi sever, ama nereye gitmek istediğini düşünmek istemez, onun gezmekten kastı, benim gittiğim yere onu da götürmemdir. Ben de bir kez olsun sen beni bir yere götür,  bu Darende işini sen ayarla demiştim, ben de Brezilya işini ayarlayayım dedim. Böyle sözleşmiştik ama Brezilya’ya gitmemizin üzerinden 1,5 yıl geçti,  Darende’ye gitmeyi başarmamız ise 2 yıl sürdü.

Her neyse sonunda bu ay gitmek kısmetmiş. Çanakkale’den hava yoluyla bir yere gitmek oldukça sıkıntılı. Çok erken bir saatte Ankara’ya uçup, daha sonra özellikle doğudaki iller için uzun saatler Esen Boğa havalimanında bekliyorsun. Dönüş ise genellikle daha az beklemeli olmasına karşılık, çok geç saatte eve varıyorsun. Her iki durumda da o gece uykusuz kalıyorsun.

Pazartesi günü sabahın dördünde evden çıkıp, akşam saatlerinde salimen ama yorgunluktan perişan şekilde Malatya’ya vardık. Sermin’in Çaykur bayisi olan arkadaşı, bir çalışanını üç günlüğüne bize eşlik etmesi için tahsis etmişti, bu kızcağız bizi havalanında karşıladı ve sonra hep onunla gezdik.

Asıl amacımız Darende’ye gitmekti, ama havuz sadece Çarşamba günleri kadınlar içindi. Biz de ancak Pazartesi gününe bilet bulmuştuk. Böylece Salı günü Malatya’da daha önceden görmediğim Levent Kanyonuna gitmek istedim.

Kanyon bu bölgede benzerleri sıkça görülen, çok güzel kaya oluşumları gösteriyor. Muhtemelen erezyon sonucu oluşmuş bir kanyon, çünkü içinde sadece kuru bir çay ya da sel yatağı görünüyordu. Bu kanyona bir seyir terası ve kafeterya yapılmış olduğu için son yıllarda bayağı turist çekmeye başlamış. Biz de cam terasın üzerine çıkmaya cesaret edemeden bir kahve içip, oradan ayrıldık.

Buradan yolumuz çok da değiştirmeden Sultansuyu harasına uğradık ve Sermin’le ben ata bindik. Daha önce ata binerken çok zorlanmıştım, burada ise bir merdivenli platformdan atın üzerine çıkıyorsun. Böylece hayvana rahatça binebildim, çok da keyif aldım. Atın adı Pakize’ydi. Pakize’ciğime beni büyük bir fedakarlıkla taşıdığı ve üzerinden atmadığı için şükranlarımı sunuyorum.

Yıllar önce, arkadaşım Ayşehan bizi bu haraya götürmüştü. O zaman çok daha fazla at görmüş ve resimlerini çekmiştim. Hatta bu resimlerden birini yağlı boya tablo haline getirmiştim. Bu tablo şimdi Trabzon tabip odasının duvarında asılıyor.

Burası çok güzel bir alan, içinde özürlü çocuklara hidroterapi yapılan ve çocuklarla atların  etkileşim bulunduğu bir çeşit terapi merkezi varmış. Tabii bu merkezi gezmedik, ama biz oradayken bir ana okulunun pikniğine denk geldik. Ufacık çocukların da ata bindirildiklerine şahit olduk. Eğlenceliydi.

Geri dönüşte Ayşehan’ın bizi defalarca götürmüş olduğu ve çeşitli outlet dükkanlarından oluşan (geniş bir alış veriş merkezi demeyeyim de artık alış veriş mahallesi diyeyim) bir bölgeye de uğradık, normalde bizim evin alış veriş bakanı Sermin’dir, ancak her nasılsa ben 2 elbise alırken, o sadece bakındı ve hiçbir şey almadan dışarı çıktı. Sadece bu olay bile başımıza ters bir şeylerin geleceğine dair bir işaret olmalıydı, ama o anda bir anlam veremedim.

Derken bize eşlik eden Deniz, bölgede bir de Zeynel Abidin türbesi olduğunu söylemişti, orayı da ziyaret etmeye karar verdik. Burası Anadolu’da bulunan  3 Zeynel Abidin türbesinden biri. Asıl türbe Karakaya baraj gölünün suları altında kaldığı için şimdi bulunduğu yere taşınmış. Biz oradayken, bir  kurban lokmasına denk geldik. Kurban eti ile pişirilmiş bulgur pilavından bize de ikram ettiler.

Daha sonra eski Malatya denilen bölgede Sermin’in arkadaşının kayınpederinin bahçesine giderek, kayısı ve erik yedik. Bütün bunlar yetmezmiş gibi de akşam yemeğinde tabelasında ‘sadece karınları değil nefisleri de doyuran kasap’ yazan bir yerde et yedik. Biz de karnımızı ve nefsimizi sıkıca doyurduk.

Ertesi gün soluğu Darende’de aldık. Burada Tohma çayı, çok güzel bir kanyondan akarak, bütün kasabaya inanılmaz bir mesire alanı oluşturuyor. Somuncu Baba türbesi ve külliyesi de bu kanyonun içerisinde. Türbenin önünde ise Urfa’nın balıklı gölünün minyatürü var. Bu havuzdaki balıkları da yemiyorlar. Burayı hızlıca gezip, kanyonda biraz zaman geçirdik, çay içip, gözleme yedik. Asıl buraya gelme sebebimiz olan Kudret havuzuna girdik.

Tohma çayı oldukça bol akan ve garip bir metalik rengi olan güzel bir çay. Bu çay, Darende’de güzel bir kanyonun içerisinden akıyor. Kanyonun duvarlarından bazıları parmak kalınlığında, bazıları kol kalınlığında, bazıları da tek başına dere sayılabilecek boyutlarda göze suları çıkıp asıl dereye katılıyor. Bu güzel kanyonun bir yerinde kanyonu boylamasına bir tretuarla ayırıp, bir bölümüne havuzları  yapmışlar. Bütün kompleks, derinlikleri giderek artan ardışık 3 havuzdan oluşuyor. Havuzların bir tarafı kanyonun kaya duvarı, diğer tarafı ise insan eliyle yapılmış tretuardan oluşuyor. Hemen yanında ise hızla akan çay var.

Havuzların en derin olanında, duvardaki bir mağaradan gerçekten oldukça bol suyu olan bir göze fışkırıyor. Buraya birkaç metre girmek mümkün, biraz daha içerisini de görüyorsunuz, ama sadece belli bir noktaya kadar girebiliyorsunuz. Çünkü mağara bayağı daralıyor. Bu noktada su hızla akarak size doğal bir jakuzi keyfi yaşatıyor. İçeriye güvercinler yuva yapmış. Hayvanlar daha içeriye giremeyeceğinizden o kadar emin ki, başınızın sadece birkaç santim uzağında güvenle oturuyorlar.

Havuzların suyu bu kaynaktan sağlanıyor, içine hiçbir kimyasal katılmıyor, çünkü sürekli bir şekilde gelen su Tohma çayına akıtılıyor. Havuzun suyu sürekli 22 santigrat derece imiş, ilk anda soğuk gibi gelse de bir kez girince asla bir daha üşümüyorsunuz.

Bu kadar kalabalık olmasaydı, daha çok zevk alırdım. Sadece Çarşamba günleri kadınlar giriyor. Hafta sonlarında mahşeri kalabalık oluyormuş.

İçeriye girerken resim çekilmemesi için resmen havaalanındaki gibi arandık ve telefonlarımızı elimizden aldılar. Ne yazık ki içeride bone takmayan çok kişi vardı. İçeride bikinili, mayolu, haşemalı, taytlı, hatta sadece peştemallı bir çok kişi vardı. Güya iç çamaşırı ile girmek yasaktı, ama Sermin’in deyimiyle çıplak girmek yasak değildi ya! Peştamal altından, epey frikik gördük, telefon yanımda olsaydı da resim çekmek istemezdim.

Ancak gittiğime değdi diye düşünüyorum, gerçekten çok güzeldi.

Perşembe günü de geri döndük. Uçağımız akşam saatinde olduğu için biraz şehirde eğlendik. Ama sabahtan beri işler ters gitti. Sabah saatlerinde benim tansiyonum düştü, saatlerce gözümün akı karası birbirine karışık dolandım, ancak uzunca bir süre yatarak kendime gelebildim.

Sermin ise havaalanında hastalandı. Meğer sabah saatlerinde ishal olmuş, ama biraz uzanınca kendine geldiği için bana söylememiş. Ama her nedense bol buzlu vişne içeceğini de afiyetle içmişti. Bekleme salonuna girdiğimiz andan itibaren keyfi kaçtı. Birkaç kez tuvalete gitti. Baktım ki yüzü gözü solmaya başladı, bu sıcakta uçağa kadar yürümesin diye personelden tekerlekli sandalye istedim. Ben de yanında gittim. Bunca yıldır, binlerce kez uçağa bindim, ilk kez yan taraftaki acil kapısından, tuhaf bir asansör ile uçağa bindim. Bu sefer de Sermin üşümeye başladı. Yanımızda sadece birer adet sıcakça tutabilecek giysi vardı, ikisini de giymesine rağmen tırnakları morarıncaya kadar üşüdü. Bir bardak sıcak çay alıp eline verdim, elinde tutunca elleri ısındı, bu sefer de terlemeye başladı. Biraz olsun kendine geldi.

Sonunda Esen Boğa havalanına gidebildik. Birkaç saat beklememiz gerekiyordu. Bu arada havaalanı aciline haber verdim, gelip bizi aldılar, Sermin’ serum takıldı. Aslında ben de hiç iyi durumda değildim. Bir sedyede Sermin, bir sedyede ben yatarak birkaç saat geçirdik. Neyse Sermin’in dehidratasyonu düzeldi, bayağı kendine geldi.

Bu maceralı yolculuğun Çanakkale ayağı normal geçti. Eve sabaha karşı 2 gibi düşebildik. Sermin bütün gece tuvalette idi, ama genel durumu gayet düzgün. Artık ne dokunduysa bilemedik.

Umarım ben de benzer bir şey çıkartmam çünkü 2 gün sonra kendi arabamla Fethiye’ye yoga kampına gideceğim.

Levent Kanyonu
Sultan suyu Harası
Pakizeyle Sermin
Levent kanyonu köprülü duvar
Kudret havuzu ve Tohma çayı/kanyonu
Tohma kanyonu Darende
Tohma mesire
Somuncu baba türbesi balıkları
Zeyne Abidin türbesi

KUZENLERLE AİLE ZAMANI

Birkaç ay önce ana tarafımdan kuzenlerimle bir ‘’family time’’ yapmaya karar vermiştik. Sermin, ben, teyzemin kızı Sibel Özgür, onun kızı Nil, birkaç günlüğüne yıllardan beri İsviçre’nin Lozan şehrinde yaşayan dayımın oğlu Emre Telatar’ı ziyarete gittik.

Bizim Nermin uçağa binmez, onu evde yalnız bırakmamak için,  Sermin’in kadim arkadaşı Ayşen Güner, İstanbul’dan geldi. O köyde kalırken biz önce  İstanbul’a gittik, Sibel’le Nil ile havaalanında buluştuk. (Böylece ben de yeni havaalanını görmüş oldum. Güzel ve modern bir alan, ancak  yürüme mesafeleri gerçekten uzun.) Sonra da Lozan’a en yakın havaalanı olan Cenevre havaalanına uçtuk.

Cenevre havaalanı hem İsviçre’nin hem de Fransa’nın havaalanı. Hatta Fransa’dan gelen yolcu, Fransız topraklarından çıkmadan havaalanına ulaşabilsin diye iki ülke arasında birkaç kilometrekare toprak değiş tokuşu olmuş. Aslında buna neden gerek gördüler anlamadım, çünkü Fransa’ya geçerken sınırda hiç durmadık, dönüşte ise sadece gümrük vergisi olan malları beyan etmek için birkaç dakika durduk. Ülkeler arası iyi komşuluk ilişkileri ne kadar önemli değil mi? Aradaki tek fark Fransa’da yuro, İsviçre’de İsviçre frangı para birimi kullanmamız oldu.

Emre bize güzel bir gezi programı  hazırlamıştı. İsviçre’de Lozan, Lutry,  Montrö ve Gruyer şehirlerini gezdik. İki günlüğüne Fransa’ya, dünyanın en önemli şarap üretim merkezlerinden biri olan Burgendy vadisine  gittik.

Geziden iz bırakan birkaç not yazmak istedim. İsviçre yüz ölçümü oldukça küçük bir ülke, dağları (Alpler) ile meşhur ve denize kıyısı yok, ama hem Ron, hem de Ren nehirlerinin başlangıç havzaları bu ülkede ve bir çok büyük göl var.

Mesela  Leman gölü;  kıyısında oya gibi Cenevre, Lozan, Montrö gibi şehirler, çevresinde hala karlarla kaplı dağlarla gerçekten güzel manzaralar sunuyor, ancak beni en çok etkileyen 400 metrelik derinliği oldu,  göldeki su rezervinin ne kadar büyük olduğunu hayal  edemedim. Gölde hala eski usul gemilerle yolculuk yapılıyor. Her artık yılda, yani şubat ayının 29 gün olduğu yıllarda gölün suyu barajlar sayesinde bir metre kadar düşürülüp, kıyıdaki yosunlardan temizleniyormuş. Önümüzdeki yıl şubat ayı 29 çekiyor, yani gölü en çok yosun tutmuş hali ile görmüş olduk, gene de tertemizdi. Lozan ile Montö arasına  İsviçre Rivyerası deniliyormuş, gerçekten de denize giren insanlar gördük.

Lozan ve Montrö şehirlerinde Lozan ve Montrö antlaşmalarının yapıldığı mekanları, Lozan’da olimpiyat müzesini ve daha bir çok yeri gezdik. Gerçekten görülmeye değer mahalleler, bahçeli evler, bağlar, tarlalar, muhteşem lokantalar, olağanüstü müzeler, tertemiz sokaklar, kısaca medeniyet var.

Ancak genel olarak tabii klasik Avrupa havası soluyorsunuz. Daha önce ülkemiz için anlamı çok büyük olan antlaşmaların yapıldığı mekanları görmüş olduğum için, bu gezide beni en çok etkileyen yer;  orta çağdan beri hiç değiştirilmeden saklanmış olan ve gravyer peynirlerinin adını aldığı Gruyer şehri ve kalesi oldu. Burası tam anlamı ile Heidi masalının geçtiği yerler, köşeden Heidi ve Peter çıksa hiç şaşırmazdım. Hayal gibi bir yerdi. Burada da peynir föndü yiyerek, bol kalori almayı ihmal etmedik, Allaha şükür. Bir de gravyer peynirlerinin neden marketlerde dilimler halinde satıldığını anlamış oldum. Çünkü peynir tekerleri gerçekten  araba lastiği boyutlarında, belli ki market vitrinlerine sığmıyor.

Fransa’da Burgendy vadisinde üzüm bağlarını, şarap üreticilerini gezdik. Bütün vadi, ormanlar, bağlar, kasabalar o kadar güzel, o kadar bakımlı ki. Burada şarap üreticisi olan bir çok aile yaşıyor.  Her biri tarihi binaları korumuşlar, bazılarının mahzenleri 15. yüzyıldan kalma, ve tamamen o zamanlardaki keşişlerin yaptıkları şekliyle korunmuş.

Hatta bağları çevreleyen duvarlar bile aynen korunmuş. İnsan kıyas yapmadan edemiyor. Bir tane bile diğerinin aynısı olan ev yok, her biri kendi karakterini yansıtıyor, bizdeki siteler gibi deprem konutlarına benzer şekilde tek tip değil.

Bu gezide anladım ki şarap işi uzmanlık işi, sadece şarap üretmek değil, şarabı tatmak ve içmek de ustalık istiyor.

Bir de Michelin yıldızı olan lokantalarda yemek öyle her baba yiğidin harcı değil. Benim damak zevkim değişik tatlara alışıktır, çok güzel yedim ama Sibel mesela bir kebap yese daha memnun kalırdı.

Fransa gezisinde bana en ilginç gelen şeylerden biri de şarap bağlarının önlerine dikilmiş güllerdi. Bunlar öyle güzel görünsün diye değilmiş. Güller koktukları için bitki bitleri önce onlara gelirmiş, bunu fark eden çiftçiler de hemen üzümler için önlem alırmış. Yani güller üzümlere ‘bitki biti bekçisi’ olarak dikilmiş.

Hem Fransa’da hem de İsviçre’de hem tarım hem de hayvancılık gayet bereketli bir şekilde devam ediyor, insanlar bu tür mesleklerden gayet güzel kazanıyorlar. Bizim gibi köyleri tamamen boş bırakmamışlar. Hep kıyas yapıyorum. Benim  ülkemde, yaşadığım köydeki insanların geçim şartları ile buradakileri kıyaslıyorum. Bizim köy, üstelik de Türkiye geneline göre çok şanslı bir konumda olmasına rağmen, yaşam koşullarını buradaki köylerle hiçbir şekilde kıyaslayamıyorum.

Gene de, tuhaftır, insanlar son yüzyılda şehirlere göçtüler, ancak son birkaç yıldır, köyü özler oldular. Bunun çok ilginç bir örneğini yaşadım.  İsviçre’de  şehirde yaşarken, çimlerinizin doğal yollarla biçilmesini isterseniz, bahçenizin boyutlarına göre koyun kiralıyorsunuz. Koyunlar bahçenizin otlarını yiyorlar. Yani hem koyunları doyuruyorsunuz hem de üzerine para ödüyorsunuz. Katılarak güldük, çünkü koyunu satın alsanız daha ucuza geliyormuş.

Emre’nin arkadaşları ve ailesiyle de zaman geçirdik elbette. Ancak en akılda kalıcı ‘aile zamanını’, en son gün Emre’nin evinin havuzunda yaşadık. Emre’nin evi Lozan şehrine çok yakın bir yerleşim yerinde, sadece güzel evlerden oluşan bir mahallede bulunuyor. Ev; Akdeniz tipi, hacienda denilen, aslında daha sıcak iklimlere uygun bir ev, güzel bir bahçesi ve bu tip evlerin çoğunda olduğu gibi bir  havuzu var. 

Bu seyahat sırasında müstakil bir havuzun ne kadar çok işi olduğunu da bizzat yaşayarak anlamış olduk. Havuz tam tekmil, her şeyi düşünülerek yapılmış, su sürekli devridaim yapıyor. Bahçe meyilli olduğu için 1,5/2 metrelik bir yükseklikten, aşağıdaki daha küçük bir havuza dökülerek havalanıyor, sonra tekrar ana havuza dönüyor. Suyun klor seviyesini, pH derecesini ölçerek, içine gerekli maddeleri katıyorsunuz. Havuzun içerisinde bir de derhal sebastian adını yapıştırdığım, temizleme robotu var.

Gerektiği zaman suyun üzerini örten, gerektiği zaman kendi üzerinde kıvrılıp, havuzun altına saklanan, elektrikli bir panjur sistemi var.

Emre son günde bu panjur sistemini bize gösterince üzerinde bir hayli yosun birikmiş olduğunu gördük ve  temizlemeye kalkıştık.  Hadi bakalım panjuru havuzun üzerinde yüzdürdük, üstünü suyla yıkadık. Tabii bu arada saatlerdir temizleyip durduğumuz havuzun içine bir sürü yosun girdi. Her şeyi yeniden temizlemek gerekti.

Bu arada Emre’nin aklına panjurun alt tarafının ne durumda olduğuna bakmak gibi parlak bir fikir geldi. Bu durumda ne yaparsın? Tabii ki suyun üzerinde yüzen panjuru kaldırır, altına bakarsın. Emre de öyle yaptı.

Fakat tabii bu arada havuzun içindeki su sürekli havuzun bir kenarından aşağıya şelale gibi akıyor, yani su hareketli, suyun üzerindeki panjurun bir kısmını kaldırınca, suyun kaldırma kuvveti ile yüzeyde kalan panjurun ağırlığı arttı tabii, bir de su aşağıya doğru akıyor. Uzun lafın kısası koca panjur, cırt diye elinden kurtulup, bütün ağırlığı ile aşağıdaki havuzun üzerine düştü. Anam, anam, meğer gavur ölüsü kadar ağır bir nesneymiş. Panjur, bütün haşmetiyle, aşağıdaki üzeri telle kapalı havuzun ve bahçenin çimlerinin üzerine yayılınca, onu sararak asıl havuzun altındaki yuvasına yerleştiren elektrikli motorun gücü bir milim bile yerinden kıpırdatmaya yetmedi. Biz kendimiz çekip yukarı çıkaralım dedik,  bu uğurda birkaç parmak da feda ettik ama ne mümkün, ne mümkün yerinden kıpırdatmak. Sonunda panjuru parçalara ayırarak, yukarı çıkarıp, bin bir güçlükle yerine yerleştirdik.

Üstümüz, başımız sırılsıklam oldu, Emre’nin parmağı pansuman gerektirdi, resmen pert olduk, ama çok da eğlendik.

O gece Türkiye’ye döndük. Gece İstanbul’da kalıp, ertesi gün Çanakkale’ye döndük.

Yaz aylarında trafik çok yoğun ve feribot sırasında beklemek de oldukça bezdirici olduğu için pek Gelibolu tarafına geçmek istemiyorum. Hazır bu taraftayken çok methiyesini duyduğum,  Kömür Limanında bir mola vermek istedim.

Neden bu kadar güzel bir plajın bu kadar az uğranılan bir yer olduğunu yolda hemen anladım. Cennet gibi bir coğrafya ama yolun son birkaç kilometresi bir taraf uçurum, yol ise keçi yolu gibi.  Son günlerde sosyal medyada çok paylaşılan bir fıkra var. Adam paraşüt alacak, malın garantisini soruyor, satıcı paraşüt açılmazsa geri getirirsiniz diyor. Bu fıkrayı dinleyen kişinin de içi çok rahat ediyor. Yolun son kısmında hep bu fıkra aklımdaydı, paraşütümüz acaba açılacak mı diye pek merak ettim. Neyse ki bu yola değdi. Cennet gibi bir koya vardık. Yanımızda mayo yoktu nasıl olsa bu yola kimse cesaret edemez, ıssızdır, biz de kıyafetlerimizle denize gireriz diye düşünmüştük, ama en az 20 tane filan çadır, denize giren onlarca kişi vardı. Gene de karizmayı çizdirme pahasına, üstümüz, başımızla denize daldık. Aman aman deniz muhteşem, tertemiz, tam istediğim ısıda, su aygırı gibi denize daldım ki, ne dalış, böyle keyif krallarda yok.

LEMAN GÖLÜ
BOL YEMEK
KÖMÜR LİMANI
Show Buttons
Hide Buttons