Category Archives: Genel

İŞ YERİNDE ZÜLME UĞRAMAK DİZİSİ 3; DEKANIN ODASINDA AZAR, İFTİRA VE DİRENİŞ

Daha önceki yazılarımda doçentlik kadromun verilmesi ile ilgili başımdan geçen garip olayları anlatmıştım.

O yıl hemen her ay kendimle ilgili bir dedikodu da duyuyordum. Bu dedikodulara göre çok aktif ve cidden seviyesiz bir özel hayatım olmalıydı. Gerçekten de ağza kolayca alınacak şeyler değildi. Bu dedikoduların ilkini duyduğumda günlerce kendime gelememiştim. Dozu giderek artan daha sonrakileri duyduğumda artık gülüp geçmeye başlamıştım.

Ama kesin olan bir şey vardı ki kaynağını kestirebildiğim ve dedikoduyu yayanı net olarak bildiğim bu dedikodular, sistematik bir kötülüğün sonucuydu. Beni mesleki yetersizlik gibi bir şeyle suçlayamadıklarından, belden aşağı vurup, küçük düşürmeye çalışıyorlardı. Çünkü bu dedikodulardan herhangi birine inanan herhangi bir kişinin bana zerre kadar saygısı kalmazdı. Bundan eminim.

O zamanlar dekan olan adamın bir kirli işler arşivi vardı. Hemen herkese ait bir dosya tutar, mesela paragöz bir hocanın hastadan para aldığına dair bir delil, zampara bir adamın gönül işlerine ilişkin bir delil ya da benzeri şeyleri elinde bulundurur,  sonra da bunlarla kişileri tehdit ederdi.

Bu arada şunu da belirtmekte fayda var. Çoğu zaman da elinde en kalın hata dosyası olan kişiye bir konuda yetki verir, mesela cerrahi bilimler başkanı yapar, sonra da o adamı tetikçi gibi kullanırdı. O kişinin ipi artık elinde olduğu için kendini ufak tefek işler için yormazdı.

Dekan bey, benim için de dosya oluşturmaya gayret etti.

İşe  geç geliyor diyemiyorlardı, herkesten evvel ben hastanede oluyordum. Hastalara zarar veriyor diyemiyorlardı, hastalarım benden çok memnundu, hatta öğretim üyelerinin çocuklarının da doktoru olmuştum.

Belki ders anlatması yetersizdir diye düşündüler, hatta bir gün, bir dönem dersime aniden dekanın tetikçisi olduğunu bildiğim bir hoca girdi ve arka sıraya oturdu. Güya benim dersimi izlemeye gelmiş. Halbuki,  KTÜ’de hiç böyle bir gelenek yoktur, üstelik bu hoca bizim bölümün hocası bile değildi. Ben hiç bozuntuya vermeden, hocam hoş geldiniz diyerek derse kaldığım yerden devam ettim. Sonra ders bitince ‘öğrenmenin yaşı yok’ diye dalgamı da geçerek hocaya teşekkür ettim. Bu hoca benim için dersi kötü anlattı diyememiş, aksine güzel anlattı demek zorunda kalmıştı.

Birkaç kez bazı hastalar bana elden para vermek için çok ısrar ettiler, hatta biri masamın üzerine para attı. Kapıdan çıkmadan adamı yakalayıp, parayı geri verdim. Dışarı kadar adamla birlikte çıkıp koridorda elden para almıyorum diye bağırdım. Kapımda bekleyen birkaç takım elbiseli adam hemen uzaklaştı. Yani adamı yakalayıp parayı cebine tıkıştırmasam polis baskını yiyecektim.

Özel muayene olmak isteyenlerin sekreterliğe resmen makbuz karşılığı para ödemeleri gerekiyordu, bu paranın bir kısmı hastaneye gidiyordu ve vergisi ödeniyordu. Oysa doktor elden para alırsa bütün para kendinin oluyordu, bu aynı zamanda suç teşkil ettiği için, hasta kapıdan çıkar çıkmaz polis baskını yiyen birkaç hoca olmuştu.

 Hal böyle olunca eğer sana çok kızmışlarsa karakolluk oluyordun, yok seni manüple edebileceklerini düşünürlerse dekanın odasına çağrılıp önce kirli dosyan yüzüne vuruluyor, sonra da bir şekilde seninle anlaşılıyordu. Bana baskın da yapamadılar.

Benim için  bir türlü dosya oluşturamıyordu. Böylece tetikçilerinden bir karı kocayı hakkımda dedikodu üretmekle görevlendirdi.

Neyse şimdi tekrar hatırlatayım, doçentlik kadromun gazeteye ilanından sonra bir yıl geçti, bütün arkadaşlarıma kadroları verildi. Bir tek bana sebepsizce verilmiyordu. Ertesi yıl doçent olanların kadro ilanları verilmişti, artık onların doçentlik kadrolarının verileceği üniversite kurulu yapılacaktı. O hafta benim de avukat aracılığı ile verdiğim dilekçeye cevap vermeleri gerekiyordu. Eğer cevap vermezlerse üniversiteyi mahkemeye verip, kadromu ancak ondan sonra alacaktım. Kaybedecekleri kesin olan böyle bir mahkemeyi göze alamayacakları için o hafta yapılacak kurulda benim kadromu da vermeleri gerekiyordu.

Cuma günü kurul yapılacaktı, sanırım Çarşamba günü dekan beni odasına çağırdı. Sonradan anladığım kadarı ile çaresiz kalmıştı, mecburen doçentlik kadrom verilecekti. Bana kadro verilince dekanın karizması çizilecek ya hiç olmazsa odama geldi ağladı, ben de dayanamadım verdim kadrosunu diyebilmek istiyor, beni illa ki ağlatacak, ona karar vermiş.

Hiç unutmuyorum, bir öğlen dersinden sonra odasına gittim. Beni kollarını kavuşturmuş, gardını almış bir şekilde ayakta karşıladı. Sen kadro istiyorsun ama Hacettepe’de baş asistanlarla diye söze başladı. Bu dedikoduyu duymuştum, adama sözünü tamamlatmadım, evet kadromu istiyorum, sizden oğlunuzu istemiyorum dedim.

Sonra da ne mutlu bana ki sen çalışmıyorsun, hastaların senden memnun değil, öğrenciler senden memnun değil, ders anlatamıyorsun diyemediğiniz için hakkımda böyle dedikodu yapıyorsunuz. Eğer bu söylediklerini yaptıysam size laf düşmez bu hezeyanları kendinize saklayın. Bir de dindar geçiniyorsunuz, gıybet yapmanın ne kadar kötü bir günah olduğunu benden duymak ağırınıza gitmeyecek mi dedim.

Erkek olsan seni yumruklardım mı demedi, ben seni istesem ağlatırım mı demedi. Sinirinden titriyor artık, ben de karşısında öküz gibi durdum, hiç sesimi yükseltmeden her sözüne cevap verdim. Verdiğim cevapların hiç biri yenir yutulur cinsten değildi. Ancak hiç biri de kafamdan uydurduğum şeyler değildi, hepsi de gerçekti. Mesela seni yumruklarım diyor, biliyorum bu odada yediğin dayağı, ama o dayağı hak etmiştin deyip neden hak ettiğini anlatıyorum. İşin tuhaf tarafı bu olayda bana hak veriyor. Seni ağlatırım diyor, sen kendi haline ağla, bana duyduğun sinirden ahiretini yaktın, kul hakkı ile gideceksin diyorum. Gözleri yerinden çıkıyor, benden korkuyor. Daha bir sürü tuhaf konuşma geçiyor aramızda. Sonunda galiba, bir saat kadar çata çat kavga edip, odadan çıkıyorum. Çıkarken de kadroyu onun değil rektörün ‘’mecburen’’ vereceğini söylüyorum. Çıkarken de kapıyı çarpıyorum, geri dönüp gülerek rüzgar çarptı diyorum. Böyle seviyesiz bir kavgayı ne daha önce yaptım ne de daha sonra, ama bence çok gerekliydi. Valla bir yıldır şişen yüreğimin yangını söndü.

O Cuma günü kadrom verildi. Daha önceki yıl kadrosu ilan edilmeyip de yeni edilen arkadaşlar ve o yıl doçent olan arkadaşlarla birlikte kadroya geçtim yani tam bir yıl maaşımı hak ettiğimden daha eksik aldım.

O günden sonra artık bir daha hakkımda bu tür bir dedikodu konuşan olmadı.

Dekan da odadan çıkıp, bu kız aslında çok akıllı ve yiğit bir kız  ama onu ana bilim dalı başkanı kandırıyor demiş. Artık ne demekse birlikte İngiliz siyaseti yapıyormuşuz.  

Aradan yıllar geçti, ben muayenehane açtığım zaman eski dekana bir çok hasta gönderdim. Bütün bu hastalara benim hekimliğimi öve, öve bitiremedi.

Yani sonuçta ne sicilime devlet düşmanı yazan dekanla  ne de bana bilim hırsızı diyen kendi ana bilim dalımdaki öğretim üyesiyle küskün kaldım.

Onlardan nefret de etmiyorum, çünkü onları o kadar önemli bulmuyorum.

Bu yazıları yazma sebebim, beni erken emekli olmakla adeta suçlayan arkadaşlarıma kızılcık şerbeti  kusmadığımı anlatmak.

İŞ YERİNDE ZÜLME UĞRAMAK DİZİSİ 2, SİCİL NASIL BOZULUR?

Üniversitelerde biraz da göstermelik olarak rektörlük seçimleri yapılırdı. Rektörler, öğretim üyelerinin oyları ile seçilirdi. Göstermelik diyorum, çünkü sen kimi seçersen seç, rektörün kim olacağına YÖK ve cumhurbaşkanı karar verirdi. Eskiden genellikle en fazla oy  alan aday rektör olurdu, ama sonraları bu eğilim değişti, seçim iyice boşa çıktı ve sonunda sanırım kaldırıldı.

Seçimlerin kaldırıldığı doğruysa iyi olmuş, çünkü son haliyle seçimler, aylarca devam eden bir karmaşa yaratıyor, bir çok öğretim üyesinin mesaisi sadece önümüzdeki seçim haline geliyordu. Bu aylarda, daha önceleri yüzüne bakmayan seçildikten sonra da bakmayacak olan adaylar odalarımızı tek tek dolaşır, bizlerden oy istiyordu.

Sanırım en az 6 adayın oy alması gerekiyordu ve en fazla oyu alan 6 aday YÖK’e liste olarak gönderilirdi. Genellikle 2 bilemedin 3 gerçek aday olurdu, en güçlü hisseden aday seçim boşa gitmesin diye en yakın arkadaşlarından üçünün kendi kendine oy vermesini sağlardı.

Bir aday iki kez üst üste rektör olabildiği için genel olarak bütün rektörlük süresince açmadığı kadroları, ikinci seçimin tam öncesinde açar, onlarca, yüzlerce yardımcı doçent ataması yapar ve bu yeni yardımcı doçentlerin oyları ile yeniden rektör olurdu. Zaten ilk seçimi de daha önceki rektörün himayesinde yine aynı yöntemle kazanmış olurdu.

Bu seçim kampanyaları hiçbir zaman bir adayın ben üniversiteye şu hizmetleri vereceğim diye net ve belirli hedef belirlemiş olduklarını görmedim. Genel olarak kampanyalarını üniversiteyi ileri bir düzeye çıkartmak gibi belirsiz bir hedef söylemi ve muhalif bir adaysa mevcut yönetimi kötülemek üzerine yürütürlerdi. Gizli toplantılarda bir takım guruplar arasında planlar kurulur, sözler verilir, anlaşmalar yapılırdı. İşin komik tarafı da sözüm ona gizli olan bu anlaşmalar, o konuşma sırasında orada olan birileri tarafından mutlaka açık edilirdi. Hangi aday rektör olursa, kimin rektör yardımcısı, kimin hangi fakültenin dekanı olacağı bilinirdi. Bazen de aynı pozisyon için birden çok kişiye söz verilmiş olurdu.

Bu, sözüm ona  gizli anlaşmaları sadece üniversite değil bütün şehir halkı da öğrenirdi. Bütün esnaf, Trabzonspor yöneticileri, bürokratlar, meslek odaları, yerel basın haftalar, aylar boyunca bu seçimlere kilitlenirdi. Ben çalışma saatlerinde sürekli işimle ilgili olduğum için bu dedikoduları çoğu kez apartman komşularımdan, mahalle bakkalımdan filan duyar, daha sonra iş arkadaşlarımdan doğru olduklarını teyit ederdim. Yani bu seçimler bayağı bir olay olurdu, ilgili, ilgisiz pek çok kişiyi aylarca meşgul ederdi.

Bazı seçim kampanyaları daha da çirkin olurdu. Mesela bir rektörlük seçim öncesinde bana bir zarf içerisinde sicilimin fotokopisini gönderdiler. Sanırım bunu gönderen mevcut rektörün ikinci kez seçilmesini istemeyen muhalif adaydı (seçimi eski rektör tekrar kazandı). Burada fakültemizin dekanı benim hakkımda ‘’üniter devlet düşmanı’’ diye yazmış ve kötü puan vermiş. Daha sonra da rektör sicilime orta puan vererek güya bir düzetme yapmış.

Bunu görünce aklım başımdan gitti, ne demek devlet düşmanı? Ne demek? Bu nasıl bir karalamadır. Eğer elinde bir delil varsa, ortaya çıkart beni üniversiteden at, eğer delilin yoksa bu ne cürettir?

Ben hayatım boyunca hiç bir zaman devlerin geleceği üzerine söz sahibi olmak isteyen bir guruba üye olmadım, herhangi bir yasa dışı şeyle asla meşgul olmadım. Bir devlet memuru olarak alın terimle ve üstün bir gayretle çalışıyorum. Bence bir vatan (devlet) işini iyi yapan insanların emeği ile gönençle yaşar. Bu açıdan bakılınca en büyük vatan sever benim gibi düşünüp, yaşayanlardır.

Ne üniter devlet düşmanı ifadesini ne de orta derecedeki sicili kabul etmek istemiyorum. Orta sivil demek kötü sicil verilse işten atılmam gerek demek. Yuh artık. Bu kadar öz veriyle çalışırken nasıl orta puanlı sicilim olur. Çünkü iyi ve pek iyi dereceler de var,  deliye döndüm, öyle ya daha temizlikçiler gelmeden hastaneyi ben açıyorum, günde 8/10 saat, tuvalete bile gitmeden çalışıyorum. Daha ne yapabilirim? Bu hastaneden ben orta puan alıyorsam kim iyi ya da pek iyi puan alacak çok merak ettim. Tek yapmadığım yöneticilere yalakalık yapmak. Onu da yapmam, yapamam.

Böylece sinir içerisinde bana bu sicili veren amirleri mahkemeye vermek istedim. Birkaç gün sakinleşeyim sonra karar vereyim diye düşündüm. Çünkü o dönemlerde Trabzon adliyesi resmen bizim üniversiteye çalışıyordu. Hastanede kimi sorsanız o gün mahkemede oluyordu. Ben de aynı duruma düşmekten biraz utanıyordum. Öyle ya çalıştığın kurumu mahkemeye vereceksin, bana biraz rezillik gibi geliyordu.

Ben bu duygular içerisindeyken, aradan birkaç gün bile geçmeden, benimki de dahil,  bir kaç sicil fotokopisi bütün öğretim üyelerine gönderildi. Bu durumda mahkemeye vermesem, artık herkes de hakkımda yazılan bu suçlamayı kabul ettiğimi düşünecekti. Ayrıca bu kadar ağır suçlama sadece benim için yazılmıştı.

Bir avukat tuttum ve avukat  ‘sicilin düzeltilmesi’ için mahkeme açtı. Mahkeme açtığım duyulunca, dekanın akrabası olan bir öğretim üyesi benimle bu konuda konuşmak istedi. Beni bir kuytuya çekip, sesine ve beden diline ‘bak sana  bir iyilik yapıyorum, başının daha büyük belaya girmesini önlemek istiyorum’ edası vererek,  dekan beyin kulağının uzun olduğunu, eğer bu konuda elinde bir delil olmasa öyle bir şey yazmayacağını, bu mahkemeden zararlı çıkacağımı söyleyerek beni korkutmaya çalıştı.

Ben de bunu bekliyordum. Bütün söylediklerimi ileteceğini bildiğim için çenemi açtım. Eğer elinde bir delil varsa derhal ortaya çıkartsın ve beni üniversiteden ihraç ettirsin, eğer bunu yapmasa kendisi görevini ihmal ediyor ve asıl devlet düşmanlığını yapıyor.  Ama biliyorum ki elinde delil melil olamaz sadece iftira atıyor, bir de ben dindarım diye geçiniyor, en büyük günahlardan bir gıybettir, hakkımda gıybet yaptı, kitabımızda yönettiğin kişilere karşı adil ol diye kaç tane ayet var, bu emirlere de karşı geldi, bakalım benim kul hakkımla öbür dünyaya nasıl gidecek.  Şimdi gidip bu sözlerimi iletin, ben mahkemeden vaz geçmiyorum, ya hakkımdaki devlet düşmanlığımla ilgili belgeleri ortaya çıkarsın, ya da kara kara ahiretini düşünsün dedim.

İşin tuhaf olanı ben bu mahkemeyi kaybettim. Hakim, avukata bu sicil zaten rektör tarafından düzeltilmiş ( oysa ben orta derece sicilin düzeltilmiş olduğunu kabul etmiyorum), eğer sicilden bu cümle çıkartılsın diye mahkeme açsaydınız kazanacaktınız demiş.

Yani bir beceriksiz avukat yüzünden mahkemeyi kaybettim ve üniversiteye 25 kuruş pul parası ödedim.

Çok kötü bir duyguydu.

Aradan yıllar geçtikten sonra, eski dekanımız, beni herkes mahkemeye verdi ve mahkemeyi kazandı. Bir tek sen haklı idin, bir tek sen mahkemeyi kaybettin dedi. Hiç acımadım. Yüzümde bir sırtlan sırıtmasıyla, gözünün içine bakarak tane tane ‘’ben sizi Allaha havale ettim’’ dedim.

Benim bu dik başlı hallerim, bu adamı bir şekilde korkuturdu. Ne zaman kendisine böyle saygısız bir cevap verdiysem, belki de anladığı dil bu olduğu için, arkasından herkese beni överdi. Bu sefer de bu kız aslında çok vatansever bir kız demişti.

Bu hocamızın emeklilik töreninde de bulundum.  Uzun yıllar dekanlık yaparken etrafında kalabalıktan geçilmezdi. Törenine giden çok az öğretim üyesinden biriydim, herkesi o kadar yıldırmış ki gelenlerin çoğu da gerçekten artık gittiğinden emin olmak için geldiler sanırım.

İŞ YERİNDE ZÜLME UĞRAMAK NASIL OLUYOR? BURADA DOÇENT OLDUKTAN SONRA BAŞIMA GELENLERİN ÇOK KISA BİR ÖZETİ VAR.

Yüksek Öğretim Kurumu (YÖK), kurulmadan önce doçentlik sınavları üniversiteler tarafından yapılırdı. Bu sınavdan önce adaylar bir tez yapar, sınavda tez savunması yapar, sözlü sınava girer ve hatta bütün fakülteye açık, öğrencilerin ve öğretim üyelerinin girdiği, bir  amfi dersi bile anlatırlardı.

Bizim zamanımızda ise üniversitede doçent olabilmek için, YÖK’ün açtığı doçentlik sınavına girmek gerekiyordu.

Bu sınava girmek için her şeyden evvel, şartları sağladığını belirten, üniversite mezuniyet belgeni, İngilizce sınavından geçtiğine dair belgeni  o güne kadar verdiğin tezleri, anlattığın dersleri, katıldığın kongreleri falan içeren bir öz geçmiş  ve konunla ilgili yayınlarını içeren bir dosya hazırlanır ve  YÖK’e baş vurulurdu.  Jüri ve sınav tarihi YÖK tarafından belirlenir ve adaya bildirilirdi. Benim sınava girdiğim yıllarda biri eylül diğeri mayıs ayında olmak üzere 2 kez sınav yapılırdı.

Adaylar ; 8 dosya hazırlardı ve  5 asil, 3 yedek üyeye dosyalarını sınav tarihinden 2 ay önce gönderirdi.  

Dosyan jüri üyelerine en az 2 ay önceden gitmiş olduğu için her biri dosyanı incelemiş oluyordu. Sınav günü jüri üyeleri önce dosyan hakkında konuşup bir karara varıyorlardı. Eğer dosyanın yeterli olduğuna karar verirlerse adayı sözlü sınava alıyorlardı. Aynı gün sınava, cerrahi branşlardan giren arkadaşlara bir ameliyat yaptırılır,  Dahili branşlardan sınava girenlere ise gerçek bir hasta verilip onun tartışmasını yaptırıp, daha sonra sözlü sınava devam edilirdi.

Şimdi işler biraz daha farklı, dosya için önceden rapor hazırlanıyor ve aday sözlü sınava dosyadan başarılı ise çağrılıyor. Ameliyat işi ise tamamen kalktı.

Sonuç olarak ben doçent olduğum zaman, Türkiye Cumhuriyeti’nde doçent olup, üniversitelerde öğretim üyesi olarak çalışabileceğine karar veren tek makam YÖK idi.

Sen bu sınavı kazandıktan sonra üniversitende eğer varsa senin için bir kadro açılır ve gazeteye ilan verilirdi. Sen de bu kadroya başvururdun, birkaç ay  içerisinde kadrolu doçent olurdun. Eğer üniversitede kadro yoksa sen gene de resmen doçent olurdun, ama özlük hakları olarak yardımcı doçentlik kadrosundaki haklara sahip olurdun. Bu da maaşında biraz fark yaratırdı, hepsi bu. Genel olarak en eski üniversitelerde yeni doçentlerin bir ya da 2 yıl kadro beklemeleri gerekirdi. Bizimki gibi üniversitelerde ise sınav ayının ertesi ay hemen herkes için kadro ilan edilirdi.

Ben doçent olduğum yıl (ki doçent oluşum da maceralıdır, bunu da belki başka bir yazının konusu yapabilirim) ekim ayında, o yıl doçent olan bir çok arkadaşımla birlikte benim için de kadro ilanı çıktı.

O yıl doçent olan bir iki arkadaşım için sebepsiz  bir şekilde kadro ilan edilmemişti. Sanırım, bu kişiler, o andaki yönetime oy vermediği düşünülen arkadaşlardı.

Bir yıl önce bir  rektörlük seçimi yapılmıştı,  bu seçimde en hafif tabirle kirli bir kampanya yürütülmüştü.  Bu seçim kampanyası sırasında, mevcut  yönetimin kendilerine karşı olduğunu düşündükleri kişilerin sicillerini akıl ermez karalamalar ile bozdukları ortaya çıkmıştı. Bu da ayrı bir yazının konusu olacak, ama sicili karalanan kişilerden birisi de bendim.

İşte bu nedenle benim için kadro ilanı çıkmasına şaşırmıştım. Ama sanırım yanlışlıkla benim kadrom ilan edilmişti, çünkü ben hariç kadrosu ilan edilen herkesin başvurusu onaylandı ve birkaç ay içerisinde kadroya geçirildiler.  Bana gelince aradan aylar geçtiği halde bir türlü kadromu alamadım.

Aradan bir yıl geçip de bir sonraki yıl yeni doçent olan arkadaşlara kadrolar açılınca artık üniversiteyi mahkemeye vermek istedim. Fakat mahkeme açılamıyormuş, bunun için önce bir dilekçe yazıp bana neden bu kadroyu vermiyorsunuz diye sormam lazımmış. İki ay içerisinde cevap alamazsam o zaman mahkeme açma hakkım doğuyormuş.

Ben de aynen böyle yaptım.

Biraz da kadro ilanından sonra yapılması gereken işlemlerden bahsedeyim. Üniversite, gazeteye ilan verilince, aynen doçentlik sınavına başvurur gibi yeniden dosya hazırlıyorsun, bu sefer YÖK’ün doçentlik sınavını geçtiğine dair belgeyi ekliyor ve rektörlüğe baş vuru yapıyorsun. Bundan sonra da kendi üniversiten yeni bir jüri ayarlıyor ( bu kez 3 kişilik) dosyan yeniden inceleniyor, tekrar raporlar yazılıyor ve kadroya ataman yapılıyor.

Çok açık konuşayım. Ben kendim jüri olduğum durumlarda sınava girecek olan adayların dosyalarını satır satır okuyarak, gerçekten bu kişi üniversite öğrencisi yetiştirecek kapasitede mi diye ölçüp biçerek, rasyonel karar verdim. Ancak kadro ataması için önüme gelen dosyalar için daha genel bir inceleme yaptım. Çünkü  bu aday Türkiye Cumhuriyetinin her yerinde doçentlik yapabilecek kapasitede oldukları yetkili organ olan YÖK tarafından tescillenmiş bir bilim insanıdır. Madem ki bu aday zaten doçenttir, üstelik kadrosu da vardır, o halde bana da sadece bunu tasdik etmek düşer. Bu durumda dosyayı ret etmek, sadece o adayın özlük haklarını ihlal etmek olur. Bu da bana yakışmaz.

Benim durumumda ise işler bambaşka yürüdü. Daha sonraları bütün raporlar bizzat dekan tarafından bana okutturulduğu için biliyorum.

Yönetim bana yanlışlıkla kadro ilanı verdi ya hemen pişman oldu. Bu kısma ben pek akıl erdiremedim, sadece kulaktan dolma bilgilerle bir fikir yürütebiliyorum. Galiba bana doçentlik kadrosu ilan edilirken, pediatriye bir de ana bilim dalımızın hiç haberinin olmadığı bir yardımcı doçentlik kadrosu ilan edilmiş. Bunu fark eden o zamanki ana bilim dalı başkanımız, rektörü etkileyerek bu kadronun ilan edilmemesini sağlamış. Yani gazeteye ilan çıkana kadar fakültemizin dekanı pediatriye hem bir doçent hem de bir yardımcı doçent kadrosu açılıyor sanıyormuş. Bu yardımcı doçent kadrosuna gelecek olan kişi de dekanın istediği bir kişi imiş. Bu arkadaşın kim olduğunu hiçbir zaman öğrenemedim. Gerçekten böyle katakulliler oldu mu onu da bilmiyorum. Ama bu tür olaylar bizim fakülte ve üniversite için olağan sayılır, o nedenle doğruluk payı olduğunu düşünüyorum.

Bütün bu olaylar inanılır gibi değil, değil mi?

Sonuç olarak, dekanlığımız beni bertaraf etmek için,  dosyamı ret edecek bir jüri oluşturup,  kadroyu bana vermemeyi planlamışlar. Bu düşünce ile biri Hacettepe’den huysuzluğu ile nam salmış bir hoca, diğeri Kayseri’den bizim yönetime ters düşmeyeceklerini düşündükleri bir hoca, sonuncu da kendi ana bilim dalımızda, dekanın akrabası olan bir hoca ile jüriyi oluşturmuşlar. Jüriye bu dosyayı ret edin diye baskı yapmışlar.

Sonuç olarak benim dosyam gayet yeterli bir dosya idi. Hacettepe’deki hocam, benim hakkımda son derece olumlu bir rapor yazmış, hatta yazdıklarından açıkça bu kız sizin fakültenize fazla gelir, hazır böyle birini buldunuz, biraz aklınız varsa elinizden kaçırmayın dediği anlaşılıyor.

Her şey bittikten sonra, hocamla başka bir sebeple karşılaştığımda yazdıklarından ötürü teşekkür etmiştim. Karşılık olarak ben seni de bu kişileri de tanıyorum, hiç seni onlara yem eder miyim diyerek, o zamanki dekanımız ve özellikle de bizim ana bilim dalı öğretim üyesi olan diğer jüri üyesiyle ilgili öyle hikayeler anlattı ki ağzım açık kaldı. Bana bu anlatılanların doğru olduğunu başka kişiler de benzer şekillerde anlatmış olduğu için bilgilerin doğruluğuna inanıyorum ama kendim şahit olmadığım için buraya yazmayı uygun bulmuyorum. Bilimsel olarak beni değerlendirebilecek kapasitesi olduğuna da inanmıyorum.

Kayseri’deki hocaya gelince o bir taraftan arkadaş baskısı, öbür taraftan elinde YÖK’ten onaylanmış güzel bir dosya var. Nasıl bir rapor vereceğini bilememiş, ne evet ne de hayır yazmış. Daha sonra kendi arkadaşları arasında, lakabı ‘HAVET’ olarak kalmıştı. Sonradan bu hocadan ne dediğinin anlaşıldığı bir rapor yaz diye  tekrar rapor istemişler. Garip olan şu ki bu hoca bizim pediatrik endokrin camiasından olduğu için tam da bu cevabı yazması gereken günlerde bir kongrede karşılaştık. Sanırım Londra’daydık, çünkü bir metroda bir yerden bir yere giderken adama ‘sizin yerinizde olmak istemezdim, ne de olsa bundan sonra da hep benim yüzüme bakmak zorunda kalacaksınız’ demiştim. O konuşma sırasında metrodan dışarı atlayabilse kaçıp giderdi, ama kaçamadı, yüzü kızardı, sonra da dönüp raporunu olumlu gönderdi.

Son jüri üyesi de kendi çalışma arkadaşım idi. Onun raporu ise olumsuzdu. Ben bu öğretim üyesinin, doçentlik dosyasını da bildiğim için, benim dosyama olumsuz rapor vermesine sadece gülebilirim. Ama bir nokta var ki bunu ben affetsem Allah affetmez. Daha önceki bir yazımda terör bölgesinde bin bir  çeşit macera ile iyot taraması yaptığım bir çalışmadan söz etmiştim (bu çalışmayı yaparken başıma gelenleri merak eden Arıcak yazısını okusun). Bu tarama, ben mecburi hizmetten ayrıldıktan sonra yazıya dökülmüştü, çalışmada benim çok emeğim olduğu için, adımı yazmışlardı. Ben de onca macera ile yaptığım o çalışmaya önem vermiş ve dosyama eklemiştim. Bu çalışma için sırf orada olmadığım zamanda yazıldı diye, bu yazıda emeği yoktur, bilimsel hırsızlıktır diye yazmıştı. İşte bunu Allah’a  havale ediyorum.

Bütün bunları anlattıktan sonra, hani bir dilekçe yazmıştım ya. Üniversitenin bana 2 ay içerisinde cevap vermesi gerekiyordu. Son güne kadar cevap vermediler. Sanırım bizim ilan verdiğimiz boş bir kadromuz ve şu anda bu pozisyonun bütün şartlarını yerine getiren  kendi kadrolu yardımcı doçentimiz de var ama sırf keyfimiz öyle istediği için kadro vermekten vaz geçtik demek kolay bir şey değildi. Bu arada dosyama jüriden olumsuz rapor çıkartamadılar, benim de çok şükür bir açığım yok ki oradan tuttursunlar. Yani benim üniversiteyi mahkemeye vermemi göze alamayacaklar, ama beni mümkün olan en uzun süre kıvrandırmak istiyorlar, tabii bu arada mümkünse benden biraz ödün  kopartsalar tadından yenmez.

Artık 2 ayın dolmasına bir haftadan daha az süre var, yani bu hafta da cevap alamaz isem, pazartesi günü artık üniversiteyi mahkemeye verme hakkım doğuyordu. O hafta sonu Cuma günü de rektörlükte kadroların verilmesini de içeren kurul toplanacaktı. Sonuç olarak o kurulda benim kararımı da çıkartacaklar, bundan emindim.

O hafta ya Çarşamba günüydü galiba, dekan beni makamına çağırdı. Hayırdır inşallah deyip gittim.

Kapıdan içeri girdim, dekan beni oturtmamak için, kollarını göğüs hizasında  kavuşturmuş, masasının önüne yaslanmış, ayakta beni bekliyor. O gün niyeti beni ağlatmak ve ne yapayım geldi ağladı dayanamadım kadroyu verdirdim demekti. Ama bütün iftiralara başım dik durdum. O gün o odada konuşulanlar, o iftiralar tek kelime ile iğrençti. Bir gün muhtemelen, aklıma kelimesi kelimesine kazınmış o konuşmayı da yazarım. Şimdi yüreğim kaldırmıyor.

Ama zalimin karşısında boyun eğince o kendini daha güçlü sanıyor. Diklenince korkuyor bunu o gün net bir şekilde anladım.  

BİR ANTEP/URFA DÜĞÜNÜ; YENİ ADETLER, YENİDEN KEŞFEDİLEN ADETLERLE DÜĞÜNLER BİTMEZ OLDU.

Gaziantep’e bazen bir kongre, bazen de bir güney doğu gezisinin parçası olarak defalarca gitmiştim. Hatta bir sınıf gezimiz de orada yapıldı, fakat gideceğim gün yataktan çıkamayacak kadar ağır derecede grip olmuştum.

Daha önceki gezilerde Zeugma antik şehrini, Yesemek açık hava heykel müzesini ve arkeoloji müzesini gezmiştim, ama sınıf gezisine gidemediğim için müzelerin son halini görememiştim. Zeugma’dan çıkan mozaiklerle yapılan ve dünyanın en büyük mozaik müzesi olan müzeyi gezmeyi çok istiyordum.

Geçen hafta, çok sevdiğim asistanlarımdan biri olan Fulya’nın düğünü olduğunu duyunca fırsat bu fırsat deyip,   Gaziantep’e      gittim. Tabii şehrin tarihi sokaklarını, mozaik ve arkeoloji müzelerini gezdim. Büyük bir sevinçle; son yıllarda ülkemizde yapılan müzelerin, içinde sergilenen eşsiz tarihi zenginliklere yaraşan modern müzeler olduğunu fark ediyorum.

Şehrin klasik çarşıları ise geze geze bitmek bilmiyor. Antep fıstığı, baklava, menengeç kahvesi gibi yöresel ürünlerden hediyeler alırken, mutlaka beyran çorbası, kebap ya da katmer yeme, Tahmis kahvecisinde kahve içme molaları vermek gerekiyor.  Ben evde terlik olarak giyilmek üzere bir sürü yemeni (bir tür çarık) aldım. Yemeniler, klasik modellerin yanı sıra bir çok modern şekilde de yapılıyor. Sokakta giyecek olanlar için ince bir topuk da ekliyorlar. Eski adetlerin yaşatıldığını görmek her zaman hoşuma gider.

Bizim gençliğimizde unutulan bazı adetlerin son yıllarda yeniden hatırlandığını fark ediyorum. Özellikle de düğünlerde bu eski adetler bizim zamanımıza göre çok daha sık uygulanıyor. Örnek olarak kendi sınıf arkadaşlarımın düğünlerini ve gençliğimde katıldığım diğer düğünlerde hatırlıyorum. Belediye memurunun kıydığı bir nikah olurdu. Bu nikah bazen farklı bir zaman ve mekanda, bazen de düğünde yapılırdı. Gelinlerin pek çoğu nikaha gelinliği ile katılırdı, ayrı bir nikah elbisesi olan çok nadir gelin olurdu. Bazen, özellikle de geç yaşta evlenenler ya da ikinci evliliğini yapanlar için, evlilik sadece bu nikah ile tamamlanırdı. Ancak ilk kez evlenen çiftler nikahtan sonra kesesine göre ya bir düğün ya da bir düğün yemeği yapardı.

Düğünler köy düğünü ise oldukça şenlikli geçerdi. Mesela Yıldızlı’da bir dut ağacının altına serili bir bezin üzerinde çeşitli ikramlardan yediğimizi ve yara döke oynadığımızı çok net hatırlıyorum, oysa o düğünden ne gelini ne de damadı hatırladığımı söyleyemem. Bu düğünlerin ritüelleri yörelere göre değişirdi. Bizim yörede düğünlerin en önemli özelliği atma türkü atılmasıydı (benim anneannem Pazar’daki her düğüne atma türkü söylemeyi çok iyi becerdiği ve herkesin bütün açıklarını da bilip, bu türkülerde dillendirdiği için, düğünlerin vaz geçilmezi idi). Düğünlerde ayrıca  kemençe, tulum gibi mahalli çalgılar eşliğinde horon oynanırdı. Karadeniz bölgesinde bol bol da kurşun sıkılırdı. Bu kötü alışkanlık bazen düğün evini yas  evine çevirirdi. Çünkü bizim köylerin hemen hepsi yamaçlarda kuruludur. Havaya ateş ediyorum diye düğün konvoyunun henüz yolun yukarılarında kalan son kısmına ateş etmek çok olasıdır. Bir Akçaabat düğününde gelinin babasının bu şekilde öldüğünü net olarak hatırlıyorum.

Şehir düğünleri ise düğün salonlarında ya da bir otelin salonunda yapılırdı. Oldukça eğlenceli geçen düğünlerde klasik olarak müzik, önce vals (gelin marşı diyebileceğim komparsita) ile başlar, daha sonra batı müziğine, horon ya da halaya, son olarak da göbek havasına dönerdi. Düğünden çıkan herkes kurtlarını dökmüş olurdu.

Bu düğünlerde ikramlar da herkesin kesesine göre olurdu. Genellikle kuru pasta ve meşrubat ikram edilir, ancak zenginler yemekli düğün yapardı.  Şehir düğünleri de ya düğün salonlarında yada otellerde yapılırdı.

Elbette hemen herkes bir de evinde imam nikahı kıyardı. Mehir olarak da bir lira belirlenirdi, çünkü benim tanıdığım kızlar okumuş, meslek sahibi kızlardı, yani boşansalar bile koca parasına muhtaç değillerdi.

Ben şehirde büyüdüm, çocukluğumda ve gençliğimdeki düğünlerde kına gecesi yapıldığını hiç hatırlamıyorum.

Son yıllarda şehir düğünlerinde de kına gecesi yapılmaya başlandı. Düğünden bir gün önce kadınlar arasında yapılan bir eğlencedir. Gelin kırmızı kaftan giyer ve kırmızı duvak takar. Ortaya oturtulur. Türküler eşliğinde gelinin ve diğer kadınların ellerine kına yakılır. Kına gecelerinde de bol bol oyun oynanır.

Şimdi kına gecesi için hazır kitler satılıyor. Minik paketler halinde kınalar, kırmızı mendiller süslü bir tepsi içerisinde satılıyor. Kına gecesi gelinin giyeceği gayet şatafatlı kaftanlar ve başlıklar da satılıyor. Öyle ki bu gece birkaç kadın bunlardan giyse ortalık Osmanlı sarayına döner.

Bizim bölgede kına geceleri kadınlar arasında yapılır. Antep’te ise bir müddet kadınlar eğleniyor, ardından damat ve arkadaşları kınayı basıyorlar. Bundan sonra ellere kına yakma töreni başlıyor. Çok eğlenceli bir adet.

Bu düğüne ben de kına gecesine bir kaftan ile katıldım. Eski adetleri yaşatmak çok güzel bir şey.

Düğün de otelde yapıldı, ancak damat Urfalı olduğu için sıra gecesi gibi, davullar vardı, her şey gayet eğlenceli oldu.

Son yıllarda, hem damadın şehrinde hem de gelinin şehrinde olmak üzere 2 düğün yapan bir çok kişi  biliyorum.

Hatta bir arkadaşım oğluna hem köy düğünü hem de şehir düğünü yapmıştı. Bu düğünde mevlüdlü bir imam nikahı yapıldı, kına gecesi yapıldı, köy düğünü yapıldı. Sonra kokteyl ve yemekli bir nikah yapıldı, ertesi gün otelde düğün yapıldı. Bitmedi bir de kızın memleketinde düğün yapıldı. Yani bu çocuklar 10 gün boyunca evlene evlene bitiremediler.

Ben geleneklerden yanayım. Yani bekarlığa veda partisi yapılacağına kına gecesi yapılsın tabii, ama sanki diğer seremoniler yeniden sadeleşse daha güzel olacak.

SOSYAL MEDYANIN YA DA KAYIT TUTMANIN GÜCÜ, BEN DE EPEYCE MOBİNGE UĞRADIM, AMA KİMSEYE SESİMİ DUYURAMADIM

Geçen hafta sosyal medyaya oldukça ses getiren bir video düştü. Bu videoda bir kadın yolcu, havaalanında çalışmakta olan bir kadın görevliye ciyak ciyak bağırarak hakaretler  yağdırıyordu. Yolcu olan belli ki bir sebepten dolmuş, karşısında bulduğu ilk görevliye taşmış. Kim bilir belki de haklıdır. Ancak onu kızdıran her neyse muhtemelen hiç ilgisi olmayan, karşısındaki kadının beden parçalarını da işin içine katan aşağılayıcı ve saldırgan konuşması ile haklı da olsa haksız çıktı. Bu sırada başka bir yolcu olayı videoya çekti. Görevli kadın videoya çekildiğinin de farkında olduğu için terbiyesini bozmamaya çalıştı. Sonuç olarak videoyu gören herkes acaba derdi neydi de kadın bağırmaya başladı diye düşünmedi, herkes hakarete uğrayan havaalanı çalışanının tarafını tuttu. Buna ben de dahilim. Sosyal medyada o kadar büyük bir öfke yarattı ki, hava yolları şirketi, çalışanının tarafını tutmak ve o kadın yolcuyu bir daha uçurmama kararını kamu oyuna bildirmek zorunda kaldı.

Ben işte buna kayıt tutmanın gücü diyorum. Emin olduğum bir şey varsa eğer o kayıt tutulmamış olsaydı ve yolcu kadın, çalışanı şirkete şikayet etmiş olsaydı, şirket kesinlikle müşteri velinimetimizdir mantığı ile yolcuyu haklı bulacaktı.

Nerden bu sonuca vardım derseniz, bu saçları değirmende ağartmadım ya, benim de biraz (35 yıl) çalışma tecrübem var.

Yıllar önce bir gün Adolesan servise yeni tanı almış bir lösemi vakası yattı. Çocuğun hikayesi oldukça üzücüydü, çünkü anne ve babası boşanmıştı.  Babası bir cinayet işlediği için hapisteydi. Tam çocuk hastaneye yattı,  ertesi gün adam hapisten çıktı. Adam yememiş içmemiş soluğu hastanede aldı. Tabii adamcağız böyle bir haberi alınca ne yapsın diye düşünürsünüz değil mi?

Öğlen vizitine gittim. Gözlerime inanamadım. Bütün hemşirelerin gözleri kıpkırmızı, hemşire odasına sığınmışlar. Koridorda bir adam sorumlu hemşireye seni si..rim diye bağırıp duruyor. Kadının suratı karmakarışık, belli ki korku içerisinde ve cevap veremiyor.  Aslında  güvenlik görevlisi de çağırmışlar ama o da kenarda durup olanları seyrediyor, hiç müdahale etmiyor. Ben hemen adamla hemşire arasına girdim ve sen ne diyorsun diye adama bağırdım. Adam hemen beni yeni hedef seçti ve bana da seni de s….rim diye çemkirmeye başladı. Ben adamın hapisten yeni çıkan katil olduğunu hemen anladım. Adamla muhatap olmayı kesip hemen son derece otoriter bir sesle güvenlik görevlisine adamı dışarı çıkarmasını emrettim. Görevli gafletten ayılıp adamı kolundan tutup dışarı çıkardı.

Hemen hemşirelerle konuştum. Adama hiçbir şey yapmadık, servise gelir gelmez çocuğu falan bile sormadı, direk bize bu çocuk ölsün sizi si..ceğim diye küfretmeye başladı. Adam katil olduğu için çok korktuk, cevap bile veremedik, hemen güvenlik çağırdık, onu da gördünüz işte dediler.

Bu hastanın ölüm riski gerçekten de vardı. Şimdi ölürse bu katil gelip de bütün çalışanlara sıradan tecavüz mü edecek yani? Ben normalde kolay kolay herhangi bir hastayı ya da hasta sahibini kimseye şikayet etmedim. Ama bu adamı başhekimliğe haber vermeyi görev bildim. Öyle ya kızcağızlar, gece de tek başlarına nöbet tutuyorlar, Allah korusun ya adam eline silah alıp da gelse. Başhekimliğin haberi olsun ki bu adamı ziyaret saatleri içinde içeri almasınlar diye konuşmak istedim. Başhekimlikte sekreter, şu anda sadece hastane müdürü var dediği için, müdürün odasına doğru yöneldim. Kapı açıktı ve içerideki manzara şuydu. Müdür, biraz önce ben de dahil olmak üzere bir servisin bütün hemşirelerini ve kadın doktorlarını size tecavüz ederim diye tehdit etmiş adamla kanepenin üzerinde diz dize oturmuş, çay içiyor. Bu da yetmez gibi hayran hayran gözlerine bakıyor.

Şikayet etsem de işe yaramayacağını anladım. Müdürden, müşteri haklıdır mantığı ile  çocuğunun hasta olduğunu öğrenip adamın canı yanmış nutku dinlemek istemedim. Şikayetten vaz geçtim, ama o anda beni kessen kanım akmaz. Donakaldım.  Adam hadi deli, peki başhekimlik bizleri korumakla görevli değil mi? Demek bu müdürün yanında bile tehdit edilsek, adamın umurunda olmayacak.

O anda bize küfreden adamdan daha çok müdüre öfkeliyim. Eğer sözümü kesersen seni gebertirim kararlılığı gösteren bir ses tonu ile müdürün gözlerinin içine  bakıp, gözlerimi kıstım ve ‘’ bu adam az önce servisimin hemşirelerini ve beni size tecavüz ederim diye tehdit etti’’ dedim. Müdürün ağzını açmasına fırsat vermeden aynı robotik halimle adama döndüm ve onun da gözlerinin içine bakarak, işaret parmağımı burnuna sallayarak, tane tane ‘ gözümün içine bak, senden korkacak göz mü bu? Eğer bu kızlardan birinin ayağına taş değsin, bak bakalım kim kimi s…kecek’ dedim ve odadan dışarı çıktım.

Yani bizim şirket, çalışanını değil, müşterisini korudu. Ortada sosyal medyada dolanan bir video da yoktu tabii. Eminim o adam bize bir şey yapmış olsaydı. O müdür, ben görevimi yapmadım diye en ufak bir vicdan azabı bile çekmeyecekti. O müdüre sen neden çalışanının yanında olmadın diye kimse bir şey sormayacaktı. Yani olan bize olacaktı.

Tabii sağlık önemli biz adama senin çocuğunu tedavi etmeyiz de diyecek halde değildik.

Neyse ki bu olayda deli deliyi görünce çomağını sakladı. Adam açıkça benden korktu ya da bir şekilde saygıyı hak ettiğimi düşündü. Bir daha gıkı bile çıkmadı.

Çocuk sadece lösemi değildi, aynı zamanda ataksia telanjiektazi hastasıydı. Bu bir genetik hastalıktır ve bu tür hastalıklar, lösemiye yatkınlık yarattıkları gibi, lösemi oldukları zaman tedaviye yanıt vermeleri zordur. Yani hasta zaten oldukça ümitsiz bir hastaydı ve kısa sürede öldü.

O gün bile babası, bize karşı herhangi bir taşkınlık yapmadı, fakat birkaç ay sonra  yeni bir cinayet daha işleyip hapse girdi.

NOTRE DAME YANDI AMA QUAİMADO ÖLMEDİ

Geçtiğimiz hafta Paris’te, Türkiye’de olsa Laz fıkrası sanılabilecek bir olay oldu. Paris’in ve dünyanın en tanınmış tarihi eserlerinden biri, tadilat yapılırken çıkan yangında yanıp tamamen kül oldu. Bu kaza sonrasında binanın tarihinden, Fransız itfaiyesinin çalışma ilkelerine, hemen bütün tanıdıklarımın Paris anılarından, tarihi eserlerin sanal ortamda üç boyutlu canlandırılışına kadar bir çok şey öğrendim.

Bir UNESCO tarafından dünya mirası olarak tescillenmiş tarihi eserin burduk yerde kaybından üzüntü duydum tabii, ama öte taraftan dünyanın her bir yanından bağışlar yapılmaya başlandı, şimdiden binanın aynı şekliyle yenilenmesi düşünülüyor. Hal böyleyse bu yangın da binanın tarihinde eşsiz bir yer tutarak binanın namını daha da artıracaktır.

Kendi ülkemizdeki tarihi eserlere karşı ne denli duyarsız hatta hoyratça davrandığımız ise içler acısı bir durumdur.

Aslında  Notre Dame katedrali cismen tamamen yok olsa bile Victor Hugo’nun, Notre Damın kamburu romanı ile insanlığın ortak bilincinde yaşamaya devam eder. Çünkü bu roman farklı bir hikaye anlatsa da aslında o yıllardaki Paris’in mekanlarını özellikle de Notre Dame kilisesini edebi bir şekilde anlatan bir tapu kaydı gibidir. Bir çok kişi de benim gibi düşünüyor olmalı ki roman, yangından sonra yeniden moda oldu ve yok satmaya başladı.

Kambur Quazimado’nun hikayesi, doğduğu anda annesinden çalınan bir kızın (Esmeralda) yerine koyulan, çok çirkin, hilkat garibesi  bir erkeğin hikayesidir.

Bu bebek değiştirme meselesinde, kadının bebeğinin çalınması esas olaydır ama nedense kambur bebeğin de kendi annesinden çalınıp yabancı  bir kadının eline verilmesindeki trajedi göz ardı edilir.

Quazimado, romanın yazarı Victor Hugo tarafından bile önemsenmemişti, tabii ki analığı tarafından  baş tacı edilmedi. Neredeyse bir hayvan gibi görülen kambur bebek annesi tarafından sırf çirkin diye  kiliseye terk edildi.

Bundan sonrasında, Quazimadon’un, kilisenin rahibinin kanatları altında, aslında gözlerden ve insanların kem gözlerinden uzak  olmayı başarabileceği bir hayatı varken, sırf dış görünüşü ile toplumsal ve organize  bir hoyratlığın kurbanı olması anlatılır. Bir gösteri materyali gibi ortalıkta gezdirilmeye, insanların eziyetine maruz bırakılmaya başlanır. Böyle şehrin sokaklarında gezdirilirken günün birinde, dans eden bir çingene kızı olan Esmeralda’yı görür.

Esmeralda aslında doğumda çalınan esas (!) bebektir. Quazimado insan bile sayılmasa da aslında son derece derin duyguları olan bir gençtir. Ve kıza aşık olur. Şanssızlığa bakın ki kendini büyüten ve ölümüne bağlı olduğu rahip de aynı kıza aşık olur. Bundan sonrası ise akla ziyan entrikalarla geçer. Sonunda Esmeralda öldürülür.

Bu olayda, Quazimado sadece sevdiği kadını kaybetmemiştir, annesi bile onu istememişken, kendini büyüten ve ömür boyu köpek gibi sadakatle bağlı olduğu adamın da katili olur.

Quazimado bundan sonra Esmeralda’nın ölüsüne, aslında hayatına değer katan tek unsur olan kendi coşkun duygularına sarılarak  ölüme yatar. Yıllar sonra iskeletleri bir birine sarılı halde bulunur.  Bu öyle basit bir aşk masalı değildir, bildiği hayatını yok edip, kendini aşk ile bütünleştirme hikayesidir. Neredeyse bir tasavvuf meselidir.

Romanda insana dair her türlü duygu işlenir, sığ duygular, sadakat, aşk, ihtiras, ihanet,  entrika yok yoktur. Mesela, insanoğlunun kendine benzemeyene nasıl organize şekilde, vahşice, bıkmadan usanmadan, duygusal işkence yapabilme, ötekileştirebilme yeteneği vardır.  Mektuba değil, zarfa bakarak kişi hakkında karar verme zafiyeti vardır. Kadını cinsel obje gibi görüp, kemik kavgası yapan koca koca adamlar vardır.  Ömür boyu süren sadakati bir anda ölümcül hale getiren öfke vardır. Pişmanlık ve hayattan vaz geçiş vardır.

Ama romanda var olan sadece insanlar değildir, aynı zamanda dönemin Paris’i, özellikle de Notre Dame katedrali, yani mekanlar da mevcuttur. Sanırım benim gibi bir çok kişinin, beynindeki hafıza merkezinde de kilise ile kambur ayrılamaz şekilde içi içe geçmiş halde depolanmıştır.

Şimdi bina yandı, kambur kaldı yadigar.

Yazı böyle bir şey işte. Su gibi. Su yumuşaktır ama sabırla şekil veremeyeceği kaya olmaz. Yazı da en narin şeyler üzerine yazılıyor, ama kayalardan daha kalıcı.

Hugo olmak mümkün görünmese de yazmaya devam.

CEMRE ÖNCESİ SOĞUKLAR, HEM YIL TOPRAK SUYA DOYDU HEM DE BENİM ÇOCUKLUK ANILARIM CANLANDI.

Geçen kışa inat, bu yıl kış kendini bayağı belli etti.

Soğuklar ta Ekim ayında başladı, yağmurlar, rüzgarlar sonbahar yapraklarını erkenden döktü. Kasım yine soğuk geçti.   Aralık ayında birkaç kez azar azar kar yağdı. Ocak ayına gelince kar bir bastırdı, bir hafta boyunca bizi evde mahsur bıraktı. Köyde son on yılda bu kadar kar yağmadığını  söylüyorlar.  Şubat ayının başında havalar ısındı, artık bahar geldi ay sonunda cemreler de düşecek derken, yeniden havalar soğudu, ay ortasında birkaç kez daha kar yağdı.

Uzun lafın kısası bu yıl kış kışlığını gösterdi; rüzgarlar fırtınaya,  yağmurlar sellere döndü. Yazın tamamen kuruyan dereden şelaleler çağlıyor. Hiç bilmediğimiz sel yataklarından dereler akıyor. Hiçbir vukuat yok dediğimiz günlerde ise sisten göz gözü görmüyor. Zaman zaman Gelibolu yarımadasını, zaman zaman boğazı, zaman zaman da bahçe kapımızı bile göremiyoruz.

Aslında memleketten cemrelerin öncesinde havaların bozmasına hatta kar yağmasına oldukça alışığım. Ben ilk okula giderken her şubat tatilinde Trabzon’da kar yağardı.

Kunduracılar Caddesi üzerinde, o zamanlar çıkmaz sokak olan  Cevdet Akçay sokaktaki bir evde yaşıyorduk. Bu sokak şimdi,  Kunduracılar Caddesi ile Maraş Caddesini birbirine bağlayan, oldukça işlek bir sokaktır.

Bizim ev Kunduracılar Caddesinde şimdiki ihlas mağazasının üzerinde apartmanın birinci katıydı. Çıkmaz sokağın girişindeki diğer bina da Ogün Gümüş mağazasının olduğu iki katlı bina  idi. Sokağın içine kapısı olan bizimki dahil iki bina vardı ve sokak bizim evin kapısından sonra bir duvarla kapalıydı. Bu duvarın arkasında, yani şimdi Zorlu Otelin karşısındaki büyük Çarşı kompleksinin yerinde ise belediyenin  otobüs durağı vardı.

Ben çocukken kent ısısı şimdiki gibi yüksek olmazdı, çünkü evlerimizde kabuk yakılırdı. Yani evlerde kömür, odun bile değil, fındık kabuğu yakılırdı. Hatırlıyorum da önce çıra ya da kağıt  ile soba tutuşturulur, sonra da üzerine kabuk dökülürdü. Bir an büyük bir harla yanar, kısa sürede de sönerdi. Sanırım pek de iyi bir ısınma aracı değildi, çünkü bizim evdeki soba, gaz sobası ile değiştirildiğinde evin iç sıcaklığı bayağı fark etmişti.

Bizim sokak oldukça yoğun mağazaların olduğu bir sokaktı. Kış olunca bütün esnaf bir kaldırımdaki bir teneke içerisinde odun yakar, etrafına kısa bacaklı tabureler yerleştirir, ateşi bacak arasına alacak şekilde oturur, bir yandan sohbet eder, bir yandan da ellerini ateşe tutarak ısınırlardı.

Trabzon’da kışlar pek de sert geçmezdi, bazı yıllar hiç kar yağmaz, bazen de yılda bir kez yağardı. Kar yağdığı zaman genellikle şubat tatilinde olurdum. Bir gün sonra caddedeki karlar eriyip çamurlaşsa da sokağımız  doğru dürüst güneş görmediği ve pek de ayak basılmadığı için kar yağınca uzunca bir müddet kalırdı. Biz de sokakta kardan adam filan yapardık. Hava aşırı soğuk olmadığı halde kent ısısı fazla olmadığından Ogün Gümüşün olduğu evin çatısından kocaman havuç gibi buzların sarktığını gayet net hatırlıyorum.

Her kar yağdığında akşamları mutlaka elektrikler kesilirdi.  Evlerimizde gaz lambaları vardı. Bir yandan sobadan diğer yandan lambadan çıkan gaz kokusundan,  migren krizleri geçirirdim. Bu nedenle kar deyince hala baş ağrısı gelir aklıma.

İlkokul üçüncü sınıftan sonra Dumlupınar ilkokuluna gittim ve oradan mezun oldum. Bizim zamanımızda bütün okullarda çift müfredat uygulanırdı. Bir gurup öğrenci sabahta öğlene kadar, diğer gurup da öğleden sonra ders görürdü. Böylece öğrenciler sabahçı ve öğlenci olurdu. Dumlupınar ilkokulundaki ilk yılımda yani ilkokul üçte, öğlenciydim.

Okula gitmek için evden çıkıp 20 metre sonra Dedeoğlu Sokağa girer ve kiliseden bozma caminin önünden geçerek 5 dakikada okula varırdım. Hem okulumuz, hem de karşısındaki bakkal (Mahmut Amcanın bakkalı)  eski bir taş binalardı.

Okulun girişinde, güzel bir avlu ve sol tarafta içinde derslikler olan bir ek bina daha vardı. Asıl okul binasının arka tarafında ise her teneffüste deli gibi dışarı fışkırıp, çizik taş, köşe kapmaca gibi oyunlar oynadığımız büyükçe bir bahçe vardı.

Benim öğlenci olduğum yıl, Ramazan da yılın en kısa günlerine denk gelmişti. Zaten Trabzon’da kış günlerinde akşam dört buçuk oldu mu karanlık bastırır. O yıl da  iftar sofrası ben okuldan eve döndüğümde kurulmuş olurdu. Eve vardıktan çok kısa bir süre sonra da oruç açılırdı. O yıl ben de oruç tutmaya hevesliydim. Daha 8 yaşına yeni girdiğim için ( okula erken gittim) bana çocuk orucu tuttururlardı. Yani sabah kahvaltı yapıyorsun, öğlene kadar hiçbir şey yemiyorsun, öğlen yemeği ile akşam yemeği arasında da hiçbir şey yiyip içmiyorsun. Böylece çocuk orucu tutuyorsun.

Ramazan ayında  pidelerin üzerine yumurtanın sadece sarısı sürülür. Böylece bol miktarda yumurta beyazı ziyan olmasın diye beze yapılır. Çocukluğumda, Ramazan ayının en belirgin özelliklerinden biri de seyyar arabalarda satılan bezelerdi. Ben de hiç yumurta sevmem, buna rağmen çocukken bu bezelere bayılırdım. Sanırım annem şekerli beze yiyip de iştahımız kapanmasın diye beze yememizi pek de istemezdi.

Bir gün ben gene çocuk orucu tutmuşum,  akşam okuldan eve dönüyorum, eve 20 metre kala tam Dedeoğlu Sokağın, Kunduracılar caddesi ile kesişme noktasında bir bezeci gördüm. Derhal bir beze alıp annem görmesin diye, eve gitmeden hızlıca yedim. Tam yememi bitirdim ki o gün oruç(!) tuttuğumu ve istemeden de olsa orucumu bozduğumu düşünerek dertlere düştüm. Öyle ya nasıl 61 gün kefaret ödeyecektim. Oysa tuttuğum oruç bile değildi. Çocuk aklı işte.

O zamanların Kunduracılar Caddesinin bir özelliği de Caddenin sonunda şimdi bir otelin olduğu bölgede, eski hali restore edilerek çarşı yapılmış olan bir  ‘’EV’’ vardı. O zamanlar at arabaları da yaygın olarak kullanılırdı, gündüz mağazalara mal taşınırdı, akşamları ise bu evin müşterileri at arabasıyla bizim evin önünden geçerek bu meşhur eve giderlerdi.

Gündüzleri tam karşımızda bulunan ‘Güçlücan’ isimli bir plak dükkanı, gün boyunca bağırta çağırta, yeni çıkan şarkıları döne döne çaldırır,  kulağımızı, beynimizi deşerdi.

Gece olunca da bu özel evin müşterileri evin önünden faytonlarla geçerken sarhoş kafalarıyla şarkı türkü söyler şamata yaparlardı.

Sanırım birkaç yıl sonra bu ‘EV’ oradan taşındı ama düşününce bayağı şenlikli bir yerde oturuyormuşuz. Şimdi olsa böyle bir yerde oturmaya korkar insan, o zamanlar hiçbir endişe taşımazdık. Çünkü mahallemiz kavramı vardı. Mesela ben liseye giderken, ruhsal dengesi bozuk bir arkadaş beni takip etmeye başlamıştı. Bu gariban bizim sokaktaki çaycı Haydar abiden güzel bir dayak yemiş ve arkamdan gelmekten ancak o şekilde vaz geçmişti. Haydar abiye beni kurtar dediğimi falan da hatırlamıyorum. İşte böyle bir mahalle ruhu vardı.

İnsan hafızası ne kadar tuhaf, bir kar yağdı, benim akıl nereden nereye uçtu.

EGELİ OLDUK BE YA; İLK GÜNLERDEKİ DEVE ŞAŞKINLIĞIM ŞİMDİ BİR ANLAM KAZANDI

Buraya taşınalı neredeyse 2 yıl dolmak üzere, başlangıçta bizi şaşkınlığa uğratan pastoral yaşam, artık gittikçe daha alışıldık hale geliyor. Köyümüze ulaşmak için diğer köyün içinden geçmemiz gerekiyor.  Bu köyde bir çok kez bir keçi ya da koyun sürüsü ile karşılaşır ve arabayı durdurup yol vermek zorunda kalırız.

Continue reading… →

Show Buttons
Hide Buttons