Günün öyle bir anında doğmuşum ki vakitlerden alacakaranlıkmış (gündüz desen değil, gece desen değil; gecenin karanlığa gömülmeden hemen öncesi, üstelik bir kış gecesi). Bu zaman aralığı edebiyatta olsa olsa vampirin kana susamaya, suçluların sokağa dökülmeye başlaması ya da canından bezmiş bir memurun işten çıkıp daha da mutsuz olduğu evine dönme zamanı olarak yer alır. Zaten alacakaranlık hangi insana güzel kokan çiçekler, ilk bakışta aşk ya da yeni heves hissiyatı verir ki? Böyle bir zamanda telefon çalsa insanın korkudan dudağı uçuklar, insanın başına gelebilecek en güzel şey olsa olsa sıcak çikolata, battaniye filan olabilir. Ama anamın başına ben gelmişim.
Yılın öyle bir gününde doğmuşum ki, hemen ardından yılın en uzun geceleri, yani Şeb-i yelda günleri başlamış. Kış gün dönümü zamanı, bu en kısa günleri atlatabilmek için dünyanın hemen bütün kadim inanışları bir bayram icat etmişler. Türklerde Nardugan, Norslarda Yule, Keltlerde Alban Arthan, Romalılarda Mintranın doğumu, Hristiyanlarda Noel … Tabii bir de şu açıdan bakmak mümkün, artık bu en kısa günlerin sonunda yani 25 Aralık’ta artık gün uzamaya başlayacak, yani mitolojik olarak ışık galip gelecek.
Yetmedi, ayın son hilal fazında doğmuşum bir iki gün sonra yeniay olmuş. Ay döngülerine bakılacak olursa yeniay zamanı gökte ay ışığının olmadığı yani göğün en karanlık olduğu zamandır. Hemen öncesinde iyice incelen bir hilal vardır. Ayın bu dönemi ise sezgilerin en güçlü olduğu, büyücülerin, cadıların en faal olduğu dönem olarak düşünülür. Modern zamanlarda neopagan inanışta bu günlerin meditasyon ve dua ile geçirilmesi gerektiğine inanılır.
Sonuç olarak ben hem günün, hem ayın, hem de yılın en karanlık zamanlarının hemen öncesinde neredeyse karanlığa dalmak üzere doğmuşum. Zaten böyle bir zamanda doğmayı da ancak ben becerebilirdim. Gene de hiç umudumu kaybetmeden 66 yıldır, her sene, kendime dilek tutup, herkeslerimden sağlık, mutluluk dileklerini kabul ediyorum.
Aylardır köyümüzde, birkaç koldan yürüyen, bitmek tükenmek bilmeyen, mücadele alanları var, köy arı kovanı gibi vızır vızır işliyor .
Birinci mücadele silsilesi su üzerine; geçen seneki kuraklık ve bunun sonucunda köyün suyunun azalması, zavallı muhtarımızın bitmek bilmeyen ancak bir türlü tam olarak sonuca ulaşamayan mevcut suyu kurutmama, mümkünse yeni su kaynakları bulma mücadelesine dönüştü.
Adamcağız önce köyün su deposunu büyüttü, aslında bunu yaptığı zaman köyde bol su vardı sadece temmuz sonu ve ağustos aylarında köydeki büyük baş hayvanlara su içirildiği saatlerde 1-2 saatliğine sular azalıyor, bazen de kesiliyordu. Köyün suyunu aldığı yeraltı suyu bayağı bol olduğundan depoyu büyütürsem sorun çözülür sanmıştı, ancak bu depo yapılıp da köye yeni depodan su verilmeye başlandığı günden itibaren köyün şebeke suyu artacağına azaldı. Bence yeni depodan iyice eskimiş şebekeye su verilince, basınç fazla olduğu için zaten mevcut olan sızıntıları, patlakları artırdı. Yer yer toprağın yüzeyinden su sızıntıları oldu, hiçbir dere akmazken köyün ortasındaki dere (normalde suyu azdır) bu yıl şakır şakır aktı, sırf bundan bile şebekenin sızdırdığı belli. Ancak ben muhtarı bin bir güçlükle eskiyen şebeke borularından sızıntı olduğuna ikna edebildim; nihayet boruların yenilenmesi için dilekçe verdi. Zaten, meğer köyün su şebekesi 40 yıl önce yapılmış, daha sonra çeşitli tadilatlardan geçmiş, şu anda tam planını bilen bile yok, ancak dışarı sızan su olursa orayı açıp kısa bir boru değişimi yapıyorlardı, şimdi makyaj yetmiyor, bütün şebekenin yenilenmesi gerek.
Geçtiğimiz yıl, aşırı kuraklık nedeniyle yeraltı suyu da çok azaldı, garibim muhtar, aylardan beri sabah akşam gidip gelip depoyu kapatıp açıyor, böylece kaynak suyunun kurumamasını sağlamaya çalışıyor. Çünkü bizim köylü su konusunda çok tuhaftır, hesapsızca kullanır, benim artezyen kuyumu 1 yazda kuruttular, muhtar suyu kapatmasa köyün bol kaynak suyu haznesini de kurutmayı başarırlardı. Çünkü yeraltı sularının günlük belli bir dolma kapasitesi var, her gün bu kapasitenin hepsini çekmeye kalkışınca su haznesinin şekli değişiyor, bir süre sonra artık kuyudan su gelmez oluyor. Benim kuyu kendine gelene kadar haftalar geçmişti.
Köylülerin daha önce bu şekilde kuruttukları birkaç yeraltı kaynağı olmuş birkaç yılda bir ormanda faklı sular bulup, onları şebekeye vermişler, en son kullandığımız kaynağı bulunca da artık hiç su sıkıntımız olmayacak diye düşünmüşler. Bu nedenle de şebeke suyunu hunharca kullanıyorlardı, kendi bahçelerindeki yüzeysel kuyuları doldurmak için bile şebeke suyunu akıtırlardı. Normalde köyün hemen aşağısında tarım için kullanılması gereken sulama kanalları var, bizim köyde çok az kişi oradan su taşırdı.
Bu yaz boyunca muhtar su aradı, buldukları bazı kaynağı kullanmasına toprak sahibi izin vermedi, bazıları çok derinde çıktı. Sonuç olarak gene eski kaynağımıza bağımlıyız. Kasım ayında bol yağmur yağdı da şükür suyumuz bir hayli kendine geldi. Şimdi büyük bir hevesle kar yağmasını bekliyorum, çünkü evin önündeki derede nihayet su var, ama henüz akmıyor. Umarım bu yıl şebekemiz de yenilenir.
Bir başka iş silsilesi ise orman yangınının ardından gelen hasar onarma mücadeleleri. Susuzluk ve aşırı sıcak havalar, yazın orman yangınlarını da tetikledi, ama asıl yangını çıkaran ormandan geçirilen ve yıllardan beri bakımı yapılmayan yüksek gerilim hatları imiş. Fakat ben köyün bu kadar yakınından geçen yüksek gerilim hatlarının olduğunu bile bilmiyordum, çünkü normal elektrik direklerinden çok da farklı değildiler, altlarındaki ağaçlar bile kesilmemişti. Yangından hemen hatların altındaki ağaçlar kesildi, ancak o zaman bu direklerin farkına vardım.
Yangın sebebini o kadar araştırdılar, köylüleri tek tek sorguladılar, ama bence başından itibaren yangının yüksek gerilim hatlarından çıktığını anlaşılmıştı. Kimse cezalandırılmadı, yangın doğal sebeplerle çıktı denildi ama ilk günlerde önce teller ardından hızlıca direkler kaldırıldı. Sonrada birkaç hafta içerisinde devasa direkler dikilip teller yeni model yalıtımlı tellerle değiştirildi.
Eskiden farkında bile olmadığım yüksek gerilim hattı şimdi doğanın organik hatlarını bıçak gibi kesip, göz kanatıyor. Böyle olunca anatomik olarak da yangını başlatan canavar gözle görünür oldu, çünkü yangının başladığı vadide elektrik hattı ile yangın alanı birebir örtüşüyor.
Yangından sonra elbette bir de yanan ağaçların temizlenmesi meselesi var; ormancılar haftalarca çalışıp, tek tek kesilecek daha doğrusu kesilmeyecek ağaçları belirlediler. Şimdi de kesimler yapılıyor, kütükler taşınıyor, ormanın örttüğü arazi, derin vadiler, kayalar, sel yatakları ortaya çıktı, çıplak toprak hala yanık görünüyor. Şimdilik hala felaket sonrası görüntüleri var, ancak bundan sonra eğer insan eli değmezse çok kısa zamanda orman yenilenir. Yukarı köyde kesilen kızılçamların yerine meşe dikerek yenilenen bir deneme ormanı var, çok kısa zamanda nefis bir orman haline geldi. Umarım yeniden dikim yapılacaksa kızılçam değil de zaten yöresel bir ağaç olan meşeyi tercih ederler. Dikim yapılmaz ise zaten en fazla 5 senede çamlar ev boyunu geçiyor.
Köyde yollar devasa iş makineleri, kamyonlardan geçilmiyor. Bu iş makinelerini seyretmeye de bayılırım, bir kere çok güçlü arazi araçları, olmayacak yerlerde geziniyorlar, nesneleri çok becerikli bir şekilde kavrayıp, yerleştiriyorlar, ben onların koca kütükleri kamyona dizdikleri gibi çamaşır çekmecemi düzenleyemiyorum. Konuştuğum kadarıyla daha bir hayli iş varmış, aylar boyunca bu trafik devam edecek gibi görünüyor.
Öte taraftan köyün orman yangını olmayan tek yönünde de rüzgâr türbinleri yapılmak üzere bir faaliyet silsilesi yaşanıyor. Önce çok kısa bir sürede Yukarı köyde inşaat için bir operasyon merkezi kurdular, şimdi de bir yandan türbinler için yerler hazırlanıyor, diğer yandan da devasa türbinleri taşıyabilecekleri yollar açılıyor. Neyse ki yollar için, çoğu yerde mevcut orman yolunu kullanıyorlar, ancak köyleri baypas etmek için kısa yol eklentileri yapılacak. Bizim evin sanırım 300 metre kadar yakınından, bir iki tarlayı geçip, yukarı köyün yoluna ulaşacak bir kestirme yapılacak. Çünkü bu türbinlerin her bir kanadı birkaç tır uzunluğunda ve normal yollardan geçmesi imkânsız. Çoğu zaman bekletiyorlar, trafiğin az olduğu saatlerde yola çıkartıyorlar. Mesela bir kanadı Çanakkale kavşağından Çan yoluna döndürürlerken görmüştüm, yolu kapatıp, ters yoldan geri geri alt yola indirip, bin bir zorlukla istenen yöne soktular. Yani bunları taşımak için her kavşakta, her yolda bir strateji belirliyorlar. Bizim köylerin içindeki kıvrım büklüm yollardan süt tankerlerinin nasıl geçtiğine bile şaşırıyorum, bunların geçmesi mucize olurdu. Bizim köy gibi aşağıdaki ve yukarıdaki köylerin de içinden geçemezler. Galiba biraz da yol inşaatı izleyeceğiz.
Bu arada bizim komşunun Mesut adında makine mühendisi bir oğlu var. Bu çocuk, yıllardan beri iş arayıp durur ve bir türlü bulamazdı. Çocuk artık neden okuduğunu, hatta var oluşunu sorgular olmuştu, kederden suratı hiç gülmezdi. Bir gün bahçe işlerinde bana yardım eden İbrahim Bey onu görmüş ve ağır psikiyatrik hasta sanmıştı. Çocuk o derece derin depresyondaydı. Ben de onun iş bulmasını o kadar çok istiyordum ki adak bile adamıştım. Nedense tarıma dayalı bir iş yapmak da istemiyordu, oysa mesela doğal ürünler üretip satmaya başlasa belki de şimdiye kadar yanında işçi çalıştıran bir patron bile olmuştu. Ancak o mutlaka maaşlı bir işte çalışmak istedi, hatta geçen aylarda çöp işine bile başvurmuş, sen bu iş için çok okumuşsun demişler. Çocuk keşke hiç okumasaydım demeye başlamış. İşte bu adıyla mütenakız(çelişik), yüzü gülmez Mesut neredeyse kendi köyünde iş yapan bu enerji şirketinde çalışmaya başladı. Bu özel şirketlerde çalışmak çok zor, sabahın köründen, geç saatlere kadar çalışıyor, üstelik sadece iki haftada 1 gün izni varmış, dolayısıyla çocuğu işe girdiğinden beri hiç görmedim ki artık yüzü gülüyor mu, yoksa işsiz geçen yıllarında gülmeyi tamamen unuttu mu diye bakayım.
Mesut işe girince hemen adağımı hatırlayıp, helva kavurup götürdüm, çocuğu bilmem ama aile oldukça mesut görünüyor.
Bu çocuğun yıllar boyunca ne kadar çok iş başvurusu yaptığına ben şahidim, çünkü online mülakatları, bende uydu internet olduğu için gelip bizim evde yapardı. Son yıllarda eğitimli gençlerin işsizliğinin ciddi bir sorun haline geldiğini bildiğim için Mesut beni çok etkiliyordu. Umarım her gencin, eğitimine uygun severek çalışacağı bir işi olur.
Bu arada Çanakkale’de son bir haftada, tuhaf bir şekilde 4-5 araç yandı. Köyden şehre ulaştığımız yolda önce bir aile aracı, bir gün sonra neredeyse aynı noktada otobüs yandı. Özellikle otobüs tamamen kül yığınına döndü. Bermuda şeytan üçgenine dönmüş yolumuz eksikti onu da tamam ettik. Allah sonumuzu hayretsin.
Hesiodos, MÖ 700lerde yaşamış, adı Homeros ile birlikte anılan en önemli Yunan şairlerinden biridir; iki önemli eserinden biri bir çeşit yaradılış destanı olan Teogonia, diğeri ise tarımdan hayattan önemli bilgiler aktardığı İşler ve Günler destanlarıdır. Aslında bu dönem destanlar dönemidir, ancak geleneksel olarak destanlar sözlü kültür ürünleridir, oysa Hesiodos bu şiirsel anlatılarını yazıya dökmüştür, dolayısıyla Yunan şiirinin de babası olarak tanınır.
Bu ansiklopedik bilgiden sonra köyden işler ve günler yazıma başlayayım. Her şeyden önce geçen haftalarda yangından kurtulan zeytinleri toplayıp, birazını yemeklik olarak tuzladık, çok az bir miktar da yağ çıktı. Bu sene buna da şükür diyorum, yarın belediyenin düzenlediği ‘agrohomoepati’ kursuna katılacağım. Umarım yangında zarar gören ağaçlar için ne yapılması gerektiğini de anlatırlar. Bu konu ile ilgili bir yazı yamayı düşünüyorum.
Yangın demişken bir parantez açıp, köyün yakınlarından geçen yüksek gerilim hatlarını, direklerini, tellerini tamamen yenilediler. Buna hem çok kızdım, hem de çok sevindim. Kızdım; çünkü ormanımızı yakmadan da bu yenileme işlemini yapabilirlerdi, aslında yıllar önce yapmış olmaları gerekirdi, sevindim; çünkü en azından önümüzdeki senelerde elektrik tellerinden ormanımızın yanma olasılığı azaldı.
Bu parantezi kapatacak olursam, bu mevsim zeytinleri toplamak kadar önemli başka işler de var. Bahçeyi kış mevsimine hazırlamak, kışın toprağın havalanması için çapalamak gerekiyor, bahçede çapa işlerini tamamladık. Kışlık sebzeler, yaz sebzelerinden biraz daha farklı hemen her birinin farklı zamanda dikilmesi gerekiyor, ben de bazı kış sebzelerini diktim, diğerleri için uygun zamanı bekliyorum.
Bu arada toprağı güçlendirmek için, bahçedeki bütün sebzeleri hasattan sonra çürümeleri için tekrar bahçeye seriyorum. Bu yıl, havalar yakın zamana kadar oldukça sıcaktı, son haftalarda da yağmurlar başlayınca bahçede patatesten, bezelyeye, fasulyeden, domatese kadar çıkmayan sebze kalmadı diyebilirim. Tabii bunlar soğukta donacaklar ama toprağı güçlendirecekler.
Bu yıl bahçeye lahana çeşitleri, pazı, pırasa, marul, ıspanak, bakla, soğan ve sarımsak diktim, bezelye de dikeceğim ama zamanı değil. İlk defa maydanoz konusunda başarılı oldum, daha önce bir türlü maydanoz büyütememiştim. Bahçıvanıma sordum, altında delik olan büyükçe bir saksıya yarıdan çoğu inek gübresi olan toprak koyup, maydanoz tohumlarını attım ve bolca da suladım. Şimdi 4-5 yıl kadar bu maydanoz sana yeter diyor, artık bakacağız, şimdilik gayet güzel görünüyor.
Günler artık iyice kısaldı, hava da oldukça kapalı, tam olarak benim kapıma kurt dayansa, senin burada ne işin var diyemem, eve buyur edip kestane ikram ederim dediğim havalar. Bu havalarda ben hemen kendime online bir sürü eğitimler ayarlıyorum. Bu sıralar mistik takılıyorum, mitler, rüyalar ve tasavvuf başlıca sohbet konularım. Dayanamadım; gene açık öğretime yazıldım, bu sefer 2 yıllık da değil 4 yıllık, Türk dili ve edebiyatı okumaya başladım, bakalım bitirecek kadar azimli olabilecek miyim? Galiba ölene kadar okumaya devam edeceğim. Yeni şeyler öğrenmek, ya da bildiklerimi sistematik şekilde tekrarlamak, çok hoşuma gidiyor. Eğer bıkarsam bırakırım rahatlığı da var. Sonuç olarak gittikçe gençleşmiyoruz, beyin çalıştırmak lazım.
Dün oldukça tuhaf bir gün yaşadım, küçük şehirde yaşamanın avantajı ile birkaç saatte bütün işlerimi hallettim, büyük şehir olsa belki bütün günde bitiremezdim. Dün Cemal Ünlü adında çok yönlü bir sanatçı (tiyatro oyuncusu, yazar, taş plak kolleksiyoneri) sunumu vardı, onu dinlemek için evden çıktım. Daha anayola ulaşmadan dişimin kaplaması düştü (geçen hafta beni rahatsız etmeye başlayan 2 kaplamayı söktürmüştüm, ağzımda geçici kaplama var), hemen dişçiye telefon ettim, gel yapıştıralım dediler. Yolumun üzerinde bir benzin istasyonunda tanıdık bir börekçi var, ona uğrayıp börek aldım (çünkü sunumdan önce bir arkadaşımın evinde kahve içmeye gidecektim), oradan çıkarken yürüyüşümde gariplik fark ettim, sanki terlikle yürüyordum, oysa bu yıl ilk kez bot giymiştim. Meğer bütün yaz dolapta bekleyen bot kurumuş, giyince de tabanı ayrılmış, üstelik de hem burun kısmından hem de topuktan ayrılmış, sadece ortadan tutuyor. Eve dönüp değiştirecek zaman yok, diş hekimi beni bekliyor. Mecburen geçici bir çözüm ürettim. Bir ayakkabı bağı alıp, tabanı alttan sararak bağlamayı planladım, sonuç olarak bu akşamı atlatmak lazım.
Böyle üstümde ne var ne yok ayrıldı diye kahkahalar atarak bu şehre geldiğim günden beri arabamı park ettiğim otoparka ulaştım. Küçük şehir avantajları; arabamı park ettiğim otoparkın bitişik sokağında ayakkabı bağını aldım, resmen dükkanın içindeki merdivenden çıkıp diş hekiminin muayenehanesine vardım. Oradan bir koşu önce bir arkadaşıma kahve içmeye gittim, sonra da Kepezdeki sunuma yetiştim. Büyük şehirde olsam saatler sürecek işler.
Cemal Ünlü’nün oldukça organik gelişen sohbeti eşliğinde, cumhuriyetin ilk kadın ses sanatçılarının taş plak kayıtlarını dinledik. Şarkıların çoğunu tanısam da hiç bilmediklerim de vardı, sanatçıların çoğunun adını bile duymamıştım; Nazmiye Sedat isimli bir sanatçının sesi çok dikkatimi çekti. İsmini aklımda tutamamıştım, konuşma bitince sordum. Meğer Cemal beyin 4000 adet taş plağı varmış, bu sanatçıyı o da çok ayrı yere koyarmış, kadının sesini diğerlerinden ayırt ettiğim için çok mutlu oldu, bana mail adresini verdi, kadının diğer kayıtlarını da gönderdi. Hayatımda ilk defa birisi bana müzik kulağımın çok iyi olduğunu söyledi. Bunun gerçekle uzaktan yakından ilgisi olmadığını bilsem de bunu duymak egoma çok iyi geldi.
Bu aralar gene eski hastalarımdan, yeni arkadaşlarımın kendilerinin ya da aile fertlerinin hastalıklarından çok danışanım oluyor. Bu tür danışmalar artık günün makul saatlerinde yapıldığından hiç rahatsız olmuyorum, aksine birazcık olsun yardımcı olmak hoşuma gidiyor. Geçtiğimiz günlerde neredeyse tanıdığım bütün yaşlılarım beni arayıp durdular. Bu gün öğretmenler günü olduğundan eski öğrencilerimden bir hayli arayan oldu. Çok uzun zamandan beri hiç haber almadığım, henüz öğrenci iken MS tanısı koyduğum, yaşadığını bile bilmediğim çok eski bir tanıdıktan haber alıp mutlu oldum.
Nihayet argohomeopati kursuna katıldım. Homeopatik yöntemler kullanılarak zirai ilaç kullanmadan bitkileri sağlıklı büyütme yöntemi diyebilirim. Üzerinde biraz daha çalışmadan yazmayacağım. Zaten birçok yöntemi kullanıyormuşum onu da anlamış oldum.
Yıllar önce Sarp kapısı açıldığında Azerbaycan’dan birçok kişi ile tanışma fırsatı bulmuştuk. Bu arada bir, iki nesilde Türkçe’nin nasıl da birbirinden farklılaştığına birinci elden tanık olduk. Sayıları Rusça söylüyorlar, arabadan düşüyorlar, etin sümüklüsünü seviyorlardı. En çok hoşuma giden şeylerden biri de onların hoşuma gelir demesiydi. Biz yağmur yağıyor deriz ya, biri bana ‘siz hem yağmir, hem yağir dersiz, ne anlamak lazım gelir’ demişti.
Son günlerde bu hem yağmir, hem yağir lafı nedense çok sıkça aklıma geliyor.
Normalde bizim köyde eylül ayının ortasından haziran ayının ortasına kadar yağmurlar yağar, kışın da en az 3-5 kez 30 hatta 60 santim yüksekliğinde kar yağar, günlerce de kar kalkmazdı. Bir yıldan daha uzun süreden beri neredeyse hiç yağmur yağmadı, 2022 ilkbaharından şu ana kadar sadece geçtiğimiz mayıs ayında birkaç kez yağdı, hepsi bu kadar. Kar ise hiç yağmadı.
Evin önünde minik bir dere var, normalde yılda sadece 1,5-2 ay kadar kururdu, o da elini dere yatağına sürdüğünde toprak ıslak olurdu. Geçtiğimiz sene ise sadece mayıs ayında derede, 3-4 hafta kadar azıcık su vardı. Toprak yazın susuz kalınca resmen fay hatları gibi çatladı, öyle derin ve geniş yarıklar oluştu ki bir Karadeniz insanı olarak şaşırıp kaldım.
Bizim köyün suyu orman içinde bir yer altı kaynağından geliyor, normalde musluklardan akan su hemen hiç kesilmez, sadece temmuz ayının sonundan eylül ayına kadar, sabah, akşam hayvanların sulandığı 1,2 saat su kesik olurdu. Bu saatlerde de köyün su içilen ve kaynağı farklı olan çeşmelerinde su akardı. Bu sene köyde bol bol bulunan çoban çeşmelerinin hemen hepsi aylardır kupkuru. Bir de köyün çevrede çok beğenilen bir içme suyu vardır, o suyun kaynağı farklıdır, o çeşme akıyor, o da köy dışından kimsenin almasına izin verilmiyor.
Geçtiğimiz sene kurak geçince yer altı suları iyice azaldı, bizim köyün şebeke suyunu sağlayan kaynak da muhtarın söylemesine göre üçte bire inmiş. Muhtar köyün kaynağını korumak için, günün büyük kısmında deponun vanasını kapatıyor, haziran ayından beri sadece akşam ve sabah saatlerinde su veriyor. Böylece hayvanlar ve tarım için köyün şebeke suyu kullanılamıyor. Muhtara suyu kesmesini ben söyledim, yoksa bizim köylü su kullanımı konusunda laf söz dinlemez. Böylece bizim köy zorla da olsa su tasarrufu yapıyor. Ben evde mesela sifon çekmeyi filan kısıtladım.
Bu su kıtlığına bir de orman yangınları eklendi. Barajlar bir de yangın söndürmek için kullanıldı. Şimdi Çanakkale şehrinin içme suyunu sağlayan barajın suyu iyice azaldı, bir takım tedbirler getirildi, araba yıkamak filan yasaklandı. Gerçekten ciddi su kıtlığı var.
Ama nihayet yağmur yağmaya da başladı, ama çok garip yağıyor. Eskiden hava tahminlerinde %60 yağmur ihtimali verdiler mi mutlaka yağardı, şimdi % 80 ihtimal bile bir damla yağmayabiliyor. Şöyle yağacak, böyle yağacak denilen yağmur sadece çiseleyip bitebiliyor, yahut sadece 1 dakika yağabiliyor. Toprak o kadar kuru ki üzerine düşen her damlayı emiyor, günlerdir yağmasına karşılık dereler bomboş. Şimdi şu saatte yağmur yağmasını beklerken böyle bir su yazısı yazmaktan başka bir şey gelmedi elimden.
Dün akşamüzeri 2 saatlik lodoslu bir yağmurda neredeyse sele karıştık. Cam balkonun camlarının aralarından balkona su sızmış, mutfak balkonunun kapısı açıktı, kapının 2 cm’lik eşiğinden aşıp mutfağı su basmış. Evin dış kapısı da güneye bakıyor, oraya da lodoslu havalarda su giriyor diye camlı kapı ile kapatmıştık, oradan da su girdi. Bütün gün zaten öyle bir lodos fırtınası vardı ki, boğaz ve ada feribot seferleri iptal edildi. Boğazın içindeki köy iskeleleri koptu, plajlar, kordon caddeleri su altında kaldı. Bu ay içerisinde bu ikinci lodos fırtınası. Bu kadar kötü esince, şimşek filan da olunca mutlaka elektrikler de gidiyor. Tabii gene aynı filmi izledik. Bu gün yine yürüyüşe çıktım, inanılır gibi değil ama neredeyse bütün suyu toprak emmiş, gene dereler bomboştu, çoban çeşmelerinden bir kaçı damlamaya başlamıştı.
Uzun lafın kısası yağmır, yağmır, yağınca da çoşir, taşir.
Toprakla uğraşınca hava koşulları hayatımı daha doğrudan etkilemeye başladı. Bu yıl hem aşırı kuraklık ve sıcak, hem de orman yangınları, bu yangınlardan sızan gazlar, bütün ürünlerde hasar yaptı. Hemen hiçbir şeyde verim yok. Bizim zeytinlik zaten yandı. Sonuç olarak sadece hünnap bol bol verdi diyebilirim.
Böyle kurak geçen yazın tek faydası, yabani ot bile bitmediği için bahçede fazla yorulmadım.
Elbette küsüp bırakmıyorum. Kış bahçesine dikim işlerini büyük ölçüde tamamladım. Aslında tam zeytin toplama zamanı. Yağmur yağmadan zeytin toplanmıyor, çünkü dala sıkıca yapışık oluyor. Bu sene zeytini olgunlaştıracak yağmur çok gecikti ve yağmurla birlikte çok rüzgâr esti. Olan zeytin de döküldü. Sonuç olarak zaten yeni yanmış bir ağaçtan ne bekleyebilirim ki. Neyse ki organik tarım yapan bir arkadaş, bana bitkiler için kullanılan, hemeopatik yöntemler olduğunu ve yanmış ağaçlarda ne kullanılması gerektiğini çalışıp, bana öneride bulunacağını söyledi. Bu sene sadece ağaçların kendiliğinden toparlanmasını beklemeyeceğim, hem derince budama yaptırıp, hem de bu yöntemi kullanmayı düşünüyorum.
Tabii ki bizim yapacağımız hiçbir şey şöyle güzel birkaç kar yağışının yerini tutamaz. Arkadaşımın hazırladığı yöntem nedir, işe yarayacak mı bakacağız artık.
Geçen hafta sonu yerel gezi guruplarından biriyle Kaz Dağına geziye gittim. Dünyanın her yerinde olduğu gibi Anadolu’da da üzerine efsaneler, masallar anlatılan, kutsallık atfedilen birçok dağ mevcuttur. Bazı dağların efsaneleri ise nesillerdir anlatılan hikâyelerden çok daha fazlasıdır, örneğin din kitaplarında Hz Nuh’un gemisinin tufan sonrasında bir dağa oturduğu anlatıldığı için Ağrı Dağında, Cudi Dağında çeşitli arkeolojik araştırmalar yapılmış, ya da yapılmak istenmiştir. Özellikle ağrı Dağının efsanesi neredeyse bütün dünya tarafından bilinmektedir, buna karşılık Anadolu’da bir sürü dağın yerel hikâyeleri yerel halk arasında oldukça iyi bilinir. Kaz Dağının, namı diğer İda Dağının efsanelerinin pek çoğu da Yunan mitolojisinde anlatıldığı için batı dünyası tarafından oldukça iyi bilinmektedir.
Ancak Kaz Dağlarının yerel efsaneleri de oldukça fazladır. Buraya yerleştiğimden beri, yerel halk arasında; değişik şekilli kayaların, gizli mağaraların, bazıları Yunan mitolojisindeki efsaneleri andırır şekilde efsaneleri olduğunu dinlemeye başladım. Bu efsaneler arasından iki tanesinin Yunan mitolojisinden kaynaklanmadığı çok net olarak ayırt edilmektedir.
Bunlardan biri yani ‘Hasan Boğuldu’ efsanesi, gerçekten Hasan isimli bir gencin boğulduğu doğal bir göletin isminin, bölgede bir süre yaşamış ünlü yazar Sebahattin Ali’ye ilham vermesi üzerine yazdığı bir edebi eserden köken almaktadır. Sebahattin Ali’nin eserinde bölgenin kültürel özelliklerinin ve gündelik yaşamının da ustaca anlatılması, öykü dinleyende gerçeklik duygusu uyandırmaktadır. Bu öykünün göletlerin ve şelalelerin olduğu bu bölgeye turistik bir değer katması, zamanla öyküyü resmi söylem haline getirmiş, giderek gerçekte balık tutmaya çalışırken boğulan Hasan’ı adeta bir modern zaman Mecnun’una döndürmüştür. Hasan Boğuldu göleti ve çevresi Milli Park alanıdır. Gerçekten, çok güzel bir vadideki bir dere, çağlayanlar ve gölcüklerle çok çok güzel bir dağda, çok özel bir alan oluşturur. Bu güzel dere, halen içme suyu olarak da kullanılmaktadır.
Gelelim asıl hikayemize, bu hikayenin zeminine ve güncel etkilerine.
Kaz Dağlarında ve eteklerinde yaşayan nüfus; aslen bu bölgeye Orta Asya’dan gelen önce konargöçer yaşayıp daha sonra yerleşik hayata geçen şimdilerde Türkmenler ve Yörükler olarak adlandırılan Türklerdir. Türkmen ve Yörük sözcükleri köyün etnik kökenini değil, Alevi ya da Sünni olduğunu gösteren terimlerdir. İslamiyetin değişik yorumlarına inanmakla birlikte Orta Asya’dan beri getirdikleri gelenekleri ortak olan bu insanlar, kim bilir nasıl bir gerçek hikayeyi eğip bükerek, kutsallaştırarak, üzerinde yaşadıkları bu dağa kendi öz benliklerinden bir anlam katarak ortaya Yunan mitolojisinden bağımsız bir büyük efsane çıkartmıştır.
Sarı Kız efsanesi, kısaca önce kışın köyde (kışlak) yaşayan ve yazın hayvanlarını dağa çıkaran bir ailenin annesinin ölmesi üzerine baba ve kızın başka bir kışlağa göçmeleri, ancak yazları aynı yaylayı kullanmaları üzerine kurulu bir öyküdür. Bu yeni gelenlerin köyde pek de hoş karşılanmadıkları anlaşılmaktadır. Köylüler güzelliğini bahane ederek Sarı Kızı önce taciz edip, daha sonra da iftira atmışlardır. Kızını köyde bırakıp hacca giden babası geri döndüğünde ondan köyün namusunun kurtulması için kızını öldürmesi istenir. Baba kızını fiilen öldürmese de, birkaç kaz ile birlikte dağın tepesinde ölüme terk eder. Bu süreç içerisinde hem babada hem de kızda bir takım kerametler de görünmüştür ama bu belirtiler bile köylünün Sarı Kıza kumpas kurmasını engellemez. Baba da artık nasıl bir erense kızının arkasında durmaz.
Sarı Kız, beklentinin aksine, dağda ölmediği gibi kazları da gittikçe daha büyük bir sürü halini alır, kazlar sağa sola uçarak çevre köylerin tarlalarını, ambarlarını yağmalar. Sarı Kız burada da kazları bahane edilerek taciz edilir ve yaşam alanının etrafına kocaman kayalardan devasa bir duvar örmek zorunda kalır. Bundan sonra kazlar artık kimseye zarar vermezler. Dağda tek başına yaşamak zorunda bırakılan, bunca haksızlığa göğüs germek zorunda kalan Sarı Kız artık erenlere karışmış, bir melek gibi dağda her dara düşeni kurtarmaya başlamıştır. Bu gezginlerin tariflerinden babası kızını tanır ve hayretle kızının yaşadığını öğrenir. Artık kızı toplum tarafından bağışlandığı için, kendisinin de barışmasının uygun olacağını düşünür.
Ancak artık seyri sülük sürecini tamamlayan Sarı Kızın ise dünyevi hayattan bir beklentisi kalmamıştır. Geri dönmez. Öykünün devamında çeşitli söylentiler var, ama ortak nokta babanın ölüsünün bir zirvede, kızın ölüsünün diğer zirvede bulunmasıdır. Babanın türbesi şimdi askeri alan içerisinde kalan ‘Baba Tepe’dedir. Sarı Kız için türbe yapılmamıştır, ancak onun tepesi bu gün bir ziyaret ve sunak alanıdır. Bu tepeye istediğin zaman ziyaret yayıp adak adayabilirsin, özellikle de çocuğu olmayanlar Sarı Kızdan yardım istemeye gelir, dua eder, mum yakar, çaput bağlar. Dağdan bir taş alıp, dileği yerine gelince taşı dağa iade eder. Ağustos ayının üçüncü Pazar günü ise özel bir etkinlik yapılır. Türkmenler tepenin bir yamacından, Yörükler diğer yamacından yaklaşarak çadır kurar ve cumartesi gecesini burada geçirirler, Pazar günü de ziyaretlerini yaparlar. Özellikle Türkmenlerde her ailenin çadır alanı ve ocağı belirlidir, biri öldüğü zaman ocağı tüttürmek onun oğluna geçer, kimse kimsenin ocağını kullanmaz, yakmaz, söndürmez.
İzlenimlerim şöyle; Sarı Kızın ördüğü söylenen duvar bir insan elinden çıkmış olamaz, ama ilginç bir teknonik oluşum olduğu ve alanı sınırladığı gerçek. Sarı Kızın ziyaret alanı Orta Asya’da gördüğüm sunak alanlarının neredeyse bire bir kopyası, hatta insan kendini Budist bir sunak alanında bile sanabilir. Artık konargöçer hayattan kopulup, yerleşik hayata geçilmesine karşılık, hem Sarı Kız tepesinde, hem de hep birlikte yapılan ritüalistik toplanma töreninde, nesilden, nesile taşınmış geleneklerdeki kadim bellek, Orta Asya’ya kadar uzanıyor.
Sarı Kız artık yerel halk tarafından çok saygı gören, Anadolu erenlerinden biridir. Ancak, Sarı Kız efsanesi sadece Anadolu’nun ezoterik zeminini anlatan bir efsane değil, öyküde çok karanlık motifler var. Mesela hikâyede ağır bir cinsiyet ayrımcılığı var. Sarı Kızın tek suçu kendini taciz eden gençleri istememekti, ama sırf bu nedenle iftiraya uğradı, toplumdan dışlandı ve ölümüne karar verildi. Üstelik kendi babası bile kendi adını temize çıkartmak adına kızını dağda yalnızlığa ve ölüme terk etti. Öyküde, çok ciddi, hatta zamanımıza göre suç teşkil eden, erkek egemen gelenekler örüntüsü çok belirgindir.
Öyküde tek hoşuma giden şey babanın artık kız temize çıktı diye özür dilemesine karşılık, kızın tam da geçen yazımda bahsettiğim şekilde babayı ve toplumu af etmesi, yani artık kimsenin sözünden incinmemesi, kimseden acı yüklenmemesi, dahası ve kendi ayakları üzerinde durmayı seçmesi ve bu çifte standartlı topluma yeniden katılmayı ret etmesidir, diyebilirim.
Şimdi gördüğü hürmete karşın gerçek hayatında bu toplumdan çok çekmişti ve bu gün bile Anadolu’nun hemen her yerinde sayısız kadın onun kaderini paylaşmaktadır.
Bu günlerde gerçekten insanlık tarihi adına oldukça karanlık günlerden geçiyoruz. Bir yanda Rusya Ukrayna savaşı devam ederken, aniden İsrail, Filistin savaşı başladı. Bu son savaşta hem Filistinlilerin siyasi gurupları, hem de resmi İsrail ordusu hiçbir kural tanımadan devam ediyorlar. Aslında ilk saldırı Hamas’tan geldi, ancak İsrail’in karşılık vermek şekli asla bir devletin verdiği karşılığa benzemiyor. Hiç birimizin aklı savaş sırasında da olsa resmi bir devletin (uluslararası hukuka bağlı resmi bir devletin), bir hastaneyi bombalayabileceğini almadı. Batı ülkelerinin ve Müslüman ülkelerin çoğu ise bu durumu kınamadılar bile. Hadi Müslüman devletleri daha iyi anlıyorum, belki de bir din savaşının başlamasını istemedikleri için tepkisizler, ama insaf yani, bir kınama olsun, yeter barış istiyoruz diyen güçlü bir bildirge olsun yapılmaz, korkudan mı susuyorlar, yoksa başka bir nedenleri mi var bilmiyorum.
Batı ülkelerine gelince, o ‘’medeni’’ ülkeler, Birinci Dünya Savaşında, Çanakkale cephesinde sargı yerleri bombalayan ülkeler değil mi?
O savaş sonunda siyasi sınırları bile masa başında şekillenmiş ‘Orta Doğu’nun başı bir türlü beladan kurtulamıyor. Geri dönüp bakınca Osmanlı İmparatorluğu bu topraklarda huzuru nasıl sağlamıştı, sonra neler yaşandı da bu denli karmaşa ortaya döküldü. Anlamak hiç de zor değil, bütün sebep petrol. Allah insana aklının yettiğince sorumluluk yüklesin, aklı olmayana, geleceği göremeyene dünya malı zenginlik bile nasip etmesin, inşallah.
Evet; bölgeyi karıştıranlar var, (ama hani ‘hırsızın hiç mi suçu yok’ diye bir laf vardır), sen de aklını kullan, karışma be kardeşim. Savaş nedir yahu?
Şimdi bir türlü aklım almıyor, ta Habil ile Kabil’den başlayan bu akrabalar savaşı nasıl gerçekten sona erer. İnsanlar bu kadar kamplara ayrıştıktan sonra nasıl birbirlerini affeder, nasıl sulh olur, aslında tek bir cevabı var; petrol bitsin, sulh olur. Dışarıdan müdahale olmayınca çok da uzun olmayan bir süre içinde, bölgedeki her gurup, her ülke birbirini affeder.
Birçok kişi ‘affetmek unutmaktır’ diye, diğerleri de ‘affetmek başkalarını bağışlamaktır’ diye düşünür.
Bence affetmek unutmak değildir, çünkü unutulabilir olan zaten hatırlanmaya değer bir şey, dolayısıyla affedilmesi gereken bir şey olamaz. Affetmek başkalarının kusurlarını bağışlamak hiç değildir, çünkü bağışlama kelimesi ilk duyumda yüce gönüllülük sanılsa da, derininde kibir saklar, onun içindir ki bağışlamak Allah’a mahsustur denir. Ben kimim ki, birini bağışlayayım. Schiller ‘affetmek ve unutmak iyi insanların intikamıdır’ der. Bu fikre de katılamıyorum. Affetmek, başkalarından yüklendiğin acıyı terk etmektir, artık intikam ihtiyacı da kalmamıştır, salıver gitsin. Nasılsa hayat onun da içinden geçecek, bu geçiş sürecinde senin aklına getiremeyeceğin kadar çok zorlukla boğuşacak, kendini intikam planları yaparak yormaya gerek yok.
Bu gibi zorlu süreçlerde en doğrusu kendi canının kıymetini bilip, yapabileceğin kişisel herhangi bir şeyin kimseye faydası olmayacağının farkına varıp, akıl ve ruh sağlığını korumaya çalışmak.
Biz de ne zalim zamanda dünyaya teşrif eylemişiz, 65 yaşındayım, daha bir oh demek mümkün olmadı.
Bu ay Halley kuyruklu yıldızının dünya yörüngesinden ikinci geçişinin yıldız yağmurunu gözlemleyeceğiz, avcı takımyıldızı bölgesinde görüldüğü için orionid yıldız yağmuru denilir ve en iyi ekim ayının 20/22’si civarında gözlemlenebilir. Aybaşında Jüpiter çok iyi gözlenecek ve neredeyse dolunay halindeki aya çok yakın konumlanacak.
On dört Ekimde güneş tutulmasının eşlik ettiği bir yeniay, 28 Ekimde ise parçalı ay tutulmasının eşlik ettiği bir dolunay gerçekleşecek. Tutulmalar terazi/boğa aksında olacaklar.
Astrolojik olarak pluton düz harekete dönüyor, diğer bütün büyük ( generasyon gezegenleri) gezegenler ters harekete devam ediyorlar. Anlaşılan gene pek de yüz güldürmeyecek bir ay olacak.
Geleneksel olarak ayın 3’ünde Kuş Geçimi, 4’ünde Koç, 9’unda Yaprak Dökümü, 14’ünde Meryemana, 17’sinde Kırlangıç, 18’inde Koz Kavuran, 21’inde Bağ Bozumu ve 28’inde Balık Fırtınaları beklenir, ancak bu yıl tek dileğimiz afetsiz yağmur yağmasıdır.
Ekim ayı balık açısından oldukça zengin bir aydır. Barbunya, çipura, kılıç, levrek, lüfer, tekir, sardalya, palamut, orfoz, traça çok lezzetlidir. Palamutun en lezzetli zamanıdır.
Bahçelerde kış hazırlıkları yapılır, kurumuş dallar budanır, toprak havalandırılır, bazı kış sebzeleri dikilir, birçok bölgede ay sonunda zeytin hasadı başlar.
Ekim ayının en önemli günü elbette ülkemizin doğum anı sayılan 29 Ekim Cumhuriyet Bayramıdır. Bu yıl Türkiye Cumhuriyeti 100 yaşında olmuştur. İlelebet payidar kalması her birimizin asli görevidir. Bu sene Atatürk’ün Cumhuriyetin onuncu yılı dolayısıyla söylediği ve Cumhuriyetin kuruluş yıllarının bir tarihçesi olan NUTUK yeniden okunmalıdır diye düşünüyorum.
Kleopatra’nın adını bilmeyen yoktur, tarihteki en güçlü kadın figürlerinden biridir, güçlü Mısır ülkesini yöneten son firavundur. Onun ölümünden sonra binyıllar boyunca süren ve o zamanki dünyanın en zengin ülkesi olan Mısır’ın egemenliği resmen Roma İmparatorluğuna geçmiştir. Onun, sadece Mısır’da değil, o çağda dünyanın merkezi konumunda olan Akdeniz’i saran bütün ülkelerde etkisi o denli güçlü ve unutulmaz oldu ki, bu günün dünyasında bile onun adı bir marka oluşturmaktadır. Mesela sırf burada yüzdüğü iddia edilerek bizim Akdeniz koylarından kaçının adı Kleopatra plajı olarak isimlendirilmiştir, sayan var mı?Halen modern dünyada tiyatro eserlerinde, filmlerde, dizilerde onun hayatı konu edilir ve bu konu eskimez. Bütün bu eserlerin senaristine bağlı olarak değişen ağırlıklarda, Kleopatra’nın cinselliği, seyahatleri, entrikaları, siyaset yapma şekli de konu edilir.
Şimdi, bu kadar güçlü bir kadın figür olarak sunulan Kleopatra’nın bir de benim bulunduğum noktadan nasıl göründüğüne bakalım. Kleopatra, bütün o saray entrikaları içinden sağ salim çıkmayı başarmış, çok akıllı ve elindeki gücü kimselere kaptırmamak için her şeyi yapabilecek çok acımasız bir kadın olarak gözüme çarpıyor. Çok entrikacı, çok zalim (kardeşlerini öldürmekten çekinmedi), aşırı hırslı (sırf o zamanın 2 büyük gücü Roma İmparatorluğu ve Mısır İmparatorluğuna ortak varis yapmak için Sezar’dan çocuk yaptı), çok seksi, çok zengin, çaresiz kalınca kendi hayatına son verecek kadar da gözü kara bir kadın. Bir sosyolog kadar siyaset bilimine, bir psikolog kadar insan ruhunun zayıflıklarına ve herhangi bir adamı cennetten kovduracak kadar da bütün karanlık kadınlık sırlarına hâkim bir kadın.
Gerçekçi bir taraftan bakılınca, bu görkemli kadının, aslında tuhaf geleneklerin (her 2 erkek kardeşi ile evlenmek zorunda kaldı) ve erkek egemen bir dünyada sözünü geçirememenin ama aynı zamanda hükmetmek zorunda olmanın, bütün çelişkisini, çaresizliğini yaşayarak, trajik bir hayat sürdüğünü anlıyorsunuz. Bir kadın olarak sözünün geçmeyeceğini bildiği için hiçbir zaman kendisi köze elini değdirmemiş, hep bir maşa olarak erkekleri kullanmış; Mısır tahtına oturabilmek için kardeşleriyle evlenmiş, siyasi gücü elinde tutabilmek için Roma İmparatoru Sezar’la ve güçlü komutanı Markus Antonius’la ilişki yaşamış (bütün çocukları Romalılardan).
Yani güçlü mü yoksa sadece kurnaz ve entrikacı mı tartışılır, çoğu zaman parasını (bolca rüşvet dağıtıyor) yada erkekler üzerinde cinselliğini kullanıyor ve bu erkeklerin gücünü kullanıyor. Önce babası, sonra kardeşleri ve Romalı sevgilileri olmasa geriye hiçbir şey kalmıyor (bunu bilecek kadar aklı var, bana sorarsanız Antonius öldürülünce aşkından intihar etmedi).
Osmanlı sarayında da bu türden, insanları yönlendirmeyi iyi bilen ve gizlice neredeyse bütün ülkeyi yöneten sultan örnekleri var. Bütün bu güçlü kadınların ortak noktası hepsinin gücünü, hayatındaki siyaseten güçlü konumdaki erkeklerden alıyor olması. Mahidevran, Hürrem örneğinde olduğu gibi gücü elinde tutan erkeği elinde tutan kadın oluyor. Hayatından güçlü erkek figürü çıkınca kadında da hiçbir şey kalmıyor, padişahın annesi bile olsan, oğlun ölünce öyle dımdızlak ortada kalıyorsun.
Bir de gerçekten güçlü kadın örnekleri var dünyada mesela Cahide Sonku, Afife Jale ya da Rosalind Elise Franklin gibi kadınlar. Bu kadınlar sadece kendi güçlerini kullanarak sanatta ya da bilimde öncülük yapmış kadınlar. Ama bu durumda da erkek egemen toplumun gelenekleri, kurumları ve toplumsal hiyerarşisi nedeniyle dışlanmış ve değerleri anlaşılamamış. Cahide Sonku, Afife Jale Türk sanatçıları olduğu için pek çok kişi isimlerini bilecektir, bir de hayatlarını okuyun, sadece kendi tutku ve yeteneklerinin peşinden gitmek istedikleri için başlarına gelmeyen kalmamış. Sonrası ‘nereden sevdim o zalim kadını, bana zehretti hayatın tadını’, ama ya Afife’nin hayatını zehirleyenler?
Rosalind Elise Franklin adını ise ilk kez duymuş olabilirsiniz. DNA molekülünü ilk tanımlayan bilim adamları Watson ve Crick adlarını ise herkes duymuştur. Oysa bu iki bilim adamından önce Franklin DNA molekülünün resmini çekmişti. Şimdi çok net söylüyorum, eğer erkek olsaydı şu anda Nobel ödülü sahibiydi, ama kadındı, bilim dünyasında herhangi bir yeri olamazdı; netice olarak şimdi adını bilen çok az kişi var.
Franklin o zamanların bağnaz Avrupa’sında değil de yeni kurulmuş Atatürk Türkiye’sinde aynı şeyi yapmış olsaydı, bu gün bütün dünya adını biliyor olurdu. Çünkü modern dünyada ilk defa kadınları insan kabul eden, savaş pilotluğu bile yapabileceklerini örneği vererek gösteren lider oydu.
Şimdi bu ülkede de dünyada da kadınların yeri hâlâ çok çelişkili, bir yanda gerçek gücünün farkında olarak, çalışan, üreten, kendine güvenen kadınlar, diğer yanda taciz edilen, dayak yiyen, öldürülen kadınlar. Zaten bütün sene deprem, yangın, ekonomik kriz, kuraklık derken çok sıkıntılı geçiyor, bu sene ile ilgili hatırlanmaya değer tek güzel şey kadın milli voleybol takımının kazandığı başarılar olabilir. Gerçekten de başarıdan başarıya koşarak bize gerçekten büyük mutluluk yaşattılar, içimiz açıldı. Filenin sultanları lakabı altında cumhuriyetin özgür ruhlu, güçlü kadınları olarak takdir edildiler. Gerçi onlardan nefret eden de çok, ama normaldir, çünkü mutluluğa karşı olan çok insan var bu ülkede.
Bu kadınlar hakkında pek çok şey konuşuldu, ama ben bir örnek üzerinden öz güven hakkında birkaç kelime etmek istiyorum. Ebrar, bu yaz inanılmaz bir öz güven gösterdi. Çünkü kendisi de dünyanın hatırı sayılı oyuncularından biri olduğu halde onun pozisyonuna, atletik gücü daha üstün olan bir başka oyuncu getirildi, kendi pozisyonu ise değiştirildi. Sıradan bir kişilik bu durumda yeni geleni iter, kuyusunu kazar, en azından aralarında ego savaşları çıkartırdı. Oysa hiç de beklenen olmadı, bütün takım yeni geleni kucakladı ve inanılmaz bir takım oyununa imza attılar.
Hatta geçen gün Ebrar’ın artık ligde de sırf milli takımdaki pozisyonuna iyice adapte olabilmek için, bu yeni pozisyonda çalışabileceğini (şimdi değil, Ruslarla eski pozisyon için imza atmış) söylediği bir röportaja denk geldim. Buradan anladığım bu kız kendi değerinin o kadar farkında ki, tek rakibi dünkü kendisi, kimseyi kıskanmak aklına bile gelmiyor.
Bütün meslek hayatım boyunca kendinden sonra gelenlerin kendi önüne geçmemeleri için ellerinden geleni ardına koymayan nice meslektaş tanıdım. Oysa gençlerin, yeni gelenlerin senin önünde koşması gerekmez mi? Eğer bir hoca olarak kendine güvenmiyorsan senden sonra geleni budamaya çalışırsın, doçentliğini geciktirirsin, aletini almazsın, yayınını engellersin. Kendine güvenirsen kendi yetiştirdiğin çocuğu, ya da yeni gelen başarılı kişiyi kıskanmaz, onunla iş birliğine girersin ve bu sinerjiden çok daha iyi işler çıkar.
Güç işte böyle bir şey; kimsenin ardına saklanmadan, kimseyi ezmeden, kendi emeğin ve donanımına güvenir ve kazanırsın; belki Kleopatra olmazsın, ama kendin olursun. Eminim çok daha iyidir.
Bozcaada’da benim de katıldığım ikinci klasik kemençe kampı yapıldı. Klasik kemençe hocası Filiz Kaya Işık, benim piyano öğretmenin Berkin Işık’ın eşi, hal böyle olunca tabii kamptan benim de haberim oluyor. Geçen yıl ilk kampı Sivrice koyunda bir otelde yapmışlardı ve ben de 1 günlüğüne gidip, son konser öncesinde guruba denizin üzerindeki bir platformda uzun, uzun meditasyon yaptırmıştım. Bu yıl ise ben de bütün süre boyunca adada olacağım için her sabah kısa bir yoga çalışması ile gurubu güne hazırlama ve konser öncesinde de meditasyon olarak planlama yaptık.
Bu kampa Türkiye’nin her yerinden öğrenciler katılıyor, klasik kemençe çok yaygın bir çalgı olmadığından, heveslisi az fakat tutkulu oluyor. Trabzon’dan iki arkadaşım maddi durumlarından ötürü kampa katılamayan 2 öğrenciye sponsör oldular, bu arkadaşlarımdan biri kampa da katıldı
Ayrıca adaya tesadüfen Trabzon’lu başka bir tanıdığım daha geldi (sonradan Mehmet’in bebeklik doktoru olduğumu fark ettik, demek ki çocuğun bana gösterdiği ilgi ve saygının bir nedeni varmış). Mehmet sağ olsun hem adadaki motorize kuvvet olarak bana şoförlük yaptı, her yere birlikte gittik, denize girdik, hem de kendisi de iyi bir müzisyen olduğu için bütün konserlere katıldı. Çocuk zaten kafa dinlemek için tatile gelmişti, ileride Çanakkale’ye yerleşmeyi düşünüyormuş, galiba bölgeyi tanıma turlarına çıkıyor. Kampta kendi gibi birkaç müzisyenle de tanıştı, gelirse arkadaşlıkları devam eder.
Klasik kemençe bizim bildiğimiz kemençe değil, gerçekten çok içli olan sesi, onu Türk Sanat Müziği (TSM)’nin olmazsa olmaz çalgısı haline getiriyor. Karadeniz kemençesinden şekli de, yayı da, tutuşu da, çalışı da, sesi de çok farklı. Osmanlı kemençesi ya da İstanbul kemençesi de deniliyor. Eskiden 2 telli olan bu çalgı şimdilerde 3 telli ya da 4 telli olabiliyor. Sacayak gibi bir kısmı var, burayı göğüs kafesine dayayarak, 4 telli olanda yayı hareket ettirirken, 3 telli olanlarda kemençenin kendini çevirerek çalıyorlar. Bütün bu maceradan aklımda kalan en önemli şeylerden biri yayın telleri hayvan bağırsağından yapıldığı için aletin akordu, açık havada sıkça bozuluyor, tekrar, tekrar akort edilmesi gerekiyor.
Gelen öğrencilerden bazılarını Çanakkale’den ya yoga derslerinden, ya Berkin’lerin evinden, ya da geçen seneki kamptan zaten tanıyordum. Tanıdığım, tanımadığım bütün öğrenciler, yaşları yirmilerin başı ve atmışlar arasında değişmesine karşın gayet güzel anlaştı.
Genel olarak program şöyleydi; kahvaltı ile akşam yemeği arasında Filiz Hoca her bir öğrencisine teker teker kişisel ders veriyor, zaman zaman da soru cevap şeklinde sohbetler ediyordu. Bu kamp boyunca fikrim, Filiz’in gerçekten çok iyi bir öğretmen olduğu yönünde iyice pekişti. Bu kampların sebebi ise çok daha hoşuma gitti, çünkü pek çok öğrencisine online ders veriyor, onlarla yüz yüze ders yapmayı önemsiyor. Bu arada derslerin tek kişi ile yapılma sebebi, öğrencilerinin çok farklı seviyelerde olması. Bu kadar kısa bir zaman içerisinde onları bir de kursun sonunda bir konser vermeye hazırlıyor, bu konserde ortak çalacakları parçalara hazırlamak için toplu dersler de yapıyorlar. Gün boyu çalışıp duruyorlar, geceleri de çeşitli konserler oluyor.
İşte bu yoğun program arasında ben de onları her sabah fiziksel olarak güne hazırlayacak, baş boyun ve kol kaslarını güçlendirecek, omurgalarını esnetecek kısa bir yoga pratiği, konser öncesinde de zihinsel olarak dinginleştirecek, sahne korkularını alacak kısa bir meditasyon yaptıracaktım.
Sözüm ona sabah çimlerin üzerinde yoga yaptıracaktım, ama her sabah kalktığımızda çimenlik alanı sular seller altında bulduk. Görevliler gece/gündüz arasında sıcaklık farkı çok fazla olduğundan sabahları çiğ olduğuna, çimlerin böyle ıslandığına neredeyse yemin ettiler, tabii bu arada her sabah çimenlere su fışkırtan fırıldakları görmemiz onların yeminlerini bozmadı. Peki, bu nasıl eğitimli çiğmiş ki otelin hemen dışındaki otlar sapsarı ve tahta gibi kupkuru iken sadece otelin çimen ekili yerlerini ıslatıyormuş, işte bu muammayı çözmek her babayiğidin harcı değil tabii.
Mecburen havuzun etrafındaki beton zeminde yoga yaptık, bize otelden yoga matımız var demişlerdi ama matlar kâğıt kadar inceydi. Artık gurubun ne kadar ihtiyacı varsa soğuk beton zemindeki yogadan bile keyif aldılar, bitmesini istemediler. Gitmeden önce bahçemden kuruttuğum lavantaları da kullandığım göz yastıkları dikmiştim, herkese birer göz yastığı hediye ettim, bu da çok makbule geçti.
Benim günlerim, sabah yogası ve kahvaltıdan sonra, öğrenciler hocaları ile kişisel çalışmalar yaparken, arkadaşımla yürüyerek kasabaya inmek, Bozcaada reçelleri, kekikleri almak, biraz kahvelerde oturup sohbet etmek ya da bir plaja gidip denize girmek şeklinde geçti. Bu işlerden arta kalan zamanlarda da arkadaşımla sürekli tavla oynadık ve neredeyse her seferinde yenildim.
Akşamları çeşitli konserlerle geçti. İlk gece Berkin ve Filiz’in daha önce onları birlikte çok dinlediğim için, benim çok alışık olduğum ( klasik kemençe, gitar ve her ikisinin sesleri) dinletileri vardı. Onların ortak dinletileri TSM ağırlıklı olmuyor, dizi müziği, pop ne ararsan var, kolay dinlenen, çok organik bir şey.
İkinci geceyi Bozcaada’ya giden herkesin yapmazsa adaya gitti sayılmayacağı aktivitelere ayırdık. Evet, sahra sofrasında ev yapımı şarap içerek, yalıyarın üzerinde Limni adasına karşı güneşi batırdık. Sonra limandaki bir lokantada neredeyse denizin içinde akşam yemeği yedik, gençler bizden sonra da bir barda geceyi sürdürdüler, biz rahatına düşkünler gece yarısı yataktaydık.
Üçüncü gece İzmir konservatuvarında son sınıf öğrencisi bir çocuğun Türk sanat müziği konseri vardı, umarım arabeske yönelmez de onu TRT’de dinleriz.
Dördüncü gece kampa katılan öğrencilerin konseriydi. Önce ortak hazırladıkları parçaları çaldılar, bu kadar kısa zamanda bu kadar farklı seviyedeki öğrencilere aynı anda konser vermeye hazırlamak hayli iş, ama şaşıran olunca susup guruba katılabilecekleri yerden katılıp devam ettiler, hiç de kakafoni olmadı, bence çok başarılıydılar. Bundan sonra da tek, tek bir hoca eşliğinde, ya da ikişerli guruplar halinde çalıp söylediler. Gençlerin bu eski geleneklere sahip çıkmaları beni çok umutlandırdı. Hatta bir öğrenciden (kendisi Anadolu Üniversitesi konservatuvar son sınıf öğrencisi olduğu için) tasavvuf müziği söylemesini rica etmiştim. Beni kırmayıp bir değil tam iki parça seslendirdi, çok duygulandım.
Bu arada eski model şarkıların neredeyse hepsinin güftesini bildiğimi söylerken abartmıyormuşum, bilmediğim eserler ya çok yeni olanlar ya da 15inci yüzyıl besteleri filan idi.
Son gün öğlen feribotuna yetişecek gibi bir program vardı; sertifika törenleri, hediyelerin dağıtılması ve veda konuşmalarına ayrılmıştı. Tam da adadan ayrılmadan önce öğlen saatinde, ÇÖMÜ’den 2 öğretim üyesinden kendilerinin düzenledikleri ve bir bağlama bir klasik gitarla seslendirdikleri türküler dinledik, bu konser gerçekten çok güzeldi. Bu sırada oldukça güçlü bir rüzgâr vardı, hocaların notalarını sürekli sağa sola savurdu, ama onlar hiç bozmadan devam ettiler. Böyle güzel bir konser olunca feribota koşturarak yetişebildik, geride kalanların ayrılmaları basbayağı salya sümük ağlamalı olmuş.
Bütün kamp boyunca en sıkı çalışanlardan biri de resimleri çeken ve komşu köyden olduğunu öğrendiğim bir genç kızdı. Onun çabası da inkâr edilemez, dönüş yolunda ekipmanını görünce kızcağıza acımadım desem yalan, üstelik feribottan iner inmez hemen başka bir çekim için Asos’a koşturdu.
Bu gezide sadece yoga eğitmeni olduğumu hatırlamadım, kişisel başka kazançlarım da oldu. Mesela nihayet ne zamandır merak ettiğim kapari bitkisini tanıdım, minik yuvarlaklar henüz çiçeklerin açmamış haliymiş, kapari karpuzları ise tohuma kaçmış hali. Bu kadar narin ve sadece yer örtücü gibi görünen bitkinin nasıl olup da erezyon önleyici olduğunu anlamak zor. Asla merak etmediğim, sivrisineklerin büyük beyaz köpek balığı kadar keskin dişleri olduğunu hatırladım. Bu hatırlayıştan kazancım birkaç gün süren kaşıntılar ve yara kabukları oldu, bu nasıl kazanç diye sormayın yara izi her zaman havalı durur. Bozcaada’da denize kutuplardan buzlu sular karıştığına iyice ikna oldum ama bu yaz doğru dürüst denize girememiştim, çok iyi geldi. Trabzon’dan gelen arkadaşımın beden termostatı bozulmuş vallahi saatlerce buz gibi suda kaldı, çıkınca da hiç üşüme belirtisi göstermedi.
Son olarak da hayatımda ilk kez ben dinlendim, başkaları çalıştı, gerçekten çok iyi geldi. Trabzon’dan gelen arkadaşım bütün zaman boyunca hastalarının aileleri, asistanlar ile telefondaydı, eski zamanlarımı hatırladım. Bu arada ‘hiç yalan söylemeden nasıl yalan söylenir’ konulu çalışma yaptı desem yeridir, her konuştuğuna ‘ben il dışında bir toplantıdayım, şu gün döneceğim’ dedi, elbette herkes onun mesleki bir toplantıda olduğunu düşündü. İşte bu nedenle adını vermekten imtina ettim. Çünkü onun da bir kaçamak yapmaya ihtiyacı vardı.
Bu kampta ben de emekli bile olsan zaman zaman olağan hayatından uzaklaşmanın, tatil yapmanın ne kadar gerekli olduğuna iyice inandım, iman ettim.
Geçtiğimiz hafta sonu KTÜ’den misafirlerim vardı, 2 eski asistanım beni ziyarete geldiler, birlikte kısa bir kültür gezisi yaptık. Kızlara kısa süre önce geçirdiğimi orman yangının alanının bir kısmını gösterdim. Truva müzesine gidip, batı Anadolu tarihi, Luviler, ozanlık geleneği, Truva çevresindeki coğrafya değişiklikleri ve kentin arkeoloji bilimi açısından önemi gibi konularda kısa bilgiler tartışarak, müzeyi birlikte gezdik. Ertesi gün ise Gelibolu savaş müzesine gittik, çok etkileyici hazırlanmış sinevizyon gösterisini izledik, daha sonra ANZAK cephesi, Conk Bayırı, Bigalı köyü, Anafartalar bölgesini gezdik. Çok kısa bir Gelibolu turundan sonra, Gelibolu’da yöresel yemekler de yapan tarihi peynir helvacısına gittik.
Elbette bütün bu müddet boyunca durmaksızın eski günleri konuştuk. Kızların her ikisi de pediatri uzmanlığı ile yetinmeyip, biri çocuk acil, diğeri de çocuk kardioloji yan dalı yaptılar. Şimdi her ikisi de eğitim kurumlarında çalışıyor ve öğrenci yetiştiriyorlar. Kızlarımı bu şekilde başarılı görmek benim için inanılmaz bir mutluluk. Akademisyenliğe isteyerek girmedim, mecburi hizmette üniversite kurası çekince, hayatın bana açtığı yolda devam ettim. Akademisyen olduğum için bütün mobinglere ve zorluklara rağmen hiç pişmanlık duymadım, hatta hep söylediğim gibi kendimi önce öğretmen, sonra doktor gibi hissettim. Şimdi içimdeki duygulara bakınca elbette ki 30-40 sene önce tedavi ettiğim hastaların bile aradan geçen zamana karşın beni aramaları ve onların başarılı hayatları da beni çok mutlu ediyor, ama eski öğrencilerimin başarılarını duyunca resmen mest oluyorum. Galiba zaten bir hekim olarak hasta tedavi etmek asli görevimdi, tedavi yapmış olmak ‘atla deve’ değil. Oysa eskiden öğrencim olan meslektaşlarımın bana üzerlerinde ‘parmak izim’ olduğunu söylemeleri kadar tatmin edici bir şey daha bilmiyorum. Bu dünyada öğretmenlik kadar güzel bir meslek daha var mı acaba?
Yetişmelerinde benim de katkım olan bu genç ve başarılı kadınları görmek elbette ülkemizin geleceği açısından beni aşırı mutlu ediyor.
Üstüne üstlük hafta sonu kadın milli voleybol takımız Avrupa şampiyonu oldu. Zaten uzun zamandan beri dünyanın en güçlü takımları arasındaydılar, finale kadar gelip, son anda kupayı kaybediyorlardı. Son bir ayın içinde hem milletler liginde hem de Avrupa liginde şampiyon oldular.
Gerçi bu şampiyonlukta artık vatandaşımız olan Kübalı atletin katkısı çok büyük, ama bizim takım o olmadan da zaten çok güçlü, hırslı ve azimliydi. Helal olsun bütün başarılı kadınlara. Cumhuriyetin yüzüncü yılına çok yakışıyorlar.
Bu arada Melissa Vargas ile ilgili fikrimi paylaşmadan geçemeyeceğim, bu kız insan olamaz. Bütün kızların boyundan, gücünden, esnekliğinden, savaşma azminden, sıçrama yüksekliğinden, sanki insan ırkı daha üstün bir şekle doğru evriliyor gibi hissediyorum. Ama Vargas ve bedeni tamamen ayrı bir mevzu, kız bir metre sıçrayıp, topa vurmak için kolunu gererken göğüs kafesi neredeyse burgu gibi dönüyor, bedeni havada sanal ortamda çizilmiş bir sanat eseri gibi görünüyor. O nasıl esnek bir omurgadır, üstelik sakatlık geçirip ameliyat olmuş bir omurga bu, acaba ameliyatta omurlarının yerine vida mı taktılar?