Onu ilk kez 1975 yılının başında, Kızılay’daki özel kız öğrenci yurduna taşınınca tanıdım. Benim gürültücü, sabırsız, çabuk alevlenen, farfara kişiliğime tamamen zıt kişilik özellikleri vardı. Her zaman odanın içerisindeki en sessiz, en sakin kişi o olurdu. O anda konuşulan, çekişilen, dertleşilen veya sadece paylaşılan konu ile ilgilendiğini, bildiğini sadece büyük kara gözleriyle bakışından anlardınız. O çok iyi bir gözlemciydi, bütün iyi gözlemciler gibi konuşmayı pek de sevmezdi.
Çanakkale’ye ilk geleceğim zaman internetten bulduğum, daha sonra da defalarca kaldığım bir otel var. Sadece 8 yatağı olan ve zamanında, Truva antik şehrini ilk kez kazan, Schliemann’ın da kaldığı bu otelin sahipleri çok hoş bir çift. Tarihi binayı çok kötü bir haldeyken alıp, onarmışlar ve turizme kazandırmışlar. Artık ahbap olduğum bu çifti, şehre indikçe ziyaret ediyorum. Onlardan öğrendiğim kadarı ile Çanakkale’de hala, antik bir Anadolu buğday cinsi olan ‘’sarı buğday’’ ekildiğini öğrendik. Onlardan bize buğday bulmalarını rica edecekken, bizim köyde de bu buğdaydan ekildiğini öğrenip çok sevinmiştim.
Sarı buğdayı bizim köyün bakkalı üretiyor ve satıyormuş.
Geçen hafta yengemin 40 duasını yapmak için Rize’ye gitmiştik, Nermin uçağa binmediği için araba ile gittiğimiz bu yoldan, yol boyu alış veriş yapa yapa döndük. Osmancık’ta bir dükkandan ‘’siyez buğdayı’’ aldık. Normal buğdaya göre koyu renkli, iri taneli bir buğday cinsi olan siyez, en önemli antik Anadolu’daki buğday cinslerinden biridir.
Yoldan döndükten sonra bakkaldan aldığımız sarı buğday ise siyeze göre daha sarı renkli ve biraz daha küçük, ancak bildiğimiz buğdaydan oldukça iri bir cins.
Neyse zaten maceramız buğdayı aldıktan sonra başlıyor. Köyümüzde Muammer Tosun adında her köye lazım bir adam yaşıyor. Bu adamcağız, çevredeki herkesi tanır, her işi bilir, ne isteseniz bulur bir adam. Bize de geldiğimizden beri bir hayli yardımı dokundu.
Önce bakkalla anlaştık. Bakkal deyince öyle bildiğiniz bakkallardan değil, çoğu zaman yerinde oturmaz, evi bakkalın bitişiğindedir. Bir şey alacağınız zaman evinde ya da bakkalın karşısındaki kahvede otururken bulursunuz. Bakkal minicik, ama arkasında içinde yok yok kocaman bir depo alanı var. Bu depo alanı büyük marketleri kıskandıracak büyüklükte, içine araçla girilebiliyor.
Bakkal aynı zamanda köyün meydanında konuşlanmış durumda. Burada köy meydanı deyince köyün camisi ve karşısındaki kahvehane anlaşılıyor. Bizim köyün meydanı çevredekilerden daha albenili, bakkal, kahve, muhtarlık, okul, süt toplama alanı, cami ve koca bir çınar ağacı var.
Çınar ağacının gölgesinde de oturma bankları ve masalar var. Ormancılar, jandarmalar, elektrikçiler, süt toplayıcıları, ipragaz satıcısı ve daha her kim gelirse meydana gidiyor, zaten köyün erkeklerinin çoğu da orada olduğundan işler açık havada bilemedin, üstü kapalı kahve balkonunda görülüyor.
Bakkalda buğdayları almak için arabamı köyün meydanına götürdüm, buğday tartılıp, paketlenirken Sermin’le ben caminin önündeki çınarın altındaki banklarda, köyün ahalisi ile birlikte oturup bekledik. Muammer koşup kahveden çay getirdi. Kendimizi tam anlamı ile hanım ağa gibi hissettik. Biz çınar altında çay içerken, dakikalar içinde arabam yüklendi.
Bu sefer de Muhammer’le anlaştık. Çünkü buğdayı öğütecek değirmenin yerini bilmiyoruz, bizi o götürecek, biz de onun buğdayını da değirmene götürmüş olacağız.
Bu kez de Muammer, değirmenci ile anlaştı. Adamın hafta sonu işleri varmış, Pazartesi sabahı için sözleştik. Muammer’in kırk tarakta bezi olduğu için, bir türlü saati tutturamaz, bu kez bizi bekletmesin diye, ona pazartesi sabah dokuzda evinin önüne dikileceğim diyerek göz dağı verdim.
Muammer’i her ikimizin çuvalları ile değirmenin olduğu köye gidebileceğim konusunda ikna etmem oldukça uzun sürdü.
Değirmene giderken bizi ana yoldan, asfalt yoldan götürdü. Önce Umurbey içinden geçerek, muhteşem bir ormanın arasından, Bağcılar köyüne gittik.
Daha önce su değirmeni görmüştüm, ama bu elektrikle çalışan bir değirmendi. Buğday önce ıslatılıyor, daha sonra tankta kurutulup, değirmende öğütülüyor. Son olarak bir çuvala un dolarken, diğer çuvala kepek doluyor. Daha önce hemen her köyün değirmeni varken, bu çevrede şimdi sadece bu köyde değirmen kalmış, ancak onlar da sarı buğdayın tohumunu kaybetmişler.
Bizim Muammer oradaki herkesi de tanıdı. Bize sıralarını verdiler ama, değirmenci bizim buğdayın daha büyük bir cins olduğu için daha geç kuruduğunu söyleyerek, en son bizimkini öğüttü. Tabii bu arada biz, bu köyün kahvesini de keşfettik, çaylar içip, poğaçalar yedik, bulduğum bir sudokuyu çözdüm.
Değirmen buğdayını öğütünce ya kepeği bırakıyorsun, hiç para vermiyorsun, ya da çok küçük bir para verip kepeğini de alıyorsun. Bizim buğdaylardan % 60 un, % 40 kepek çıktı. Biz birkaç kilo kepek isteyince, siz hepsini alın, bunu da elekten geçirerek kepekli un elde edin, normal unla karıştırarak ekmek yapın, daha lezzetli olur diyerek, bütün kepeği verdiler.
Muammer, bu arabanın bu yolları gideceğini zaten biliyordum, ama şimdi de bu şoförün de gidebileceğini öğrendim diyerek, geriye, kestirme olan orman yollarından döndürdü. Bu kez iyice toprak yollardan, orman içerisinden, ama çok daha kısa bir yoldan döndük.
Bizim köyün 4 kilometre ötesinde, 10 haneli İğdelik denen bir mahallesi var. Ben orayı dünyanın sonu sanıyordum, meğer bizim köyden bu mahalleye giden orman yolu ta Umurbey’e kadar gidiyormuş.
Biz böyle orman safarisi yaparak, eve 60 kilo un, 40 kilo kepek ile döndük. Aynı gün azimle o kepekleri eledim ve 25 kilo kadar kepekli un elde ettim. Kalan 15 kilo talaş gibi bir şey, onu da hayvanlara vereceğiz.
Sarı buğdayın unu da normal una göre oldukça sarı renkli. Bu gün denemek için çok az miktarda kepekli un katarak ekmek yaptım. Evdeki maya iyi değildi, ben de ekmeğe tuz koymayı unutmuşum, bütün bunlara rağmen çok lezzetli bir ekmek oldu.
Bu arada siyez buğdayından bir parça haşlayıp, salata yaptım, o daha da lezzetli bir buğday.
İyi ki, birkaç bilge köylü, bu yerel tohumları özenle muhafaza etmiş. Ya da ne yazık ki Anadolu’da her türlü doğa olayına ve zararlıya dirençli, antik buğday cinsleri bu kadar az kalmış. Artık ne tarafından bakarsan.
Evi böylece tonlarca un ile kuşatmaya hazırlamış gibi olduk, ama Nermin glütensiz besleniyor.
Onun için de glütensiz tarhana yaptım. Bu benim yaptığım ilk tarhana, çünkü Karadeniz’de hiçbir şey kurumaz, dolayısıyla, tarhana yapılmaz.
Hezarfen Google efendi ne güne duruyor? Hemen tarhana tariflerine baktım. Trakya usulü tarhana içine maya koyulmadığını gördüm. Tarifi daha da basitleştirerek, sadece yeni yaptığımız, biraz sulu olan biber, domates karışımı salça, yoğurt, tuz, glütensiz un ve nohut unu kullanarak tarhana karışımını hazırladım.
Glutensiz un mayalanmadığı için sadece iki gün balkonda kurutarak, hamurda herhangi bir değişiklik olmadığını görünce 75 derece ısıda fırında kurutup, ufaladım.
Görüntü ve kokusu bayağı tarhanaya benzedi, birkaç gün içinde tadını da deneyeceğim.
Bir de glütensiz Güvem pestili yaptım. Güvem bu bölgede bolca yetişen bir çeşit yabani erik. Diyabet hastalığına çok iyi gelen bir antioksidan imiş, daha önce diabetli bir arkadaşıma marmeladını yapmıştım, bizim diabetimiz olmadığı için pestil yaptım.
Bütün bunlar yetmezmiş gibi yolda Sakarya’dan aldığımız kabakları doğrayıp, buzluklara yerleştirdik. Reçeller, salçalar yaptık. Yani bu hafta sonu deli gibi kış hazırlığı yaptık.
Şimdi üçümüz de ağrı, sızı içerisinde meleşiyoruz.
Yemek yapan herkesin bildiği bir mutfak yasası vardır. Türk mutfağının en önemli yemek türü olan dolma ve sarmaları yaparken, hiçbir zaman iç ve dış malzeme bir birine tam olarak denk gelmez. Her seferinde ya sebze ve yapraklar az gelir ya da iç malzeme.
Hatırladığım kadarı ile bizim evde etli lahana dolması yapılacağı zaman, daima iç malzeme fazla gelir, evde ne kadar sebze varsa onlar da doldurulur, sonunda ortaya karma bir dolma yemeği çıkardı. Buna rağmen gene de iç bitmezse iç malzeme köfte gibi şekillendirilip, tencerenin en üstüne koyulurdu. Bu tür köftelerin adı ‘’koca görmez’’ idi.
Çanakkale deyince, akla Kaz Dağları geliyor, ancak Kaz Dağları Milli alanı dışındaki alanlar da çok güzel. Geçen ay Çan ilçesinin Bardakçılar köyündeki Termal otele gittik. Otel Kaz Dağlarının kuzey yamaçlarında bulunuyor. Yolda giderken orman içinde gündüz gözü ile geyik bile gördük. Gittiğimiz kaplıca oteli bir cennet alanı içerisinde gibiydi. Bir arkadaşım başka bir kaplıca oteline gitti, oranın manzarası da çok güzelmiş. Aslında Çan ilçesine giderken yol boyu bakir ormandan geçmek gerçekten çok etkileyici.
Geçen gün Çanakkale Ziraat Odasına başvuru yaptım ve bir çiftçi olarak odaya kaydoldum. Aslında kendimize yetecek kadar bir bostan, şifalı ot bahçesi ve meyvelik yapmaktan başka bir gayemiz yok. Ticari bir amaç olmadığı için muhtemelen odaya kayıt olmama gerek yoktu. Ancak zeytinliğe bir kuyu açmak istediğimiz için böyle bir kayıt gerekli oldu.
Canlıların tıp dilinde diürnal ritim denilen bir günlük yaşam döngüsü vardır. Bir çok hormonun salgılanması, günün saatlerine göre ayarlıdır. Bu hormonlar sayesinde gündelik yaşam ritmi belirlenir, mesela geceleri uyur, gündüzleri uyanık kalırız. Bu hormonlar sayesinde çocuklar geceleri büyür, serpilir. Bu hormonlar sayesinde beslenme, cinsellik ve bir çok konudaki davranışlarımız gündüzleri ve geceleri oldukça farklıdır.
Şu aralar sosyal medyada İstanbul’da bir otobüste dayak yiyen, şortlu bir kızın hikayesi ve video kayıtları dolaşıyor. Adamın biri otobüste ayağa kalkıp, çok normal bir şey yapar gibi, orada kendi kendine oturan bir kıza yumruk atıp, kapıya doğru yürüyor. Kız arkasından fırlayıp ne yapıyorsun diye adama çıkışınca da, adamdan temiz bir dayak yiyor.
Ben kendimi bildim bileli, bizim evde bitmek tükenmek bilmeyen, bir ‘’dişçiye gitme’’ muhabbeti vardır. Hem Sermin hem de Nermin bildiğim kadarı ile bu yaşlarına kadar her yıl en az 20 kere filan dişçiye giderler, dişler doldurulur, çekilir, ameliyat edilir, kanal tedavisi, daha bir sürü tedavi yapılır durur.
Benim ağzımda da, 4-5 diş ameliyatı, 2 implant, bir çok da kanal tedavili diş var, ama bu ailede ben kendimi diş konusunda oldukça şanslı kabul ediyorum.
Çocukluğumdan ilk hatırladığım diş hekimleri, Sezai Amca ile Cemil Amca. Her ikisi de, bizim kızların dişlerinin tedavisi bitmeden rahmetli oldular. Takip edebildiğim kadarı ile onlardan sonra birkaç diş hekimine daha abone oldular, onlar da emekli oldular.
En son bundan 10-15 sene önce her ikisi de artık genç bir dişçi bulalım da bizi yıllarca idare etsin diye düşünüp, Hakan Beye tedavi olmaya başladılar.
Hakan sağ olsun bana da birkaç ameliyat ve iki implant yaptı.
Son durum olarak Nermin artık protez dişli.
Sermin’e gelince, Hakan Bey en son en az bir, bir buçuk yıllık işin var, madem taşınıyorsun ben işe başlamayayım demişti. Biz de Çanakkale’de diş hekimimiz olmadığından, İstanbul’da yaptırmaya karar vermiştik. Kuzenlerimizden biri olan Selçuk Basa da, çene cerrahisinin duayeni zaten. Anladığım kadarı ile Selçuk’un taktiği bir seferde büyük bir girişim yapıp, en kısa zamanda işi halletmek. Sermin’e de oldukça geniş bir operasyon yaptı, ameliyattan sonra ağzında hiç ana dişi kalmadı, çene kemikleri dolgu ile tamir edildi ve birkaç implant çivisi daha çakıldı. Ama birkaç ay sonra implant üzerinde inşa edilmiş, işe yarar dişleri olacak.
Artık sadece her ikisinin de yeni problemleri olmamasını ummaktan başka yapılacak bir şey kalmadı. Umarım artık diş hekimleri ile bu kadar samimiyet gerekmez.
Tabii bu arada ben de, Çanakkale’den İstanbul’a şoför, diş ameliyatı olmuş birine özel aşçı ve de hasta refakatçisi olmak üzere birlikte gittim.
Neyse ki bu kez yandex navigasyonu kullandık ve bizi hiç üzmeden gideceğimiz yolu tarif etti. Ben de artık iyiden iyiye İstanbul’da trafiğe çıkma fobimi yenmiş oldum.
Yatacağımız hastaneye ve doktor muayenehanesine çok yakın olduğu için yeğenlerimiz Nil ve Ege Özgür’ün evinde kaldık. Çocuklar sağ olsunlar, bize her türlü lojistik ve manevi desteği sağladılar. Yani rahatımız yerindeydi.
Ama o hastanede, refakatçi olarak kalma kısmı yok mu? Bir ameliyat kapısı bekledim, bir gece refakatçi kaldım, resmen hasta oldum.
Ben zaten çalıştığım hastane dışında çok nazenin bir insanımdır. Yolda kusmuk, balgam görsem saatlerce kendime gelemem. Yanımda sivilce, apse patlatılsa içim süzülür. Bir keresinde kuaförde ısrarla kürtajdan söz eden birini dinlerken tamamen bilincimi kaybedecek şekilde bayıldığımı, bir keresinde de dolmuş ani bir fren yapınca önümdeki adamın kafasının kokusundan kustuğumu bile hatırlıyorum.
Ama gariptir, insana kendi hastasının her türlü vücut sıvısı, kusmuğu, kakası, sümüğü iğrenç gelmiyor. Meslek hayatım boyunca üzerime işeyen, kusan hatta kaka yapan çocuk sayısını hatırlamıyorum bile. Hele ki ciğer aspirasyonu normalde yanında durmayı bile beceremediğim bir şeydir, ama iş başa düşünce hiç tiksinmiyorsun. Bir seferinde elektrik kesintisi olduğu bir anda, lağım suyunda boğulmuş bir bebeği ağzımla aspire ettiğimi ve ağzıma yarı katı, yarı sıvı lağım sularının dolduğunu bile bilirim. O zaman bile iğrenmemiş, sadece içimden inşallah tifo y ada sarılık olmam diye geçirmiştim.
Benim durumum tam mıstır hayt, doktor ceykıl halleri yani.
Herhalde bu farkı yaratan sorumluluk duygusudur, başka bir açıklama bulamıyorum. Ya da Allah tarafından bir güç geliyor insana, yoksa ben kendi hesabıma kesinlikle hekimlik yapamazdım.
Sonuç olarak 6 yıl tıp fakültesi, 35 yıl aktif meslek hayatı nerden baksam, ömrünün 40 yıla yakın zamanını hastanelerde geçirmiş birinin, bir gece hastanede yatıp da bu kadar rahatsız olması gerçekten psikolojik olarak incelenmesi gereken bir durum. Çünkü asistanken tuttuğum nöbetlerde bol ışıklı, gürültülü, havasız odalarda, çakır çukur yataklarda yatar da post gibi uyurdum. Şimdi ne oldu da bir gece yatmak bana bu kadar dokundu anlamak mümkün değil.
Çok şükür artık eve döndük. Sermin şu anda Nermin ve Ayşen’le alış verişe gitti. Ben kendimde gidecek hal bulamadığım için, onlara ilaç ısmarladım, evde kaldım.
Tıp Fakültesinde okuyan hemen herkesin başına gelen bir şey vardır. Hangi hastalığı okursanız kendinizde o hastalığın bulgularını gözlemlersiniz. Eğer abartırsanız bir ay mide hastası bir ay kalp hastası olduğunuza hükmedersiniz. Bu durum gerçek hipokondriasisin (hastalık hastalığı) aksine gelip geçici bir haldir ve ‘’tıp öğrencisi sendromu’’ denilebilir.
Gerçi bizim arkadaşlarımızdan bir kaçı kendilerine ciddi bazı tanıları koymuş ve haklı çıkmışlardı. Neyse ki ben bu duruma hiç yakalanmadım.
Şimdi ise bilgiye ulaşmak o zamanlara göre çok daha kolay. Televizyonlarda sağlık programları oldukça rağbet görüyor. Ben gerçi bu programların da denetimden geçirilmesi taraftarıyım, çünkü bazen hiç olmadık bilgiler veriliyor.
Elbette bir de internet var. Hangi hastalığı arasanız karşınıza bir sürü sonuç çıkıyor, bunların güvenirliği de tartışmalı, bazen de akıl karıştırıcı olabiliyor.
Bir taraftan bakılınca herkesin sağlığı ile ilgili bilgilere kolayca erişebilmesi çok değerli, diğer taraftan bakılınca da herkes kendisinde her hastalıktan izler bulabilir, yalan yanlış vesveseye kapılabilir.
Ben internetin bir çok insanı ‘’tıp öğrencisi sendromuna’’ uğrattığını düşünüyorum.
Yıllar önce Rize’den bir hasta getirmişlerdi. Hasta sahibi koltuğa geniş bir şekilde oturduktan sonra hikayesini anlatmaya başladı. Çocuğu bu güne kadar bir çok doktora götürmüşler, en son götürdükleri doktor, bizim yeni mezunlarımızdan bir hekim hastanın FMF olabileceğini söylemiş. Ancak bu hekim oldukça genç biri olduğundan hasta sahibi bu güne kadar bunca doktora götürdük kimse böyle bir tanı vermedi deyince, doktor da muhtemelen adamın ısrarından kurtulmak için bu tanıyı her doktor bilmez diyerek hastayı bana yönlendirmiş.
Adam daha sonra internetten araştırmış ve çocuğun gerçekten de FMF olabileceğine kanaat getirmiş, ancak şimdi de benim FMF tanısını bilip bilmediğimi tartmak istiyor.
Çocuğun hikayesi gerçekten de FMF’e çok benziyordu. Ben hem tanıya yaklaşmak hem de ayırıcı tanı için çeşitli sorular sormaya başladım. Ancak benim sorduğum her soru adama benim FMF konusunda bilgi sahibi olmadığım gibi bir düşünce yerleştiriyor. Neden ona bu saçma soruları sorarak vakit kaybettirdiğimi anlayamıyor. İkide bir ben internete baktım, bu çocuk FMF, doktor bize bu hastalığı her doktor bilmez dedi diyerek beni hizaya getirmeye çalışıyor.
Bir türlü istediğim gibi bir öykü alamıyorum. Ben de defalarca evet öykünüz bu tanıya benziyor, ancak karın ağrısı yapan yüzlerce hastalık var, bu nedenle bunları sormam lazım deyip duruyorum. Ama giderek de tepem atmaya başlıyor. En son artık belki yirminci kez FMF tanısını her doktor bilmez deyince pes ettim. Adama ‘’sana bu tanıyı kim söyledi, bir doktor değil mi, şimdi dönünce sor bakalım ona FMF’i kim öğretmiş’’ diye sordum. Adam ancak azarı işittikten sonra sorduğum sorulara cevap vermeye razı oldu.
Çocuk gerçekten de FMF çıktı. FMF nedir diye soranlara, kısaca ‘ailevi akdeniz ateşi’ denilen, tekrarlayan ateş ve ağrılarla seyreden,e ülkemizde de oldukça sık görülen bir hastalıktır diye izah edeyim. Gerçekten de düşünülmediği takdirde bir çok hastalıkla karışabilecek bir hastalıktır.
Bu hasta sahibi klasik ‘’internet doktoru’’ tiplemesine güzel bir örnektir.
Günün birinde rektör beyden bana acil bir telefon geldi. Rektörlükte çalışan sekreterlerden bir bir gün önce bizim poliklinikte muayene olmuş, ama kadın, çocuğuma tetkik yapmadan tedavi verdiler, bana bir şey anlatmadılar diye sinir krizi geçiriyormuş. Kadını benimle konuşmaya gönderdi. Kadın, 10 dakika içinde, çocuk ve dosya ile kapıma geldi. baktım ki dosyasında yapılması gereken her şey yapılmış, tetkikler istenmiş, kemik yaşının kaç yaş geri olduğuna varana kadar kadına herşey anlatılmış.
Muhtemelen çocuğunun hastalığını inkar sürecindedir diye düşünüp, ben de bir daha öykü aldım, muayene ettim ve tanıyı, tedaviyi desteklediğimi söyledim. Fakat kadın kesinlikle ikna olmuyor. Çocuğumun zeka testi yapılmadı, böbrek üstü bezlerine bakılmadı diye söyleniyor.
Meğer bir gün önce internette hipotiroidi araştırmış. Bunların hiçbiri senin çocuğunda yok deyince, illa tetkiklerini yapın, ben internette saatlerce araştırma yaptım, neler olacağını biliyorum diye tutturdu.
Biz de yıllarca okulunu okuduk ama neler olacağını hala bilemiyoruz tabii.
Köyde, hem de bir orman köyünde yaşamanın şehir insanı için şaşırtıcı özellikleri var. Burada yaşamaya başladığım günlerde kuş seslerinden ve odamın penceresinin dışına yuva yapan kırlangıçlardan çok etkilenmiştim. Bir de şehir ışıkları olmadığı için bütün görkemi ile görünen göz yüzü, özellikle de geceleri çok hoşuma gitmişti.