Bu günlüğü neden tutuyorum sorusunun cevabını hatırlamaya karar verdim, çünkü son dönemlerde acaba artık yazmasam mı diye düşünmeye başlamıştım. Ancak bu yazıları yazmaya, üstelik böyle uzun uzadıya yazmaya başlamamın bir sebebi vardı; İsrail’e gittikten sonra yazmaya karar verdim. Filistinliler çok önemli bir halktır, şu anda kullandığımız yazı, yani sesin simgelerinden meydana gelen harf alfabesini bulan halktır. Şu anda yeryüzünde yazılan hemen hemen bütün alfabelerin onların yazısından esinlenerek bulunduğunu söylemek yanlış olmaz. Şu anda sadece uzak Asya ülkelerinde heceleri simgeleyen yazı modelleri kullanılıyor ki, bunun öğrenmenin ne kadar zor olduğunu söylemeye gerek yok.
Bu tarihsel gerçeğe karşılık ne yazık ki Filistinli Müslüman halk iki büyük hata yapmış, birincisi pek yazılı kayıt bırakmamış, ikincisi de nasıl olsa toprağı alıp gidecek halleri yok diye dünyanın çeşitli yerlerindeki Yahudilere (sürgündeydiler) toprak satmışlar. Buna karşılık Yahudiler ise, (evet onlar da bölgenin halkı) tam karşıtı iki eylem yapmış; birincisi bir gün mutlaka geri döneceklerine inanmış ve bu uğurda çalışıp durmuşlar, ikincisi ise yazmışlar. Hem de her koşulda yazmışlar, dur durak bilmeden yazmışlar; mesela gizli dini guruplar yazmışlar; Kumran mağaralarında saklamışlar, mesela ikinci dünya savaşında başına gelenleri yazmışlar (Anne Frank), duvar sıvasının içine saklamışlar. İşte bu yazılar sayesinde kendilerine bu ülkede hak iddia edebildiler. Toprağını satan ve kendisi hakkında kayıt tutmayan ise mezar yazıtlarını bile kaybetti.
Ben de söz uçar yazı kalır mantığıyla, sivil tarih oluşturmak için kendi şahitliklerimi yazıyorum. Bence tarih savaşı kazananlara bırakılamayacak kadar çok yönlüdür. Böyle düşünerek yazmaya başladığımı hatırlayınca, devam kararı aldım.
Bu içinden geçtiğimiz yıllar gelecekte iklim krizi ile (belki de iklim krizinin başladığı yıllar olarak) anılacak gibi duruyor, bu yıl bütün dünyada hava şartlarının iyice çivisi çıktı. Bu yıl bölgemizdeki kuraklığın tek sonucu bitmek bilmeyen yangınlardan ibaret değil, yaz mahsulü de çok az oldu. Ay çiçeği tarlalarında ürün hemen tamamen kavruldu gitti, muhtemelen %30 verim verecekmiş, ayçiçekleri normalin beşte biri büyüklüğünde bile değil, pek çoğunun da içi boş görünüyor. Tarlaları görmek insanın içini acıtıyor.
Geçen hafta sonu Eceabat’a Suvla şarap fabrikalarını ve bağlarını görmeye gittik, yarımadada da ay çiçeği tarlaları içler acısıydı.
Bu güne kadar birçok şarap imalathanesi ve bağını gezmiş ve çeşitli bilgiler almıştım, parça parça yazılarımda vardır. Bu gezide yeni öğrendiğim ve hoşuma giden bazı şeyleri anlatmaya çalışacağım.
Şu anda bağ bozumu başlamıştı ve şarap yapımının ilk aşamaları yani üzümlerin kırılması aşamasındaydı. Hem fabrikadaki ‘wine maker’ler hem de bağdan sorumlu ziraat mühendislerinin işlerini ne kadar büyük bir tutku ile yaptıklarına şahit olmak çok güzeldi. İşini aşkla (heves, adanmışlık, sevgi) ile yapan herkes gibi bu gençlere de hayran kaldım. Bir kez daha şarap yapımının ne kadar incelikli bir iş olduğunu anladım, ancak ilk defa bir bağın bakımını bu kadar ayrıntılı olarak dinledim. Şu kadarını söyleyeyim her ikisi de gerçek uzmanlık ve ağır çalışma gerektiriyor. Gelibolu yarımadasında hem yerel üreticilerin, hem de çok yaygın markaların bağları var, anlaşılan şaraplık üzüm için oldukça uygun bir alan. Gezdiğimiz bağ tamamen organik yöntemlerle üretim yapan bir bağdı, hiç kimyasal kullanılmıyor. Mühendis zararlılarla mücadele yöntemlerini anlattı, bunlardan bana en ilginç gelen zararlı bir sineğin üremesini, dolayısıyla zarar vermesini önlemek için yaptıkları şeydi. Herkes bilir hayvanlar çiftleşme dönemlerinde feromon denilen bir koku salarak birbirlerini bulurlar. Bağın her sırasına dişi sinek kokusu asıyorlarmış, zavallı (vallahi hallerine acımadım desem yalan) erkek sinek de koş oraya uç buraya bir türlü dişi ile denkleşemiyor, denk gelse de yorgunluktan çiftleşemiyormuş, çok akıllıca değil mi? Ancak bu sene havalar o kadar sıcak gitti ki, astıkları ipliklerdeki kokular çabuk uçmuş, yakın zaman önce sinekler üremeye başlamışlar, neyse ki fazla hasar veremeden üzüm hasadı başladı. Bana ilginç gelen bir başka bilgi de bazı üzümlerin üzerinde buğu gibi bir tabaka olur ya, işte o tabaka doğal maya imiş, bazı butik işletmeler hiç ticari maya kullanmadan sırf bu maya ile şarap yapıyorlarmış, elbette elle yapılan üretim çok kısıtlı oluyormuş.
Bu gezi bizim Zafer’in hastalarının ona hediyesiydi. Ben hastalarımdan bir hediye aldığımda soran olursa ‘iyi doktor fonundan’, asistan ve öğrencilerimden aldıklarıma ise ‘iyi hoca fonundan’ aldım derdim. Yani hafta sonunda Zaferin iyi doktor fonundan ben de yararlandım demek yanlış olmaz.
Zaferin bir de çiftçi, yerel satıcı hastası varmış, onun tezgâhına da uğradık, adamcağız, kavanozlar dolusu salçalar, torba dolusu meyve, kocaman bir kavun verdi, ben de 2 kilo biber almıştım, Zafer üstüne bir de, 2 şişe şarap aldı, yani elimiz kolumuz hayli doluydu.
Sözüm ona geçen hafta sonu yaşadığımız feribot krizini yaşamamak için arabalarımızı bırakıp karşıya yaya olarak geçmiştik (yarımadada bizi bir araçla gezdirdiler). Fakat daha ilginç bir feribot krizi yaşadık, tam feribot limandan uzaklaşırken limana getirildik. Biz de oradaki pastanede oturup çay içtik, gevezelik ettik. Karşımızda çok kısa bir etek giymiş bir kadın, aşırı frikik vererek oturuyordu. Ben; el alemin .ötüne bakılmaz, insanın işi ters gider muhabbeti yaptım, hatta sandalyemi çevirdim. Nihayet feribot geldiğinde ellerimiz kollarımız dopdolu içeri girip oturduk, herkes kendi aracıyla gelmiş, iskeleye yakın bir yerlerde park etmiştik. Zafer, eşi Perihan ve ben ellerimizde bunca yükle nasıl araçlarımıza kadar gideceğiz planı yaptık. Derken boğazın ortasında Zafer benim çantam nerede diye sordu. Meğer pastanede beklerken sandalyenin arkasına asmış ve orada unutmuş, neyse ki bulup sağlama almışlar. Bu bilgiyi alınca Zaferle ‘kesin sen kadının .ötüne baktın ki işin ters gitti’ diye iyi dalga geçtim. Sonuç Zafer çantasını almak için aynı feribotla geri döndü, biz 2 kadın, 3 kişi olarak nasıl yapacağımızı düşündüğümüz taşıma operasyonunu başarıyla gerçekleştirdik.
Yavuz hocama layık yaşıyorum, onun sürekli kullandığı ‘nereye gittik de rezil olmadık ki’ lafını hiç yere düşürmüyorum.
Ha son günlerde en çok yaptığım şeylerden biri de yangın alanlarını gezmek, bu arada çok ağırıma giden bir başka bilgiyi daha paylaşmak istiyorum, yanan bölgelerin yakınlarındaki orman bölgelerine avcılar gelmiş, alışık oldukları orman parçasından kaçmayı başaran hayvanları acemi oldukları saklanamayacakları alanlarda öldürmeye çalışıyorlarmış. Belki bilmeyen olabilir, vahşi hayvanların da sokak hayvanları gibi bütün ayrıntılarını bildiği, kendi alanları vardır, bu güvenli alanlarının dışına çıkmamayı tercih ederler. Belki de her sonbahar mevsiminde yapılan domuz avı sürecidir bilemiyorum.
Eğer bu duyduğum av meselesi doğru ise ve kendi alanını terk etmek zorunda kalan hayvanları avlıyorlarsa artık ne diyeyim, insan ırkı bu gezegenden yok olalım topluca.
Kırmızı ip feromon