Category Archives: Genel

BU GÜNLÜĞÜ NEDEN TUTUYORUM, DERDİM NE? ÜZÜMÜN YOLCULUĞU, GELİBOLU, HAYAT NASIL DEVAM EDİYOR?

Bu günlüğü neden tutuyorum sorusunun cevabını hatırlamaya karar verdim, çünkü son dönemlerde acaba artık yazmasam mı diye düşünmeye başlamıştım. Ancak bu yazıları yazmaya, üstelik böyle uzun uzadıya yazmaya başlamamın bir sebebi vardı; İsrail’e gittikten sonra yazmaya karar verdim. Filistinliler çok önemli bir halktır, şu anda kullandığımız yazı, yani sesin simgelerinden meydana gelen harf alfabesini bulan halktır. Şu anda yeryüzünde yazılan hemen hemen bütün alfabelerin onların yazısından esinlenerek bulunduğunu söylemek yanlış olmaz. Şu anda sadece uzak Asya ülkelerinde heceleri simgeleyen yazı modelleri kullanılıyor ki, bunun öğrenmenin ne kadar zor olduğunu söylemeye gerek yok.

Bu tarihsel gerçeğe karşılık ne yazık ki Filistinli  Müslüman halk iki büyük hata yapmış, birincisi pek yazılı kayıt bırakmamış, ikincisi de nasıl olsa toprağı alıp gidecek halleri yok diye dünyanın çeşitli yerlerindeki Yahudilere (sürgündeydiler) toprak satmışlar. Buna karşılık Yahudiler ise, (evet onlar da bölgenin halkı) tam karşıtı iki eylem yapmış; birincisi bir gün mutlaka geri döneceklerine inanmış ve bu uğurda çalışıp durmuşlar, ikincisi ise yazmışlar. Hem de her koşulda yazmışlar, dur durak bilmeden yazmışlar; mesela gizli dini guruplar yazmışlar;  Kumran mağaralarında saklamışlar, mesela ikinci dünya savaşında başına gelenleri yazmışlar (Anne Frank), duvar sıvasının içine saklamışlar. İşte bu yazılar sayesinde kendilerine bu ülkede hak iddia edebildiler. Toprağını satan ve kendisi hakkında kayıt tutmayan ise mezar yazıtlarını bile kaybetti.

Ben de söz uçar yazı kalır mantığıyla, sivil tarih oluşturmak için kendi şahitliklerimi yazıyorum. Bence tarih savaşı kazananlara bırakılamayacak kadar çok yönlüdür. Böyle düşünerek yazmaya başladığımı hatırlayınca, devam kararı aldım.

Bu içinden geçtiğimiz yıllar gelecekte iklim krizi ile (belki de iklim krizinin başladığı yıllar olarak) anılacak gibi duruyor, bu yıl bütün dünyada hava şartlarının iyice çivisi çıktı. Bu yıl bölgemizdeki kuraklığın tek sonucu bitmek bilmeyen yangınlardan ibaret değil, yaz mahsulü de çok az oldu. Ay çiçeği tarlalarında ürün hemen tamamen kavruldu gitti, muhtemelen %30 verim verecekmiş, ayçiçekleri normalin beşte biri büyüklüğünde bile değil, pek çoğunun da içi boş görünüyor. Tarlaları görmek insanın içini acıtıyor.  

Geçen hafta sonu Eceabat’a Suvla şarap fabrikalarını ve bağlarını görmeye gittik, yarımadada da ay çiçeği tarlaları içler acısıydı.

Bu güne kadar birçok şarap imalathanesi ve bağını gezmiş ve çeşitli bilgiler almıştım, parça parça yazılarımda vardır. Bu gezide yeni öğrendiğim ve hoşuma giden bazı şeyleri anlatmaya çalışacağım.

Şu anda bağ bozumu başlamıştı ve şarap yapımının ilk aşamaları yani üzümlerin kırılması aşamasındaydı. Hem fabrikadaki ‘wine maker’ler hem de bağdan sorumlu ziraat mühendislerinin işlerini ne kadar büyük bir tutku ile yaptıklarına şahit olmak çok güzeldi. İşini aşkla (heves, adanmışlık, sevgi) ile yapan herkes gibi bu gençlere de hayran kaldım. Bir kez daha şarap yapımının ne kadar incelikli bir iş olduğunu anladım, ancak ilk defa bir bağın bakımını bu kadar ayrıntılı olarak dinledim. Şu kadarını söyleyeyim her ikisi de gerçek uzmanlık ve ağır çalışma gerektiriyor. Gelibolu yarımadasında hem yerel üreticilerin, hem de çok yaygın markaların bağları var, anlaşılan şaraplık üzüm için oldukça uygun bir alan. Gezdiğimiz bağ tamamen organik yöntemlerle üretim yapan bir bağdı, hiç kimyasal kullanılmıyor. Mühendis  zararlılarla  mücadele yöntemlerini anlattı, bunlardan bana en ilginç gelen zararlı bir sineğin üremesini, dolayısıyla zarar vermesini önlemek için yaptıkları şeydi. Herkes bilir hayvanlar çiftleşme dönemlerinde feromon denilen bir koku salarak birbirlerini bulurlar. Bağın her sırasına dişi sinek kokusu asıyorlarmış, zavallı (vallahi hallerine acımadım desem yalan) erkek sinek de koş oraya uç buraya bir türlü dişi ile denkleşemiyor, denk gelse de yorgunluktan çiftleşemiyormuş, çok akıllıca değil mi? Ancak bu sene havalar o kadar sıcak gitti ki, astıkları ipliklerdeki kokular çabuk uçmuş, yakın zaman önce sinekler üremeye başlamışlar, neyse ki fazla hasar veremeden üzüm hasadı başladı. Bana ilginç gelen bir başka bilgi de bazı üzümlerin üzerinde buğu gibi bir tabaka olur ya, işte o tabaka doğal maya imiş, bazı butik işletmeler hiç ticari maya kullanmadan sırf bu maya ile şarap yapıyorlarmış, elbette elle yapılan üretim çok kısıtlı oluyormuş.

Bu gezi bizim Zafer’in hastalarının ona hediyesiydi. Ben hastalarımdan bir hediye aldığımda soran olursa ‘iyi doktor fonundan’, asistan ve öğrencilerimden aldıklarıma ise ‘iyi hoca fonundan’ aldım derdim. Yani hafta sonunda Zaferin iyi doktor fonundan ben de yararlandım demek yanlış olmaz.

 Zaferin bir de çiftçi, yerel satıcı hastası varmış, onun tezgâhına da uğradık, adamcağız, kavanozlar dolusu salçalar, torba dolusu meyve, kocaman bir kavun verdi, ben de 2 kilo biber almıştım, Zafer üstüne bir de, 2 şişe şarap aldı, yani elimiz kolumuz hayli doluydu.

Sözüm ona geçen hafta sonu yaşadığımız feribot krizini yaşamamak için arabalarımızı bırakıp karşıya yaya olarak geçmiştik (yarımadada bizi bir araçla gezdirdiler). Fakat daha ilginç bir feribot krizi yaşadık,  tam  feribot limandan uzaklaşırken limana getirildik. Biz de oradaki pastanede oturup çay içtik, gevezelik ettik. Karşımızda çok kısa bir etek giymiş bir kadın, aşırı frikik vererek oturuyordu.  Ben;  el alemin .ötüne bakılmaz, insanın işi ters gider muhabbeti yaptım, hatta sandalyemi çevirdim.  Nihayet feribot geldiğinde ellerimiz kollarımız dopdolu içeri girip oturduk, herkes kendi aracıyla gelmiş, iskeleye yakın bir yerlerde park etmiştik. Zafer, eşi Perihan ve ben ellerimizde bunca yükle nasıl araçlarımıza kadar gideceğiz planı yaptık. Derken boğazın ortasında Zafer benim çantam nerede diye sordu. Meğer pastanede beklerken sandalyenin arkasına asmış ve orada unutmuş, neyse ki bulup sağlama almışlar. Bu bilgiyi alınca Zaferle ‘kesin sen kadının .ötüne baktın ki işin ters gitti’ diye iyi dalga geçtim. Sonuç Zafer çantasını almak için aynı feribotla geri döndü, biz 2 kadın, 3 kişi olarak nasıl yapacağımızı düşündüğümüz taşıma operasyonunu başarıyla gerçekleştirdik. 

Yavuz hocama layık yaşıyorum, onun sürekli kullandığı ‘nereye gittik de rezil olmadık ki’ lafını hiç yere düşürmüyorum.

Ha son günlerde en çok yaptığım şeylerden biri de yangın alanlarını gezmek, bu arada çok ağırıma giden bir başka bilgiyi daha paylaşmak istiyorum, yanan bölgelerin yakınlarındaki orman bölgelerine avcılar gelmiş, alışık oldukları orman parçasından kaçmayı başaran hayvanları acemi oldukları saklanamayacakları alanlarda öldürmeye çalışıyorlarmış. Belki bilmeyen olabilir, vahşi hayvanların da sokak hayvanları gibi bütün ayrıntılarını bildiği,  kendi alanları vardır, bu güvenli alanlarının dışına çıkmamayı tercih ederler. Belki de her sonbahar mevsiminde yapılan domuz avı sürecidir bilemiyorum.

 Eğer bu duyduğum av meselesi doğru ise ve kendi alanını terk etmek zorunda kalan hayvanları avlıyorlarsa artık ne diyeyim, insan ırkı bu gezegenden yok olalım topluca.

Kırmızı ip feromon

Üzüm kırma tezgahı
Şampanya şişesinde olgunlaşıyor
Zafer, Perihan, ben, Wine maker Dilara
Bağlardan sorumlu ziraat mühendisi, şaraplar arkada yıllanıyor

YANGIN SİLSİLESİ, HERŞEY KOMPLO DA KOMPLO, HERKESLE BİRLİKTE YÜRÜMEK OLASI DEĞİL, BOŞA HARCAYACAK ENERJİM YOK

Bütün ülke 22-23 ağustos 2023 tarihlerini Çanakkale yangını olarak hatırlayacak ama aslında 16 Temmuz gününden beri geçtiğimiz 4-5 haftayı orman yangını serisi içerisinde geçirdik. Bütün yıl yağmur/ kar yağmamıştı, hem toprak çok kuraktı, hem hava çok sıcaktı, hem de rüzgâr çok şiddetliydi, yani orman yangını için bütün şartlar maksimum derecede mevcuttu.

Önce 16 Temmuzda bizim köyün arkasındaki kızılçam ormanı/tarım alanı karışımı alanda başladı. Ben, balya makinesinden kıvılcım atladı diye düşündüm, ama o gün orada çalışan makine yokmuş. Resmi olarak yüksek gerilim hattına takılıp yanan bir kuşun yangını çıkartmış olabileceği açıklandı. Bence yangının bölgede yığılı gübre yığınlarından birinin uygun koşullar nedeniyle yanmaya başlaması, yere atılmış bir cam parçasından ya da çam reçinesinden çıkmış olması çok daha mümkün.

Bu alan içinden geçen sadece tarlalar arası yollar bir de İğdelik mahallesine (8/10 ev) giden birkaç yıl önce asfalt dökülen bir yol var. İnanarak yazıyorum bu yangın kasıtlı olarak çıkartılmadı, çünkü bu bölge oldukça ıssız, içinde tek tük ev, ahır, tarla olan, kimsenin gidip mangal bile yapmadığı bir alandır. Köylümüzün yangın sırasına nasıl canla başla çalıştığını görünce onları düşünceyle bile töhmet altında bırakmak çok zalimce geliyor, üstelik bütün zararı gören de biziz. Dışardan birileri yaktıysa, onu bilemem, ancak valilik ormanlara girişi yasaklamıştı, zaten bizim köy tercih edilen bir piknik alanı değil.

Köyümüzün kuzey doğu kısmından başlayan yangın büyük bir hızla köyün evlerine ulaştı ve bütün kuzey kısmını sardı, daha yarım saat geçmeden güneye de kıvrılarak köyümüzü tamamen ablukaya aldı. Bütün gece, kilometreler boyunca güneye doğru yayıldı, ancak sabaha karşı biraz kontrol altına alınabildi. Ertesi gün bütün bölge yeniden harlandı, etrafa doğru yangının sınırları daha da genişledi, özellikle de bizim İğdelik bölgesinde ve Çan yolu üzerindeki köyler bölgesinde yanan çok alan oldu. Bu ilk büyük yangın 2 günde kontrol altına alındı. Orman yangının kontrol altına alınması yangının bittiği anlamına gelmediğini anlamak gerekir. İçten içe tüten bir alanın çevresi kazılarak sınırlandırılması, yayılmanın engellenmesi, kontrol altına alınması kabul ediliyor.

Orman yangını yayılması ise akıl alır gibi değil, alevler sadece rüzgârla savrulmuyor, kozalaklar patlayıp fişek gibi gidiyor, yanan kuşlar, hayvanlar can havliyle kaçarken yeni yerler yakıyor, daha da ilginci, yangın bölgesinden çevreye (hem de yüzlerce metre uzaklara) kucak dolusu yanan parçalar (yangın bombaları) saçılıyor, bunlardan birini bile söndürmek ciddi mesele. Bu kocaman parçaların nasıl oraya uçtuğunu görmeden idrak etmek zor.

Yangın kontrol altına alındı deyince bir sabır imtihanı başlıyor. Ormancılar, itfaiye ekipleri, köylüler günlerce nöbet tutuyorlar. Benim ‘köylü bilgeliği’ dediğim birçok kadim bilgiye doğuştan sahip olan komşum (köyün atalık tohum bankası) bu büyüklükte bir yangında ağaç köklerinin ısıyı tutacağını ve haftalar boyunca yangınlar çıkabileceğini daha ilk günden söyledi.

Bu ilk yangından sonra çok da uzak olmayan bir köyde bu kez kasıtlı bir yangın çıkartıldı, bu yangın çok zor bir alanda olmasına karşılık kısa sürede söndürüldü, failler de hemen yakalandı.

Bütün olumsuz koşullar devam ettiği için ilk hafta boyunca hemen her gün birçok noktadan ufak ufak parlamalar oldu, daha sonra bu parlamaların sıklığı azalsa da bütün ay devam etti. Büyük yangından 2 hafta sonra yangının ilk başladığı noktaya bir kilometre kadar yakın (ama yanan alanın dışında) gençleştirilmiş bir koru daha tutuştu (köye mesafe kuzey doğudan 2,5 km kadar). Üstelik gece vakti yani insan faaliyetinin olmadığı ve üzerinden elektrik teli filan geçmeyen bir alandı. Bu yangın bile eğer tek başına olsaydı 100 hektardan daha büyük bir yangın olduğu için haber değeri taşıyabilecek bir yangındı ama elbette büyük yangının devamı olarak değerlendirildi. Bundan bir hafta kadar sonra köyün bu sefer 2 km batısında daha önce yanan bir alan tekrar tutuştu, daha önce yarı yanan ağaçlar kömür oldu, yanmayanlar ise bu yeni yangında yandı.

Derken 22 ağustosta, tam da yangının en son ulaştığı bölgede, daha önceki yangında yanan bölgenin hemen dışında kalan bir yerden aniden bu büyük yangın başladı. Yangının başladığı Damyeri, bizim İğdelik gibi hiçbir yere çıkmayan bir yolun çevresindeki 7-8 evden ibaret bir mahalledir. Bu tip mahalleler özellikle gitmeyeceksen yolunu bulamadığın, yanlışlıkla gidersen arabanı çevirecek yer bulamadığın, artık sadece birkaç yaşlı insanın yaşadığı bir yer.

Önce yok salça yapılırken ateş atladı, yok anız yakıldı, yok yoldan geçen araba izmarit attı dendi, video ortaya çıkınca yakında bir elektrik direği olduğundan kıvılcım atladı dendi. Ben bu yangının da önceki yangının devamı niteliğinde olduğunu düşünüyorum.  Bu sefer rüzgâr daha da kuvvetliydi, yangın kısa sürede, daha önceki yangının büyük bir gayretle sınırlandırıldığı Sarıçay vadisini çok kısa sürede aştı. Ondan sonra da olanlar oldu, ilk yangının 2-3 katı kadar büyük bir alan daha yandı. Üstelik bu kez yangın şehir merkezine çok tehlikeli bir şekilde yaklaştı, bu kez köylerde bazı evlerin yanmasını engellemek de mümkün olmadı.

Yangında can kaybı yok deniliyor ama kim bilir kaç ağaç tamamen kül oldu, kaç vahşi hayvan, kaç evcil hayvan öldü, kaç dönüm hububat, meyve tarlası yandı şimdilik bilmiyoruz. Yanan bölge şehre çok yakın olduğu için mesela şehir çöplüğü çok ciddi yanma tehlikesi geçirdi, eğer sülfür balonu delinseydi maazallah çok daha büyük felaket olacaktı. Bu ikinci büyük yangında ise haberleşme kuleleri, radar tepesi, askeriye, hastane, üniversite kampüsü tehlike atlattı. En çok hasar gören köylerden birinde bir uzay gözlem istasyonu vardı, o da tamamen yanmış. Bir aydan beri yanan köyler şehir merkezine çok yakın köyler, en uzaktakilerden biri bizimki, biz de iskeleye yani şehrin göbeğine sadece 16 kilometre uzaktayız.

Gariptir, kendimizin çok ciddi tehlike altında olduğumuz, köyde mahsur kaldığımız ilk gece çok sakindim, ama son yangında hem şehirde oturan evlerine yangın oldukça yaklaşan arkadaşlarımı ve yangında boşaltılan köylerden birinde oturan ve gece boyunca haber alamadığım başka bir arkadaşımı düşünerek çok tedirgin oldum.

Bu yangın sırasında Yunanistan Dedeağaç bölgesinde de yangın vardı, Gelibolu yarımadasının üzerinde atom bombası bulutu gibi bulut görüyorduk, oradaki yangının bizimkinin en az 10 katı büyüklüğünde olduğunu sanıyorum.

Bu yangın her zamanki insan aczini gözümüze soktu, ama öte yandan insanoğlunun dayanışma sırasında nasıl büyük bir güç olduğunu da göstermiş oldu.

Bu süreç boyunca insan davranışlarından, kendi hayatımdaki bazı ilişkilerime de ister istemez sıkça dikkatim çekildi. Çok net anlıyorum ki, insanları birbirine yakınlaştıran, ortak mekân / zaman paydaşlığı değil, duygudaşlık yani zamane terimiyle enerji paydaşlığı. Bu süreçte hem eski dostlarımdan hem de burada edindiğim yeni arkadaşlardan o kadar güzel manevi destek aldım, samimi ilgilerini hissettim ki anlatmak mümkün değil.

Bu kadar çok iyi insan varlığının hayatımda olması çok büyük bir ayrıcalık. Tabii etrafımdaki bütün insanlar için benzer duygular içerisinde değilim.

İnsan, hayat yolunu yürürken önüne birçok yol ayırımı çıkıyor, her birey kendi yaşam hafızasında depoladığı bilgilerden bazılarını seçerek adımını önüne çıkan hangi yöne doğru atacağına karar veriyor. Bazı insanlar benzer adımları atmaya vermeye devam ettiği için yıllar boyunca ayrı kalmış bile olsalar, yeniden karşılaştıklarında kaldıkları yerden devam edebiliyorlar, çünkü olaylara bakış açıları ve olaylar karşısında verdikleri tepki, duygular benzeşmeye devam ediyor. Oysa bazen aynı yolda yürüdüğün, fiziki olarak yanında bulunan bir insan varlığı ile gün geliyor yolunun tamamen farklılaştığını anlıyorsun. Bir seçimi, bir adımı farklı yönde atmış oluyor, daha sonra atılan her bir minik adım, iki kişiyi birbirinden tamamen uzaklaştırmış olabiliyor. Sonra bir bakıyorsun aranızda uçurumlar var.

Bazen insanlar bu uçurumu fark ettiklerinde kapatmak için mücadele eder, en bilindik örnek evliliği kurtarmaya çalışmaktır, aslında tamamen enerji israfı ama gene de çocuklar için vs denilip mazur görülebilir. Eğer yanından uzaklaşan insan varlığı bir arkadaş ise birlikte yürüdüğün yollar için kısa bir teşekkür edip, gönülden uzaklaştırmak en doğrusu bence, yoksa insan kendi yüreğini intikam alma hissi ile berbat edebilir. Çünkü genellikle artık farklı kulvarda yürüdüğünüzü ‘bunu bana nasıl yapar’ hissi ile fark ediyorsun. Kurt kışı geçirirmiş, ama yediği ayazı unutmazmış diye bir atasözü vardır. Bu gibi bir durumu ‘kazık yemek’ olarak değerlendirirsen, kin tutmak lazım, intikam almaya çalışmak lazım ya da ne bileyim en azından arkadaşı bir şekilde hizaya getirmek lazım. Vallahi hiç boşuna zahmet çekemem.

Çok eski bir arkadaşım birkaç yıldan beri, haz etmediğim bir guruba dâhil olup beni de kendi gibi düşünmeye zorlayan birisi oldu. Hiçbir şekilde kendinden farklı bir düşünceyi dinlemeye bile katlanamıyor.  Bu yangında bana illa ki, yangını birinin kasıtlı çıkardığını, çıkartan kişinin asılıp/ kesilmeyi /damgalanmayı/ teşhir edilmeyi hak ettiğini söyletmek istiyor.  Yok, beni ikna etmeye çalışmıyor, resmen kafamı balta ile yarıp bu ‘gerçeği’ içine sokmaya çalışıyor. Üstelik bu durum ilk kez yaşanmıyor, yanan benim, bir de beni dinlemeye çalışsana, hayır illa beni kendi hizasına sokacak.

Tamam, her şeyin doğrusunu sen bilirsin, artık bana müsaade, kaç yıllık arkadaşım artık benim arkadaşım değil, ama o henüz bunun farkında bile değil.

Bu yazıyı ayın 25inde yazdım ve yayınladıktan sonra ilk yangın alanının bir başka köşesinde yeni bir parlama daha oldu, şimdi balkondan helikoptere seyrediyoruz. Bu çok komplike bir yangın fırtınası.

 KÖY ŞENLİKLERİ, FESTİVALLER, HAYIRLAR, İLK YAĞMUR DUASI

Burada hayatın akışı Karadeniz’den çok farklı, insanlar toplumsal yaşamdan çok keyif alıyorlar. Bizde köylerde en yakın komşuna haber vermek için silaha sarılırsın, çünkü evlerin arasındaki mesafe bağırarak sesini duyuramayacağın kadar uzaktır. Benim bildiğim kadarıyla, düğün, cenaze gibi evrensel toplu hareket gerektiren olaylar dışında toplum olarak yapılan tek şenlik, yayla şenlikleridir, hepsi bu kadar. Burada ise evler birbirine çok yakın, sosyal hayat da öyle.

Bazı köylerde mesela ramazan ayında hiçbir iftar tek başına yapılmıyor, mutlaka toplu halde birisinin verdiği ortak yemek yeniliyor.

Köylerde en büyük toplumsal olay ‘hayır yemekleri’, hangi köyde bir hayır varsa, neredeyse bütün şehir o köyde toplanıyor, uzun uzadıya dualar, gazeller okunuyor, toplu yemek yeniliyor. Köyün delikanlıları derhal organize olup, köpük tabaklar içerisinde yemek dağıtımı yapıyorlar. Asla geride yemek bırakılmıyor, eğer artan yemek olursa tabaklara doldurulup evlere götürülüyor. Anladığım kadarı ile tavuklu nohutlu pilav hayır yemeklerinin olmazsa olmazı. Yemeği verenin gücüne göre yanında meşrubat, ayran,  lokma ya da başka bir tatlı oluyor. Bu yemeklere genellikle normal kıyafetlerle gidiliyor, oysa düğünlere (sünnet, evlilik) kadınlar çok daha süslü geliyorlar, düğünde hayır yemeğinden farklı olarak dua ve mevlit değil, müzik, halk oyunları filan oluyor. Bu tür organizasyonlar için her köyün bilinen bir alanı var, kötü havalarda çadır kuruluyor, ama zannedersem her köyün bu işler için plastik sandalye, masa stokları var.

Davetler çok zaman camiden anons ediliyor, kapı dolaşması, ya da kulaktan kulağa yapılıyor, davetiye olsa bile köyün adı yeterli, ayrıca yer belirtilmesine gerek yok, herkes hangi alana gideceğini biliyor. Müzik gurupları ise çoğu Roman gurubu, gayet kaliteli müzik yapıyorlar.  Bu organizasyonlar gayet eğlenceli oluyor.Deve güreşleri de benzer şekilde, çok daha büyük topluluğun katılımı ile gerçekleşiyor. Farklı olarak çok daha fazla seyyar satıcı geliyor, ayaküstü yemek yenecek arabalar, parıltılı, pullu kumaşlar, tarım aletleri satılıyor, bazen meyve sebze, ev yapımı ürün tezgâhları da oluyor.

Bir de festivaller oluyor. Mesela bu yıl 60. Troya festivali yapıldı. Bu festival sanırım şehirde gerçekleşen en kapsamlı festival, 3-4 gün sürüyor, konserler, tiyatro oyunları, söyleşiler, sergiler oluyor. Bu etkinliklerin çoğu açık havada yapılıyor, herkesin rejisör koltuğu ve katlanır masası var, bir anda park yeri oturma alanına dönüşüyor. Zaten herkesin sahilde bu koltuklarda saatlerce oturup sohbet etme alışkanlığı var.

Hemen her kasabada kiraz festivali, caz festivali, yağlı güreş gibi toplu etkinlikler yapılıyor. Sadece kasabalar da değil köylerde de festival yapılmaya başlandı. Geçen ay 3 ayrı köy şenliğine katıldım.

Bizim köyde orman yangınından sonra, zaten muharrem ayı idi, köyde ortak bir aşure hayırı yapmaya karar vermişler. Ortak hayır olunca herkesten para toplanıyor, minimum kaç TL verileceği belirleniyor, katılmak istersen daha az veremezsin ama tabii daha çok vermek istersen veriyorsun. Hayır yemeği köyde pişirilmiyor, bu işi yapan kurum ya da insanlar var. Herkes istediği kişiye haber veriyor, ne kadar çok kişi katılırsa o kadar makbul oluyor. Bizim köyde bu işin zamanı genellikle akşam namazı ile gece namazı arası, bu sırada dualar okunuyor, yemekler yeniliyor. Aşure hayırında benim de misafirlerim vardı; Gamze’nin anne babası Çanakkale’de olduğu için onlara bir değişiklik olur diye çağırdım. Tabii gene köy arabalarla doldu taştı, ( bu tür yemeklerde İstanbul, İzmir, Ankara plakalı araba bolluğu da olur, park yeri sorun olmaz çünkü sırf bu günlerde ev bahçeleri de açılır, herkes nereye park edeceğini de biliyor galiba). Her hayırda olduğu gibi; köyün meydanında, okulun bahçesinde, kahvenin, bakkalın önünde masalar, sandalyeler vardı. Bizim yemekte aşurenin yanında pilav değil keşkek vardı ( keşkek aslında düğün yemeği). Allı pullu kumaş satan bir tezgah bile vardı. Yangından sonra hala ormancılar ve itfaiyeciler nöbette oldukları için resmi araç bolluğu da vardı. Gençlerin ellerinde uçuşan tepsiler, koşturan çocuklar, başıboş köpekler, köylüler, şehirden gelen misafirler, kavga eden kadınlar, hatta kısa bir yağmur duası bile vardı. Bu duayı Sermin, muhtardan istemiş, nedense pek kısa tuttular, ama hayatımda ilk kez bir yağmur duasına karışmış oldum. Herkes yüzünü kıbleye döndü, çoğu kişi elleri dua pozisyonunda değil, eller göğüs hizasında, parmaklarını ise aşağı doğru tuttu. Aslen Karadeniz’li olan misafirlerim oldukça etkilendiler.

Bundan birkaç gün sonra Güzelyalı  köyünde mini bir festival oldu. Bu köy Osmanlı döneminde İstanbul’a gelen gemilerin bekletildiği, o dönemin ilk karantina alanı olduğu için eski adı ‘karantina’, dolayısıyla festivalin adı da karantina festivali idi. Gamze’nin kızı (Ceylin) okuldan arkadaşlarıyla birlikte Gurup Feveran adıyla bir müzik gurubu kurdular, Ceylin de basgitar çalıyor. Gurubu kurdukları yıl liseler arası müzik yarışmasında ikinci olmuşlardı, buna hırs yapıp bu yıl birinci oldular. Böylece bu festivalde Moğollar gurubunun önünde çalmaya hak kazandılar. Ancak Moğollar ilk gece çalmış, bizimkiler ertesi gece başka bir gurubun önünde çaldılar. Bence çok başarılı idiler. Önce Moğollardan önce çalmadıkları için üzülmüşlerdi ama şanslarına o gece büyük bir trafo patlaması yaşandı ve konserde hayli zor anlar yaşandı. Bizimkilerin çıktığı gece ise hiçbir sorun yaşanmadı. Bu köy eskiden karantina olmasına karşılık çok güzel sahili olan, bölge halkının sayfiye olarak kullandıkları, oldukça güzel bir köydür. Sahneyi iskelede kurmuşlardı, bizler de sahile rejisör koltukları atarak kumsalı seyir alanı haline çevirdik. Mesela bu olay bile bana çok acayip geliyor. Trabzon’da böyle bir şey istesen de yapamazsın, bir dalga gelir seni alıp götürür, kendini denizin ortasında bulursun. Buranın denizi de insanları gibi sakin.

Son olarak da Gelibolu yarımadasında bulunan, Yalova köyünün festivaline gittim. Zafer’in doğum gününe denk geldiği için ona bir program yaptım, değişiklik olur diye köy festivaline gittik. Çok değişik bir gün yaşadık. Kadınlar yöresel kıyafetlerini giymiştiler, şalvarları, bellerine bağladıkları bez, baş bağları, her şey oldukça farklı, en etkileyici tarafları da sırtlarından kalçalarına kadar uzanan 40 örgü saçları idi. Belli ki Balkan göçmeni bu köy. Yöresel yemek tezgahları vardı (göceli patlıcan, bunu mutlaka deneyip tarif de paylaşacağım, tarçınlı çörekler vs yedik). Geçen sene gene festival yapmışlar, sebze satışı falan da olmuş ama bu sene onlar yoktu. Köylerinde kına gecesi yerine, hediyelerin verildiği bir tören yapılıyormuş, temsili olarak onu gösterdiler, halk oyunları ekibi vardı, kadınlar zeybek, erkekler harmandalı oynadılar. Bu oyun faslı bizimkilere göre çok yavaş ama, halk oyunlarının ruhu her yerde aynı. Oyunu bilen profesyonel ekibe katılıyor ve en az onlar kadar hatta daha iyi oynuyor. Ben de sahneye atılıp birkaç göbek attım, oyunları roman oyunu değil, erik dalına daha çok benziyor.

Bu şehirde yaşayan 86 millet var desem yanılmış olmam, Yalova köyü ile bizim köy arasında kuş uçuşu 25 km yoktur, ama tamamen farklı insanlar, ne adetleri benziyor ne de fizyonomileri, adetleri, yemekleri her şeyleri farklı. Ben de kalktım, buraları Karadeniz bölgesi ile kıyaslıyorum, bendeki de akıl işte.

Kadının kendi genç kızlık saçlarından saç ekine dikkat
Kına temsili
Harmandalı

DAMLA KENDİNİ TAMAMLAYINCA DAMLARMIŞ; BU GÜN BİR DAMLA DAHA DAMLADIM

İnsan herhangi bir konuya ilgi duymaya başlayınca, etrafında o konu ile ilgili birçok şey keşfediyor, bir sürü fırsatlar görmeye başlıyor. Köye yerleştiğim günden beri kendimi fitoterapi, aromaterapi konularına ile giderek artan şekilde ilgili bulmaya başladım. İlk önce nereden estirdiğimi anlamadığım bir şekilde şifalı bitkiler bahçesi hazırlar halde buldum. Şimdi ‘ÇAYLIK’ dediğim yokuşlu bir alanı önce taş duvarlarla, üzerinde düşmeden yürünecek bir hale getirdik, daha sonra da bu mini taraçalara adını o güne kadar duyduğum, duymadığım, fidan satan serada, köydeki komşularda bulduğum şifalı çok yıllık çalılar, çiçekler diktim. Bu bahçeden asıl amacım, sulama ve özel bakım gerektirmeyen bir peyzaj alanı yaratmaktı. Derken Çanakkale belediyesi bir şifalı bitkiler parkı açtı, oradan başka bitkiler alırım düşüncesiyle gezdiğim zaman, parkta olan hemen her bitkinin bende zaten var olduğunu fark ettim. Bende olmayanlar köyümün yüksek rakımına uygun olmayan bitkilerdi, bazı bitkiler ise benim bahçede zaten endemikti. Bende olup da parkta olmayan bitkiler bile vardı. Bu durumda bir hayli yeterli çeşitte tıbbi ve aromatik bitkim olduğunu idrak ettim. Sadece tıbbi değil, mutfakta taze baharat olarak kullandığım birçok bitkim de olmuştu.

Yavaş yavaş ev ortamında karamürver şurubu, aloa vera jeli, kantaron yağı, aynısefa yağı gibi imalatlara başladım. Çünkü bu tür malzemeler bu bölgede gittiğin hemen her turistik yerde yol kenarı tezgahlarında satılıyor, insan ister istemez ilgi duyuyor.

Derken salgın başladı, elbette o kış evde çok uzun zaman geçireceğimi anladım, oyalanmak için bakanlık onaylı, online bir fitoterapi kursuna yazıldım. Hayatımda görüp görebileceğim en yetersiz ve zevksiz bir eğitimden geçtik, bütün sınavlardan geçtim. Ancak asıl bir hafta sonu canlı çalışma yapılacak ve bize ondan sonra sertifika verilecekti. Salgın dönemi olduğu için bu toplantıları çok az yaptılar, hem de çok kısıtlı sayıda öğrenci kabul ettiler, ben ise her seferinde gitmeyi reddettim, çünkü henüz aşı bile olmamıştım. Sonunda galiba canlı dersten vaz geçtiler ki günün birinde bana 4-5 adet sertifika geldi, hem de çok süslü, dünyanın her yerinde geçerli fitoterapi sertifikası, aromaterapi sertifikası filan gönderdiler. Mesele şu ki, ben konu hakkında hiçbir şekilde kendimi yetkin hissetmiyordum. Tabii bu sertifikaların olması bana herhangi bir şey katmadı.

Ancak bir arkadaşım, ülkenin en bilinen aromaterapi ürünleri imal eden bir şirkette çalışmaya başladı, zaten kendisi de bu konuda master yapmış bir eczacıdır. Günün birinde onun 4 saatlik bir eğitimine katıldım ve daha önceki kursta nasıl boşuna zaman geçirmiş olduğum bir kez daha yüzüme vurulmuş oldu.

Tabii işler bununla da kalmadı, çok yakın başka bir arkadaşım, bana bir doktor hanımın markası olan bazı kremler hediye etti. Ürünleri denedim kalitesine inanamadım. Sonra doktor hanımın, bir SMA hastası çocuk için online krem kursu yapacağını duymuş, beni de guruba dahil etti. Sonuç olarak nihayet krem yapmayı öğrendim. Yakında parfüm atölyesine de katılacağım.

Bu gün ilk kez krem yaptım, olgunlaşması için 1 ay bekleme süresi var ama şimdiden çok beğendim. Yani bütün bu yıllar boyunca kendini tamamlayan damla sonunda damladı, artık bahçemdeki ürünlerle krem yapabiliyorum. Yanında parfüm bile yapacağım. Du bakali.

Bahçeden bahsetmişken bu yaz dolma kabağı dışında hiçbir yaz sebzesi olmadı. Buraya geldiğimizden beri bu denli fakir bir bahçe olmamıştı. Oysa hem gübresini bol tuttuk, hem de her gün sulama yaptık, ancak hava koşulları o denli faklıydı ki, hiçbir sebze verimli olamadı. Meyvelerin bazıları hiç meyve vermedi. Üzümler güzel vermişti ama onlar da tam koruk olmak üzereyken, bir öğleden sonra sıcak fön rüzgarına maruz kalınca kapkara kesildiler.  Sonuç olarak 2 senedir, bahçe oldukça verimsiz. Kurda kuşa aşa diye diktiğimiz bahçeyi, toprağa neme ısıya diye de düşünerek dikmek gerekiyor. Tabii pes etmek yok, yakında lahana cinslerinin tohumlarını toprakla buluşturacağım.

Bir de o kadar özenle baktığımız sebzeler son derece cılız iken yabani otların maşallahları var. Bu bence çok önemli bir şeye işaret ediyor. Bütün sebze ve meyveleri kendi habitatlarında yetiştirmek gerekiyor. Bu nedenle atalık tohumlar çok önemli, çünkü yüz yıllardır, hatta bazıları bin yıllardır, belli coğrafyanın havasına, suyuna, toprağına uygun olarak evrilmiş, bölgedeki haşaratla bile daha dayanıklı oluyor. Nasıl ki insanlar yaşarken, heybesinde bir sürü bilgi, anı, eğitim, gelenek biriktiriyorsa, bitkiler de genlerinde bir çok çevrelerine dair bilgi biriktiriyorlar, mevcut çevrelerinde hayatta kalmanın yollarını biliyorlar.

Geçen ay köyümüzde meydana gelen büyük orman yangınına da bu gözle bakıyorum. Eğer insan eliyle yanan orman mahvedilmez ise en çok 4-5 yıl içinde taptaze yeni ormanlarımız olacak. Çünkü daha şimdiden yanan yabani böğürtlenlerin köklerinden yeni filizler patladı. Özellikle de güzel bir kış geçirirsek, gelecek ya bebek çamları göreceğimden eminim.

SESLER, KOKULAR, HAYAT DEVAM EDİYOR

Geçen hafta köyümüzde başlayıp çevremizdeki ormanı büyük ölçüde yakan yangından sonra köyün sesi değişti. Zaten köyün şehre göre çok daha farklı sesi olduğunu ilk günden beri fark etmiştik; şehirli kulağı için önce trafik sesinin yoğunluğunun az olması sessizlik olarak algılanıyor, daha sonra köyün seslerini idrak ediyorsun. Gündüz bizim köyde de hayli trafik sesi vardır, şimdi bir de arı gibi ormancılar, itfaiye çalışıyor, diğer taraftan yanmayan tarlalar hasat ediliyor, yani gündüzleri ciddi trafik var, üstelik sadece karada değil, zaman, zaman helikopter gürültüsü de var.  Buna karşılık yangın neredeyse tamamen söndüğü için geceleri çok faaliyet kalmadı. Böylece özellikle gece seslerinin nasıl değiştiğini fark ettim.

Gece bir ezan sesi gelir, teker, teker geçen araba, traktör sesi gelir. Bunun dışında hayvan sesleri gelir, köyün içinden en çok bol miktarda köpek sesi, zaman zaman inek böğürmesi, kuş sesleri filan gelir. Ormandan ise cırcır böceklerinin cırıltıları, böğürmeler, havlamalar, ulumalar, çok çeşitli kuş sesleri ve ağaçlardan bazen rüzgârın artırdığı uğultular, hışırtılar, dalgalanma sesleri gelir.

Yangından sonraki günlerde etrafımızda insan faaliyeti o kadar çoktu ki, kulaklarımda hep su tankerlerinin, itfaiye araçlarının, ormancıların sesleri vardı. Araçların gece mesaileri azalınca birden bire köyün sesleri geri geldi. Köpekler ve kuşlar dışında ses kalmamış, bütün o uğuldamalar, cıvıltılar yok. Hava günlerdir oldukça durgun, ağaçlardan gelen dalga sesleri de yok. Sadece kuş sesleri geri geldi, onları da eskisine nazaran daha az duyuyorum sanki.

Özellikle cırcır böceklerinin bazen insanı bezdiren korosu ortadan kayboldu (cırcır böceklerinin fazla şarkı söylemesi ormanın yaşlı bir orman olduğunu ve dolayısıyla yangın tehlikesinin arttığını gösteren bir belirtiymiş). Şimdi gecenin içinden cırcır böceklerinin sesi gelmeyince, ormanın sesleri içerisinde ne büyük bir yer tuttuğunu fark ettim. Şu anda pek çok yerde orman yangını var, yangınlardan birine 30 kilometre yakın oturan bir arkadaşımın evini cırcır böcekleri basmış, umarım bizimkiler de bu kadar uzun uçabiliyordur ve kaçmayı başarmışlardır.

Cırcır böcekleri ve kuş sesi olduğunu ayırt ettiğim sesler dışında da ormandan bir sürü ses gelirdi. Sadece çakal sesi çok belirgin bir uluma/çığlık olduğu için aradan fark ederdim. Lazca sadece birkaç kelime biliyorum; onlardan biri de Lipardi, yani çakal, onu da bağıran çocuklara ‘lipardi gibi bağırma’ sözünden biliyordum, geçen ay Sermin’den çakalın lazcası olduğunu öğrendim. Geçen yıl, bir ara bizim bahçeye dadanan bir çakal ailesi bile olmuştu, yani çevrede bolca çakal vardı. Şimdi sesleri kesildi. Etrafta gördüğüm bir sürü yaban hayvanının ne olduğunu merak ediyorum.

Ormanımıza insan eli değmezse kendini kısa sürede yeniler, umarım seneye bütün sesleri geri gelir.

Çevreden gelen kömür kokusu da azaldı. Hayat bizim için normale dönmeye başladı.

ON ALTI TEMMUZ GÜNÜ KÖYÜMÜZDE ÇIKAN BÜYÜK YANGIN; SEBEPLER, YÖNETİM, SONUÇLAR; BANA DÜŞÜNDÜRDÜKLERİ

Pazar günü akşam saatlerinde köyümüzde büyük bir yangın çıktı kuvvetli rüzgâr etkisiyle çok geniş bir alana yayıldı, birkaç gün boyunca ulusal medyanın önemli gündem maddelerinden biri haline geldik.

Bu mevsim; buğdayın biçilme, ayıklanma, saman balyalarının yapılma zamanı olduğu için balya makinaları harıl, harıl çalışıyor. Bölgede her zaman balya makinelerinden ufak tefek yangınlar çıkar, çoğu kez köylüler söndürmeyi başarırlar, bazen ormancılar da işin içine karışır. Genel olarak çıkan yangın en çok birkaç tarla, belki de tarlalar arasındaki küçük orman parçacıklarını yakar ve birkaç saatte kontrol altına alınır. Ancak bu boyutlarda bir yangında bile soğutma gerekir, özellikle de işin içine kızılçam ağacı dâhil olmuş ise ağaç içinden yanmaya devam eder, en ufak bir rüzgâr estiğinde yeniden alazlanır. Bizim köyler turistik olmadığı için otel yapımı için tecrübeli ellerle yakılmıyor, ancak bu balya mevsiminde ve bir de köylüler anız yakma işinden asla vaz geçmedikleri için bu mevsim oldukça tehlikeli geçiyor.

Şimdiki büyük yangının sebebi resmi olarak, elektrik trafosuna giren ya da yüksek gerilim hatlarına çarpan bir kuş olarak açıklandı. Bizim memleketteki trafolar maşallah hayvanat bahçesi gibi, giren çıkan hayvan belli olmuyor. Gerçi yangın alanında trafo yok, ama yüksek gerilim hattı var. Kuşlar nereye, nasıl konacaklarını bilmiyorlar demek ki. Elektrik kesintisi oldu ama büyük bir arıza olmadığını biliyorum, çünkü daha önce köyün elektrik trafosuna zarar veren bir yıldırım meselesi vardı, elektriklerin normale dönmesi neredeyse bir yıl sürmüştü. Elektrik kesintisini 24 saatte kaldırdıkları için böyle bir arıza olmadığını biliyorum; bu açıklamaya ne derece inanmalıyım bilemedim.

Aslında bizim çevremiz kızılçam ağaçlarıyla dolu oldukça yaşlı bir orman (gençleştirme çalışmaları devam ediyor), yani yangına çok müsait, gövdedeki salgılarının tutuşmasıyla kendiliğinden bile yangın çıkma ihtimali var. Bu yıl zaten havalar ciddi derecede kurak geçmişti, o günlerde Afrika sıcakları dalgası bastırmıştı, üstüne üstlük aşırı bir rüzgâr vardı. Yani koşullar yangın çıkması ve yayılması için çok elverişliydi. İlk andan itibaren oldukça etkin bir şekilde, havadan, karadan müdahale edilmesine karşın, olumsuz hava koşulları nedeniyle hızlıca geniş bir alana yayıldı.

Bizim köy evler dâhil çok büyük tehlike atlattık, çok maddi hasar var, benim de zeytinliğim tamamen yandı. Bizim köyde de kilometrekarelerce alan yandı, yılan gibi yol bularak yanımızdaki köyün arazisinde bulunan çöplük alanında iyice çığırından çıktı, birçok köye daha bulaştı, eğer bu arada yukarı değil de aşağı doğru ilerleseydi, Çanakkale şehir merkezinde de büyük hasar olacaktı. Yangın alanı 11-12 köyü içine aldı; buğday tarlaları, meyve ağaçları, orman, orman içindeki hayvan barınakları yandı. Ekipler, köylüler büyük fedakârlıkla köy evlerini yanmaktan korumayı başardılar.

İlk gün kontrol altına alınmış olan yangın ertesi gün aniden yellenip, alevlendi, yanan yerleri hem yeniden yaktı, hem de yangın alanını genişletti. Birinci gün hasar görmeyen yerler de ikinci gün yandılar. Benim zeytinlik ilk gün yandı, o gün ev de büyük tehlike atlattı, ama köyün ormanında ikinci gün de çok büyük kayıplar oldu. Yangın yerlerini şimdilik arabayla gezdim, durum gerçekten çok ciddi, hava biraz serinlesin etrafımdaki ormanda yaya gezmek istediğim çok yer var. Orman kendini, bazı alanlar hariç, 2 senede toparlar, asıl mesele orman içindeki ahırların yanmış olması, bunların çoğu anladığım kadarıyla kaçakmış ki, resmi kayıtta hayvan kaybı daha az bildirildi.

Bu kadar öz veriyle ve başarıyla çalışılmış olmasına rağmen, afet yönetiminin sivil olmaması gerektiğini anladım. Kesinlikle bu iş için askeri disiplin gerekiyor, yani görev orduya verilmeli, afet sırasında bütün halk ve kurumlar da ordunun emrinde olmalı. Allah için herkes çok güzel çalıştı, mesela köylü de bütün pullukları, su tankları ile göreve koştu, her bir köylü ayrı noktalarda gözlem görevi yaptılar, ormancılar, itfaiye, hepsi muhteşemdi. Ancak bu boyuttaki işler için çok daha organize ve koordineli çalışma gerekiyor.

Mesela yangın zamanı elektrikleri kestiler, tamam bu çok güzel, ama tehlike geçtikten sonra vali köyü ziyaret edip de elektrikleri yeniden verin demeyi akıl edene kadar elektriksiz kaldık. Bu da dert mi diye düşünmeyin, dert, çünkü sütler makine ile sağılıyor, kesintiye karşın herkeste jeneratör var, bu süreçte bir sürü mazot kullanıldı. Mazota tam bir gün önce gelen büyük zam bir yandan, bu yangın mevsiminde bidon ile mazot satışının yasak olması bir yandan, ciddi sıkıntı oldu. Kesinti biraz daha uzasa jeneratör de kullanamayacaktık, çünkü köyün her iki tarafı geniş şekilde yanan yoluna mazot tankerini sokacaklarını sanmıyorum.

Daha da büyük problem günlerden beridir görevliler çok zor koşullarda nöbet tutuyorlar. Bizim köyler turistik köyler değil, köy merkezinde kahvelerde misafir edildiler, ancak tarla ve orman içlerinde nöbet ekipleri araçlarının gölgelerinde dinlendiler. Ekipler için büyük lojistik destek ve görevlilerin mutlaka vardiya etmesi lazım, bunun için sivilde o kadar insan kaynağı olur mu bilmem. Evet, sivil halk eğitilmeli, afet halinde yapılacakları bilmeli, hiç değilse görev yapanların ayaklarına dolaşmamalı, ama bu boyuttaki afetlerde koordinasyon çok daha disiplinli, emir komuta zinciri içerisinde olmalı, kurumlar arasındaki telefonlaşmalar, haber akışı için resmi ziyaretler vb olmamalı. Zaten afetlerle mücadele etmek vatan savunması değil mi?

Stres anlarında sakin kalmak çok önemli, zaten bu konuda eşsiz bir yeteneğim var, benimle çalışan herkes bunu bilir, bu yeteneğimi bu yangında panikle beni arayanları sakinleştirmemden tekrar hatırladım. Ben sırf derse girdim diye ölümle tehdit edildiğim, yanımdaki arkadaşın kurşunla vurulup yer düştüğünü gördüğüm bir gençlikten büyüdüm. Meslek hayatım boyunca hemen her gün macera filmi çevirircesine yoğun aksiyon ve tehlike içerisinde ani kararlar aldım. Bu güne kadar yaşadığım bu hayat, sezgilerime olan güvenim, uzun yıllardan beridir yapmakta olduğum ruhsal çalışmalar, evrende sonsuz olmadığımızın bilincine teslimiyet, beni tehlike anlarında sakin tutuyor diye düşünüyorum. Sakin kalmak önemli, hem kendim sakin kaldım, hem de çevremdekilerin sakin kalabilmelerine destek oldum. Köyde sinir krizi geçirenler için gereksiz bir sürü ambulans seferi oldu.

İnsanlardan ümidi asla kesmemek lazım. Toplum, bir gaye uğruna bir araya gelmiş insanlardan meydan gelir ancak onu oluşturan insanların toplamından daha farklı bir şeydir. Bu süreç içerisinde gerek yangını söndürme çabasında birleşerek toplum oluşturan insanlar, hem de yangın sahasında olduğumuzu bilerek bizimle duygusal bağ oluşturarak bir dayanışma toplumu oluşturan dostlar insanlara olan güvenimi tazeledi. Arkadaşlık, dostluk ve insan ilişkileri ne kadar önemli, bir kez daha hatırladım.

Mizah hayat kurtarıcıdır, özellikle de hayat zorlaştığı, sinirler bozulduğu zamanlarda gülmek gibisi yok, en zor zamanlarda bile mizahı yapılacak şeyler yaşanıyor, onları fark etmek çok önemli. Mesela Gamze ve Ali’nin evinde kaldığımız gece düzensiz göçmen rolü yaptık, çok güldük.

Bir başka çıkardığım ders de hiçbir zaman olabilecek olumsuzlukları düşünüp önceden boşuna üzülmemek lazım, İngilizlerin dert sizi bulana kadar dertlenmeyin diye bir atasözü vardır çok doğru. Bahçedeki ağaçları sulamak için birkaç kez gitmek gerekiyordu, karşıma yılan filan çıkacak diye ödüm kopuyor, bir hayli dertleniyordum, işte şimdi bütün bahçe yandı, gidip sulamama gerek kalmadı.

Başına ne gelirse gelsin bir an önce olağan hayata dönmeye bak. Yangının üçüncü günü bir lavanta tarlasına hasada yardıma gittim, tam da bu sırada çok yakın arkadaşım Olcay’ın kardeşi Yavuz aradı. Çok ilginç bir adamdır, ciddi konuştuğunu sanırsın, 3 saat sonra seninle dalga geçmiş olduğun anlarsın, daha bu güne kadar şaşkınlıktan cevapsız kaldığını hiç görmemiştim. Büyük bir endişeyle nasıl olduğumu sorduğunda tıbbi lavanta hasat ettiğimi söyledim, nefessiz kaldı, kendine gelip de benimle konuşamadı. Bu görüşmeye de çok güldüm.

Şimdi ilk yangının üzerinden 6 gün, görebildiğim son alazlanma üzerinden 1 gün geçti, ekipler oldukça azalmakla birlikte nöbete devam ediyorlar.

KÖYDE BAYRAM, SICAKTAN MARESLEME, EVDE OYALANMACA, EMEKLİLİK SORUNSALI, YAŞLANDIKÇA TOPRAKLANMA İHTİYACI ARTIŞI

Geçen bayramı, klasik bayram havasında geçirmek istedim. Çanakkale’de epeyce arkadaş edindim, artık görüştüğüm insanlar arasında, buraya geldikten sonra tanıdığım kişiler, önceden tanıdıklarıma nazaran sayıca daha fazla oldu. Benim için alışılmadık olan, hayatımda ilk defa çevremde aile ve tıp camiası dışındaki insanlar çoğunlukta oldu. Bu bayramı eski bayramlar gibi geçirmek istediğim için, görüştüğüm kişilere bayramın ilk günü misafir kabul edeceğimi, ikinci gün ise iade-i ziyarete çıkacağımı ilan ettim. Böylece insanların, köye kadar gelip de geri dönme riskini ortadan kaldırmış oldum. Kurban bayramı olduğu için kavurma da yaptım, Zafer ev yapımı gibi bir tepsi baklava getirdi, zaten hem Lapseki, hem de şehir mezarlığında ziyaretlerim var, gelene ertesi gün ben gittim, ziyaret ettiğim yaşlılar da var; derken geri dönüp baktığımda cidden eski bayramlar gibi bir bayram geçirmiş oldum.

Bizim köy hayvancılık yapan bir köy olduğu için kurban kesiliyor, hatta şehirden gelip kestiren de bir hayli insan oluyor. Köyün anlaşmalı peynir üretici ise dini bayramlardan süt almaya gelmediği için, bayram günleri köylüler, kendi peynirlerini yapıyorlar. Böylece kurban bayramı bir yandan kurbanla, bir yandan peynir yapımı ile uğraştıkları, yılın en çetin günlerini haline geliyor. Bu yıl bir de aynı günlerde buğday hasadı, ardından saman işleri filan vardı. Biz şehirliler kibarca komşuluk yaparken, köydeki  komşuların işten güçten canları çıktı.

İnsanoğlu çok tuhaf, kışın soğuk olunca yaz sıcakları gelsin hiç şikâyet etmeyeceğim diyorum, şimdi ise kış gelsin soğuktan şikâyet etmeyeceğim diyorum. Şu aralar havalar oldukça sıcak, hatta bir gün akşam güneşi altında biraz zaman geçirdim diye bayağı güneş çarpması geçirdim. Her ne hikmetse bu yaz bir türlü deniz mevsimini de açamadık, kukumav gibi evde oturup, sıcaktan, nemden dem vuruyoruz. Sıcaktan günlük yürüyüşlerimi de bıraktım, sabah serinliğinde evin içinde biraz spor yapıp, gün boyu oturuyorum. Tabii böyle olunca epeyce kitap okuyor ve el işi yapıyorum.

Bu bayram tatili bir hayli uzun olduğu için dışarıdan gelen arkadaşım çok oldu. Beyhan Saroz körfezindeki yazlığına geldi, 2 gün de bende kaldı, Geyikli’de Ayşegül’e gittik, Beyhan’nın yaklaşmakta olan emekliliği konusunda fikirler ürettik. Zaten şimdilerde bütün arkadaşlarım teker teker emekli oluyor, bazılarının emeklilik konusunda ‘yaşam koçu’ gibi bir ‘emeklilik koçu’na ihtiyaçları oluyor. Emeklilikte ben ne olacağım, ne yapacağım gibi soruları olanlara sen çalışmaya devam et diyorum, zaten ruhen emekliliğe hazır olanlar koç moç aramıyor, küt diye emekli oluyor.

Bence bu konu oldukça önemli, aslında kadınlar emekliliği daha kolay kabul ediyor, çünkü pek çoğu kendini evde ve arkadaş çevresinde oyalamayı iyi biliyor, ama erkeklerin çoğu gerçekten emeklilikte ne yapacağını bilemiyor, çalışmak zorunda kalıyor. Tabii emeklilikte çalışmak zorunda hissetmenin kadını erkeği yok ama genel olarak böyle. Bence, emeklilikte çok daha az sorumluluk gerektiren, çok daha kolay ve esas alanından farklı bir alanda, belki yarı zamanlı, belki tam zamanlı çalışılacak işler olsa, emeklilerin çoğuna farklı bir kapı açılmış olur.

Ben kendi hesabıma mesela bir hobi dükkânına el işleri yapmak, hatta bazen satış yapmak gibi keyfe keder bir işte çalışabilirdim. Bizim Gaye ile Gamze’yi de üretim ekibine katsam, bayağı iş yeri açacak malzeme hazırlarız. Geçenlerde internette Tokat basmasından kadın çantası satışı gördüm, bende de hiç kullanmadığım kare bir Tokat basması masa örtüsü vardı, kendime internette gördüğüme hiç benzemeyen bir çanta yaptım. Bazı yerlerine zımba çaktırdım, usta çantama bayıldı, geçen çok şık bir kadın, çantayı nerden aldığımı sordu, çok beğenmiş, ben yaptım deyince inanamadı. Zafer yeni bir ev aldı, dubleks daire, yukarı katta bir çatı penceresine perdeci buraya perde olmaz diye kesip atmış, Perihan ise ben asıl bu pencereye süslü bir perde istiyordum deyince dayanamadım, şimdi ona bir perde örüyorum. Yani elime beceriklidir, Gaye/Gamze bacılar da çok beceriklidirler, havalar biraz normale dönsün, onlarla çeşitli projeler yapacağız. Kim bilir, belki de satış bile yaparız, neden olmasın? (Geçen aylarda İzmir’e gittiğimizde rehber kadın öğretmen emeklisiydi, emekli olduktan sonra benim gibi açık öğretim mi okumuş, yoksa turizm bakanlığından bir kursa mı katılmış, şimdi hatırlayamadım, ama İzmir yerelinde rehberlik yapıyordu, çok mutluydu.)

Bu bayram sınıf arkadaşlarımızdan da gelen oldu. Levent ile görüşemedim, ama Haşmet ile görüştük. Haşmeti 49 yıldan beri tanıyorum, ama son 20/25 yılını filan Amerika’da geçirdiği için çok uzun zamandır görüşememiştik. Benim bahçe tam bir Laz kızı bahçesine döndü, ağaçlar, çalılar, sarmaşıklar bir birinin üzerine tırmanıyor, ama bütün bu karmaşa içerisinde benim çok iyi bildiğim bir düzen var. Perma kültür kurallarına uyuyorum, doğal gübre kullanıyorum, mutfaktan kompost çıkartıyorum, yeşil gübreleme yapıyorum, su hasadı, su tasarrufu yapıyorum, sebze çeşitliliğine dikkat ediyorum, atalık tohumlar kullanıyorum. Bütün bunları gelene gidene sabırla anlatıyorum, ilginç olarak her gelenin aşırı ilgisini çekiyor, hatta Haşmet’e bahçemi gösterdiğimde, tam benim hayalimdeki bahçeyi yapmışsın dedi. Yeni bir tohum kardeşi daha edindim, bana Amerika’dan kısır olmayan tohumlardan getirecekmiş, sanırım onun çiçeklere ilgisi daha fazla, bahçemdeki çiçeklerin birçoğunun Latince isimlerini saydı.  Öyle sanıyorum ki insanın yaşı ilerledikçe topraklanma hevesi ve ihtiyacı artıyor.  Birçok arkadaşım emeklilikte toprakla ilgilenmeye başladı, hatta Hayri, neredeyse Robinson Cruzo gibi yaşıyor, sürekli bahçede yaşıyor, köye bile gitmiyor.

Ben de toprakla daha önce neredeyse hiç uğraşmamıştım, ama gerçekten hem fiziksel, hem de ruhsal sağlığa çok faydalı olduğuna inanıyorum. Tabii toprakla uğraşmak herkese uygun olmayabilir ama ne olursa olsun mutlaka bedensel, sürdürülebilir bir hatta birkaç aktivite yapmak lazım.

Bir de emekli olan bazı arkadaşlarımda şunu fark ettim, bazıları oldubitti kitap kurdu olduğu için okumaya devam ediyor, ancak bazı arkadaşlarım okuma işini de tıp ile sınırlandırmış, başka konuda okumayı zaman kaybı sanıyor, oysa bence hem çalışırken hem de emeklilikte mutlaka çok çeşitli konularda okumak lazım. Bazen bir kitap daha önce hiç farkında olmadığın bir konuda cidden ufuk açıcı oluyor. ( Bu arada ben de Ayşegül ve Cumhur’un kütüphanesini talan ettim, kitaplarına hiç zarar vermeme sözü vererek ödünç kitap aldım, Ali, Berkin ve Zeynep Hanımdan sonra bir kitaplık kardeşliği daha kurmuş oldum. Bu iş çok güzel oldu, mesela Ali’nin kitaplığından benim aklıma kalsa hiç dikkatimi çekmeyecek kitaplar okudum, çok etkilendim. Zeynep Hanımdan ise istesem de bulamayacağım kitaplar aldım okudum).

Sonuç olarak; emekliliğe de ciddi bir şekilde hazırlanmak lazım, daha çalışırken hobiler edinmeli, kendine farklı ilgi alanları yaratmalı insan, yoksa özellikle de bizim gibi çok çalışmaya alışmış insanlar boşluğa düşüyor.

BAZI İNSANLAR VARLIKLARI İLE DÜNYAYI GÜZELLEŞTİRİR; İŞTE ONLARDAN BİR KAÇI

Sosyal medyanın çok güzel tarafları var, örneğin arkadaşlarının arkadaşlarından seçip, ‘tanıyor olabileceğin’ kişiler listesi oluşturuyor. Yıllar önce böyle bir listeden ‘Yücel Tanyeri’ abimi buldum, aslında muhtemelen hayat boyu hiçbir zaman aynı odanın içinde bile bulunmadık, ancak kendisi Hacettepe’den abim olur. Hacettepe Tıp Fakültesinin ilk öğrencilerinden biri kendisi (bu arada Hacettepe en eski tıp fakültelerinden biridir, ancak görece olarak yenidir, mesela benim girişim de sanırım 8’inci dönemine denk geliyor). Öyle sıradan bir öğrenci de değildir, kendi anlatısından bildiğim kadarı ile Hacettepe amblemi olan o geyiğe benzeyen ‘H’ harfinin yaratıcısı, her tıp bayramında çıkan ‘mantar’ dergisinin kurucusudur. Çok başarılı tıp kariyerini öğretim üyesi olarak tamamlamıştır,  ‘tıp fakültelerinden her şey çıkar’ geleneğini de özenle sürdüren sevgili büyüğüm, emekliliğinde de yazarlık, fotoğrafçılık, gezginlik gibi birçok uğraşları sürdürmektedir.  Aslında kendisi dünyayı varlığı ile güzelleştiren insanlardan biridir.

Derken günün birinde yıllardan beri takip ettiğim ve hayranı olduğum Tunç Fındık’ın da dayısı olduğunu öğrendim. Yani aynı aileden birden fazla kişi, varlıkları, kişisel hevesleri ve heveslerini gerçekleştirme azimleri ile dünyayı güzelleştirmekle uğraşıyor.

Otuzlu yaşlarımda doğa yürüyüşlerine merak sarmıştım, bir gurubumuz vardı, hemen her hafta sonu, hem gündelik, hem de kamplı dağ yürüyüşleri düzenlerdik. Doğu Karadeniz Dağlarında neredeyse ayak basmadığımız patika, gecelemediğimiz yayla bırakmamıştık. Ben kaya tırmanışı yapmaya hiç heves etmediğim için ip, vb aletlerim yoktu, ama yürüyüş botlarımız, sırt çantalarımız, yataklarımız, çadırlarımız, ocaklarımız, lambalarımız, her türlü ihtiyaç malzememizin hem yazlık hem de kışlık olanları vardı. Her hafta sonu mutlaka bütün gün sürecek uzun bir yürüyüşe çıkardık, ayda bir ise ya Cuma akşamından, bazen de cumartesi sabah erkenden çıkıp, Pazar gecesi dönecek şekilde kamp yapardık. Birkaç ayda bir ise birkaç tatil gününü birleştirir, 4-9 günlük bir çevre turuna çıkardık, bu turlara bazen Trabzon’dan itibaren minibüsle, bazen de uçakla bir yere gidip, havaalanından kiraladığım araçla giderdim. Bu uzun turların çoğunda otellerde, misafirhanelerde kalırdım, yani kamp malzemelerimizi genellikle Doğu Karadeniz bölgesinde kullanırdık.

Bu dönemde yurt dışı ve içi kongrelere filan da sıkça giderdim. Evde bir odamda yol malzemelerim, çantalarım hazır olurdu, gideceğim yola göre çantalardan birini kapar yola düşerdim. Özellikle sırt çantasını uzun taşıyacağımız yürüyüşlerde yiyecek malzemeleri en hafif nasıl götürürüz çok iyi bilirdik, gerçi keyfimizden de çok ödün vermek istemezdik. Örnek verecek olursam mutlaka Türk kahvesi, fincan, cezve taşırdık, ama fincan tabağı, ocak filan taşımaz, hemen oracıkta bulduğumuz çalı çırpıyı tutuşturup, okkalı bir kahve yapar, içerdik, sonra  fincanları büyükçe bir yaprağa çevirip fal bile bakardık.

İşte bu arkadaşlık ikliminde Türkiye’de de dağcılık, özellikle de yüksek irtifa dağcılığı giderek daha popüler bir spor olmaya başladı. Bazı gençler artık 7000/8000 irtifalara tırmanmaya başladılar. İlk 7000lik dağcılardan bir arkadaşım Tanrı Dağlarında hayatını kaybetti. Bizim gibi amatör doğa yürüyüşçüleri bu yüksek irtifa dağcılarını tanırdık, ama 99 depreminden sonra Nasuh Mahruki adeta pop star gibi herkes tarafından tanınır oldu. Pop star demekte bir sakınca görmüyorum çünkü bir söyleşisine gittim, konuşması bittikten sonra bütün salon ayağa kalkıp, çocuğun üzerine çullanmıştık.

Tabii dağcılığa merak sarınca Tunç Fındık mutlaka bir şekilde radarına giriyor insanın, bir kitabını, bir söyleşini okuyorsunuz, sosyal sitelerini takip ediyorsunuz. Benim çok patolojik olmayan ama beni asla kenarlığı olmayan bir yüksekliğin yanına yaklaştırmayan bir ‘yükseklik’ korkum var, buna yükseklik korkusu mu demek lazım yoksa ‘boşluk hissi’ mi bilmiyorum. İşte ‘Tunç’ içindeki boşluk duygusunu yenmiş, ya da o duygusunu tamamen terbiye etmiş bir insan, muhteşem bir dağcı. Yıllardan beridir, dağcılıkta çok önemli bir şeyi gerçekleştirmeye çalışıyordu; dünya üzerinde mevcut 14 adet 8000 metreden yüksek dağ var, bu dağların hepsine tırmanan dağcılara verilen bir de unvan var, ama şimdi aklıma gelmedi.

Bu sene de artık sonuncu 8000liğine çıkmak üzere aylardır yollardaydı, son 4 haftadan beri hiç paylaşım yapmadığı için zirve yolunda olduğunu biliyordum. Ayrıca bu dağdan geri döndüğü seferler de olmuştu, korkudan Yücel abiye soramıyordum, ama bu sabah telefon etmiş ve evet, artık projesini tamamlamış.

Düşünmesi bile zor, ama Tunç Fındık, Everest’e 2 kez tırmandığı için tam 15 kere 8000 metreden yükseğe çıktı, bunu yapabilen ilk Türk dağcı oldu, şu ana kadar dünyada yapan kişi sayısı da bildiğim kadarı ile 40’tan daha az. Tunç bize cumhuriyetin 100üncü yılında böyle bir azim ve başarı hikâyesi hediye etti, daha ne yapsın? Çok teşekkürler. Seninle ne kadar gurur duysak az.

Sanki ben çıktım bütün o dağlara.

ÇOCUKLUĞUMUN UNUTULMAZ DİLENCİSİ;  HERKES KENDİ SINIRLARININ ÖZGÜRÜ / MAHKÛMU.

Çocukluğum, Trabzon’da, Kunduracılar Caddesindeki bir taş evde geçti. Bizim sokağın, hatta bizim evin hemen çaprazındaki kaldırımın kadrolu bir dilencisi vardı. Bu adamın her iki bacağı da kalçadan itibaren yoktu. Sabah erkenden yerine yerleşir, semer gibi deriden yapıldığını sandığım bir şeyin üzerinde kaldırımda gün boyu oturur ve mesaisinin sonuna kadar dilenirdi. Semer diye tarif ettiğim şey vücuduna bir şekilde bağlı olmalıydı ki; arada bir zabıtalar bu adamcağızı kovalarlar, adam iki elinin üzerinde maraton koşucusu gibi onlardan kaçmayı başarırdı, bu koşu sırasında semeri katiyen bedeninden ayrılmazdı. Muhtemelen bu semer hem bedenini soğuktan korumasına, hem konforlu bir şekilde taşta oturmasına,  hem de gün boyu kazandığı paraları saklamasına yarayan, adeta eksik bacakların, koltuğun, çantanın, pantolon ceplerinin yerine geçen çok amaçlı (organ) vasıta gibiydi. Aslında onun bacakları çok ustalıkla kullandığı kollarıydı.

Bu dilenci bizim sokağın vaz geçilmez bir karakteriydi, arada bir birkaç gün ortalıktan kaybolur, hepimizi merakta bırakırdı. Sonra bir sabah yine her zamanki yerinde oturduğunu görürdük, zamanla bu yoklama kaçağı günlerinin nezarette geçtiğini anlamıştım. Yani hastalık izni filan kullanmıyordu. Yerine de çok sadıktı, değil başka bir sokakta dilenmek, kaldırım bile değiştirmiyordu, sadece polis gözetimindeyken işine ve iş yerine gitmezdi. Her yakalandığında da yanında bulunan para şaşırtıcıydı; her seferinde en iyi memurun maaşının birkaç katı para yakalatırdı.  

Sonunda bu adamcağız bir gün sokakta yanında bir sürü parayla ölü bulundu.

Daha sonra duyduğuma göre meğer adam evliymiş, çocukları varmış ve daha da ilginci koca bir apartmanı, dükkânları, kiracıları varmış. Yani adam dilenerek bir eli balda bir eli yağda yaşayabilecek kadar dünyalık edinmiş, istese son yıllarında bütün zamanını sıcak evinde geçirebilir, kira geliriyle gül gibi geçinir giderdi. Oysa hayatı bir kaldırımın soğuk taşları üzerinde, semerciğinin üzerinde dilenerek sona erdi, ömrünün son gününde bile her an peşinden zabıtanın kovalayabileceği, nezarete atılabileceği, üzerinden araba geçebilecek (o zaman sokak araç trafiğine açıktı, at arabaları da vardı), hasta olabileceği, sinirli bir adamdan dayak yiyebileceği, hakaret işitebileceği, bin bir  tehlike dolu vahşi ormanından vaz geçemedi .

Bu hadise o zaman çok dikkat çekmişti, hatta ben sırf bu adam yüzünden dilencilere para vermemeye özen gösterdim.

Dünden beri bu adamın tuhaf ölümü aklıma düştü. Daha doğrusu neden bu adamın neden rahatça evinde oturmadığını/ oturamadığını düşündüm.

Sonra bu hayattaki çerçevelerimiz geldi aklıma. Artık bu çerçevelere ‘güvenlik alanları’ mı, ‘alışkanlıkların vaz geçilmez hafifliği’ mi, ‘mecburiyet çıkmazları’ mı yoksa ‘ihtiyaç hapishaneleri’ mi, ne derseniz deyin, aslında her birimiz kendi ‘varoluş kısıtlarımızın’ içinde sürdürüyoruz hayatlarımızı.

Dilenci örneğimize dönelim; çünkü insanın başkasını gözleyip, onda olanı fark etmesi, kendini kısıtlılıklarını gözlemlemesinden çok daha kolay yapılabilen bir şey. Adamın rahatça geçineceği parası varken neden son gününe kadar sokaklarda dilenerek yaşamaya devam etti?

  1. Başka insan varlıklarına zor görünen sokaklar; adamın her işvesini, cilvesini bildiği yani aslında kendini ‘güvenlik alanında’ hissettiği  yerdi.
  2. Adam bu hayata tamamen alışmıştı, hayatta başka ne yapabileceğini bilmediği için günlük hayatı kendisi için son derece tanıdık olan bir şekilde geçirmeye devam etti. Alışkanlığından vazgeçemedi.
  3. Beden kısıtlılığı nedeniyle başka insanlarla iletişim biçimini ‘güçsüzlüğün gücü’ ilkesi üzerine kurmuştu, başka bir ilişki şekli bilmediği için sosyalleşmek (sürüye dâhil olabilmek) için bu şekilde devam etmek zorundaydı.Belki de ailesinin onu kabul etmesi eve sürekli para akıtması sayesinde mümkündü, aile reisliği rolünden vaz geçemedi, bu duygusal ihtiyacını tatmin edebilmek için dilenciliğe devam etmesi gerekliydi. Kendi duygusal ihtiyaçlarını karşılayabilmek için bu şekilde yaşamaya devam etti.
  4. Benim şu anda tahmin bile edemediğim başka bir şey vardı. Hiç düşünmedim ama mesela haraç vermesi gereken kişiler vb…

Aslında bu dünyadaki her varlık kendi kısıtlılıkları tarafından çerçevelenen bir özgürlük alanında yaşamak zorunda. En özgür olduğunu düşündüğümüz göçmen kuşlar bile içgüdülerinin, iklimin, mevsimlerin,  göç yolu coğrafyasının ve kim bilir daha ne şartların mahkûmu değil mi?

Her insanın, içine doğduğu coğrafyanın, toplumun, ailenin, kendi hayat şartlarının ve hayal gücünün çerçevelediği bir ‘yaşam odası’ var. Alışkanlıklar, ihtiyaçların karşılanması, aidiyet duygusunun tatmini, eğitimi herkesin kendini içinde rahat hissettiği bir ‘güvenlik alanı’ meydana getiriyor. Bu alan gündelik hayatı çok kolaylaştıran ve kendini tehlikelerden koruyan bir alan olsa da, giderek kısıtlarsanız, her geçen gün daha dar alanda yaşamak durumunda kalıyorsunuz, hayat hapishanesinin duvarları her gün birbirine daha da yakınlaşıyor. Soğuk suyun içine atılan kurbağanın suyun giderek ısınmakta olduğunu anlayamaması gibi giderek daha küçük bir hücrede yaşamaya başlıyorsunuz.

Dünya Sağlık Teşkilatı son yıllarda yaşlılık tanımındaki yaş sınırını çok esnetti, buna karşılık yaşlılığı ‘güvenlik alanlından’ çıkmamak, yani, yeni şeyler öğrenmeye, denemeye, yapmaya karşı direnç geliştirmek olarak tanımlamaya başladı. Yani kaç yaşında olursanız olun, yeni insanlar tanımak, yeni şeyler öğrenmek ve yapmak için istekli olmak gerekiyor, yoksa kimse sizden alışkanlıklarınızdan güvenli alanınızdan çıkmanızı beklemiyor, ancak bu alanı genişletme gayreti içinde olmak gerekiyor. Mesela bu yaşımda ve bu bedenimle aslan avına çıkmak geçekçi olmaz elbette, ama mesela kedigillerle ilgili okuyup, belgeseller seyredip, akademik bilgi düzeyimi, ekolojik farkındalığımı geliştirebilirim.

Muhtemelen bu konuda en doğru yaklaşım, özellikle hayal etme, merak etme konusundaki kısıtlılıklarımızı önce fark etmeye odaklanmak, daha sonra da kendine yeni ilgi alanları, öğrenme sınıfları, deneme atölyeleri geliştirmeye çalışmak, her gün mutlaka sürdürülebilir bir beden faaliyeti gerçekleştirmek.

Bir taraftan özgürlük alanları yaratıp bir yandan da alışkanlıkların rahat battaniyesine sarınarak çok güvenli bir yerde ama çok daha özgür bir beden ve zihinle yaşamak güzeldir.

BAHÇEDEN TUHAF  TABAKLARA DEVAM

Bu aralar bahçede dolmalık kabaklar vermeye başladı, patateslerin bitkileri iyice bozuldukları için çıkardım. Bazı patatesle hayli minik, ama onlarla ne yapacağımı iyi biliyorum. Bal kabaklarının henüz olgunlaşmak için hayli zamanları var, ancak geçen yıldan buzlukta kalanları da artık yavaş yavaş bitirme zamanı geldiği için onlarla da farklı denemeler yapmak istedim.

MİNİK PATATESLER FIRINDA

En ufak patatesleri biraz yumuşayana kadar kabuklarıyla birlikte haşladım. Haşlanmış patateslerden yeterince büyük olanları parmağımı bastırarak biraz ezdim. Tereyağı eritip içine 2 diş ezilmiş sarımsak, tuz ve taze biberiye koyarak basit bir sos hazırladım. Fırın tepsisine dizdiğim patateslerin üzerine dökerek 200 derece 30 dakika pişirdim. Bu patates yemeği orta boy ve daha ufak taze patateslerden yaptığım, etin, tavuğun, balığın yanına çok yakıştırdığım bir şey. Tek başına da çok güzeldir, artanları soğuk olarak kahvaltıda da tüketilebilir.

KABAK RÖŞTİSİ

Kabaktan bezleyeli zeytinyağlı yemek yaparım, çok beğenilir. Geçen gün baklalı denedim, o da çok güzel oldu.

Yumurta sevmediğim için mücver yapmak istemedim, patatesten yaptığım röşti ile mücverden esinlenip, kabak röştisi yaptım. Dört adet kabak, 1 soğan, 2 diş sarımsak ve 1 havucu rendeleyip, suyunu iyice sıktım. Baharat, tuz ve 3 kaşık nişasta katarak bir kıvam tutturdum. Sonra zeytinyağını ısıttıktan sonra karışımı tavada arkalı önlü pişirdim. Ancak nişasta az geldiği için patates röştisi kadar güzel tutmadı, tekrar yapınca mücver gibi küçük parçalar halinde kızartacağım, hem tek başına hem de her türlü et yanına eşlikçi olarak çok güzel bir alternatif oldu.

KABAKLI, MANTARLI, ADA ÇAYLI, LABNE PEYNİRLİ MAKARNA

Mantarları çok ufak parçalar halinde, kızgın ateşte, çok az yağla soteledim.

Bal kabağı, soğan ve sarımsakları biraz tuz ve zeytinyağı ile fırınladım.

Spagetti makarna haşladım. Makarnaları süzdükten sonra labne peyniri ile iyice karıştırdım. İstenirse 4 peynirli de yapılabilir.

Fırınladığım sebzelere makarnanın suyundan katarak el blendrından geçirip bir püre haline getirdim.

Ada çayını incecik doğrayıp biraz tereyağında kızartım.

Misafir için sunum yapsam tabağın ortasına bir topak makarna koyar, kenarlarına turuncu sosu, üzerine mantarları ve ada çayını koyardım. Kendimiz yiyeceğimiz için hepsini karıştırdım.

Çok lezzetli oldu.

Show Buttons
Hide Buttons