Category Archives: Genel

YAKIN ÇEVREDE GEZİLER, BU PAHALILIKTA ANCAK ETRAFI GEZERİM DEYİP KENDİMİ KISA YOLLARA VURDUM, O SU SENİN BU SU BENİM DOLAŞIYORUM.

Her şey gerçekten de ateş pahası oldu, bu kadar gezmeyi seven ben, galiba mutasyona uğradım, yeniden uzaklara gitmeyi göze alan kadar biraz yakın çevrede gezeyim bari diyerek, tutumlu karar verdim (aslında salgın olmadan önce, bölgeyi köy, köy gezmeye karar vermiştim, kısmet bu güneymiş).

Son birkaç güne kadar havaların serin gitmesini de fırsat bilerek, öncelikle kendi köyümde ve yakın çevrede bir hayli yürüyüş yaptım. Bizim köy; bir orman köyü, ilk geldiğim sene dağ taş yaşlı kızılçamlarla doluydu. Son birkaç yıldan beri gençleştirme çalışmaları var, iş makineleri giriyor, ormanda geniş alanları resmen kel bırakıyorlar. Bu ormanların yaklaşık 30 yılda bir gençleştirilmesi gerekiyormuş, orman yaşlandıkça yangına daha yatkın hale geliyormuş. Kaz Dağlarının çevresinde karaçam ormanları var, o ormanlarda bütün ağaçları kesmiyorlar, bir yamaçta mesela 10-15 anaç ağaç bırakılıyor, diğerleri kesiliyor. Kızılçam ormanlarında ise bütün ağaçları, hatta kökleri temizliyorlar, ormanın yenilenmesi için ağaç dikilmesine de gerek olmuyor, sadece ellememek yeterli, ilk yıl kel görünse de ertesi sene ağaçlar çıkmaya başlıyor,  genç bir ormanın oluşması 4-5 yılı buluyor. Ormanın yaşlandığını da ateş böceklerinin aşırı ötmesinden anlayabiliyorsunuz. Bizim çevredeki ormanı temizlemeye başladıklarında bir hayli üzülmüştüm, ancak hem ormanın kendini ne kadar çabuk tazelediğini gördüğüm, hem de çevremizdeki eski ormanların ne kadar sık yandığına tanık olduğum için bu yenileme işleminin ne kadar gerekli olduğunu anladım. Şimdi kesilen ağaçlara üzülmüyorum, nasılsa güzelce yenileniyor, yeter ki maden açmasınlar.

Bizim çevremizdeki ormanın baskın ağacı kızılçam, ancak bir hayli meşelik, çınarlık, yaban meyveliği alanlar da var. Yaban hayvanı açısından da hayli çeşitlilik mevcut, tilki, çakal, kirpi, sansar, kaplumbağa, domuz, tavşan, sincap, gelincik, karaca, geyik, yılan, baykuş, şahin, atmaca, balıkçıllar dâhil enva-i çeşit kuş, ne arasan var. Hatta bir arkadaşım porsuk bile gördü, bilindiği gibi porsuklar nesli tükenmekte olan hayvanlardır.

Bizim köyün 5 kilometre uzağında İğdelik adında 10-15 haneli bir mahallesi var. Bu mahalleye ulaşım, bizim köyden bir toprak yolla oluyordu, son yıllarda asfalt döktüler, ancak diğer çıkışı, toprak bir orman yolu ile Lapseki’nin Umurbey beldesine bağlı bir köye ulaşıyor. İşte bu mahalle ile bizim köy arasında en az 40 yıllık bir zaman farkı var. Bizim köy de modern bir köy sayılmasın, ilk geldiğimiz yıllarda ‘ikinci cihan savaşında bombalanmış ve yıkıntı halinde terk edilmiş’ gibi diyerek tarif ettiğim bir köydür. Salgından sonra bir hayli yer satışı yapıldı ve hem köyün içinde hem de çevre orman içinde bir hayli modern evler yapılmaya başlandı. İğdelik ise, içinde birkaç güzel taş ev olmasına karşılık, hemen hiç el değmemiş bir mahalle. Toplu taşıma yok (gerçi bizde de yok), suyu bir kuyudan alıyorlar, elektriği komşu köyden geliyor, bazı insanlar hala bizim köye eşekle geliyor. Burası çok güzel bir yer, tek eksiği boğazı hemzemin göremiyorsunuz, bir kat yukarıdan görünüyor.

Çanakkale’de yaşayan pek çok kişinin şehre çok yakın, hafta sonlarını geçirdikleri bahçeleri var. Bazıları bu bahçelere konteyner bir kulübe koyup, gece bile kalıyorlar. Geçen gün fakülteden birisiyle tanıştım, tesadüf eşi de Elazığ’lı çıktı, bu çift de hafta sonu için İğdelik’ten bir yer almışlar. Ben de yerlerini görmeye gittim, bir kenarı minik bir dereye yaslanmış, 4 dönüm bir araziydi, aslında önceden orman arazisiymiş, birkaç yıl kimse uğramadığı için her yerine çamlar çıkmış, şimdi onları temizliyorlar. Asıl güzel tarafı, gece hiçbir yerinden elektrik ışığı görünmüyor, en yakın elektrik ışığı araziden 500 metre uzakta, ama hiç fark edilmiyor, çünkü arada tepe var. Bu memlekette çocukluğumun gökyüzünü görmeye başlamıştım, ancak bu yeri görünce bizim evin de ne kadar ışık kirliliği aldığını fark ettim. Bundan sonra meteor yağmuru günlerinde bu yerden gökyüzü seyredeceğim.

Köyün etrafındaki ormanları gezerken bir gün, kurt ya da ayı saldırısına uğrayacağım galiba. Bir şey değil gittiğim çoğu yerde telefon bile çekmiyor, başıma bir şey gelse haber de veremem desem de kimse inanmasın, bu memlekette burada in cin top oynuyor dediğiniz yerlerde bile bir çobana, mantar toplamaya çıkan, ahırına, tarlasına giden birine mutlaka rastlıyorsunuz.

Şu sıralar  bütün gezilerimde mutlaka bir hatta bir kaç su teması oluyor. İğdelik’teki arazi dere kenarındaydı.

Hafta sonu gezi ekibiyle gittiğim yerlerden biri Bayramiç’te Ayazma denilen şelale çevresindeki bir piknik alanıydı. Bu bölgeye daha önce de gitmiştim, ama bu kez, hem dere boyu eski mermer ocaklarına kadar, hem de Ayazma’dan Evciler köyüne kadar toplamda sanırım 14-15 km yürüdük. İyi ki yürümüşüz, çünkü yol boyunca yine dere kenarlarında bol bol daha az bilinen piknik alanları, çay bahçeleri var. İnsan varlığı daha az olunca doğa daha dengeli oluyor.

Diğer bir gezi ise Biga’daki bir bataklık alandı. Bu alanın küçük bir göleti, bütün Çanakkale ilinde doğal nilüfer çiçeği yetişen tek alanmış, etrafında bir hayli ördek, su kaplumbağası, çeşitli kuşlar da vardı. Bu kuşlardan biri hayatımda ilk kez gördüğüm angut kuşuydu. Daha sonra Biga’ya çok yakın bir piknik alanına gittik, burası da çok güzel bir orman içerisinde akan bir dere çevresinde şekillenmişti. Bizim ekip,  gezilerdeki vatani görevi ihmal etmeme adına, köçek oynayıp, mangal yaptı. Bu gibi durumlarda hep aklıma gelir, eskiden bir kitap okumuştum, 17/18inci yüzyıldan itibaren, Avrupa’da bir oryantalizm akımı başlamış, Avrupa’lılar, Mısır diye toplu histeri krizleri geçirmişler, bu arada Osmanlı Ülkesine de birçok seyyah gelmiş, işte benim okuduğum kitap bir Fransız seyyahın gözlemleriydi. Adam diyor ki bu Türkler çok garip insanlar, güzel bir su bulmak için kilometrelerce yol gidip, sırf bu suyu kaynağında içmek için, çeşmenin etrafında saatlerce oturuyor, oyun oynuyor, yiyip, içiyorlar. Demek ki can çıkar, huy çıkmazmış, hemen her anlamlı geleneğimizi terk ettik, su başındaki piknikleri asla terk etmedik, çok şükür. Hele de bu bölgede olunca her yer Roman dolu, etrafta olmasa da, arkadaşların içindeki Roman dışarı fışkırıyor, bazen otobüs hareket halindeyken, bazen durdurup yol kenarında, bazen yanlarında getirdikleri eteklere bürünüp, çalıp oynuyorlar.

Biga’da dikkatimi çeken bir başka sulak tema da çeltik tarlalarıydı. Biga ile Balıkesir Gönen, bitişik ilçeler, her ikisinde de bilindiği gibi pirinç yetişiyor.

Bu arada bir de Geyikli’ye arkadaşı ziyarete gittim, bu arkadaş her nereye gitsem bir şekilde kaşığıma çıkıyor, artık kaç yerde karşılaştığımızı sayamadım, sonunda ufak bir watsup gurubu oluşturduk, düzenli bir şekilde görüşmeye başladık. İlginç olarak kocası da bir şekilde benimle karşılaşıyor, ilk tanışmamız hayli garipti, benim yürüdüğüm yeri görünce, kim olduğumu tahmin edip uzaktan seslenmişti (benim her gün çevresini yürüdüğüm çiftliğe permakültür konusunda  danışmanlık yapıyor). Meğer dünya gerçekten çok küçükmüş, Geyikli’deki yazlıkları, Trabzon’dan tanıdığım bir arkadaşımın annesi ile duvar bitişik evmiş. Kahvaltıdan sonra bize bir çevre gezisi yaptırdılar. Bu gezi de çokça suyla ilgiliydi; Keratas kaplıcasının çıktığı noktaya, Troas Aleksandrianın limanı olan ve zamanla önüne kumul biriken, pembe göle gittik, ‘Eyvah eyvah’ filminin çekildiği, setlerin kurulduğu, hatta kendilerinin de figüranlık yaptığı sahili ve yazları kuruyan, ancak yılın büyük bir bölümünde flamingolara ev sahipliği yapan gölün kuru yatağını gösterdiler.

Bu gün de bitişik köyün sahiline yani Saltuk mevkiinde yeni tanıştığım bir arkadaşa kahve içmeye gittim. Burası Çanakkale için tarihi önemi olan bir nokta, çünkü bu bölgeye Türkmen boyları ilk kez Saltuk Bey komutasında bu noktadan karaya ayak basmışlar. Bizim çevredeki köyler de işte bu boyların kurdukları yerleşim yerleridir. Bu bölgede sahil pek güzel değil, deniz oldukça sığ ve altı çamur, sanırım eskiden bataklık bir alandı. Boğazın bu kısmında gemiler bizim kıyıya yakın geçemiyorlar, geçerlerse saplanır kalırlarmış. Bundan birkaç yaz önce yanımızdaki köyde orman yandı, helikopterler bu alandan deniz suyu çekerek yangına müdahale ettiler. Bu arada bir sürü de çakıl çekmişler, yangına su boşaltalım derken, ormancıların başına taş yağdırdılar, onlarca ormancı hastanelik oldu. Bu olay eğer Karadeniz’de olsaydı, fıkrası dünyayı sarmıştı, ama burada geçişti gitti.

Maalesef resim paylaşamıyorum.

GERİ GERİ GİDEN ZAMANLAR, İLERLEDİKÇE BİR ŞEKİLDE GERİLEYEN YA DA BİR TÜRLÜ İLERLEYEMEYEN İŞLER

Bazen zaman doğrusal bir şekilde akmaz olur, bir türlü ilerleyemez, süner de süner, geri geri bile gittiği olur.

Bir şey yapmaya koyulursun, bin türlü çaba sarf edersin günün sonunda başladığın işte bir milim yol alamadığın gibi başladığından da daha geriye gitmiş olursun. Bu bazen onun işini yapacağın, bazen kendi işini yaptıracağın, ya da birlikte iş yapacağın kişi ile alakalı bir durumdur.

Bazı kişiler bahtsız olurlar, onlar için en iyi bildiğin, hatta elinden harikalar döktürdüğün işi yapsan da sonuç başarısız olur. Örnek olarak bazı insanlar vardır, o gün onun bir işini yapacaksınızdır, bin türlü aksilik çıkar, arabanız bozulur, tüp biter,  araya acil vakalar girer, ayağınız kırılır,  bir türlü sıra o kişinin işine gelmez. Ya da işine başlarsın ama bir türlü ilerletemezsin, millet vekili gelir, bir sürü zamanını alır,  bilgisayar bozulur, internet arıza çıkarır, toner biter, fotokopi bozulur vs, vs. Mesela en iyi yaptığın yemeği onun misafir olacağı zaman yapmaya kalkarsın tatsız tuzsuz bir şey olur, acısı fazla kaçar, yanar, fazla haşlanır, en iyi yaptığın yemek bir sebepten evlat olsa sevilmez hale gelir. 

Bazı insanlara kendi işini yaptırmaya kalkarsın, 3 kuruşluk iş yapar, sana 3 milyonluk hava atar, sana kumdan halat büktürür. Örnek verecek olursam emekli olduğum sene bir nakış kuşuna gitmiştim, ilk yaptığım çalışma yeşil yünlü bir kumaş üzerine görkemli bir fil işlemek oldu. Yaptığım işlemeyi hocam çok beğendi, bu işin bir heybeye çok uygun olduğunu düşündü ve heybeyi illa ‘Kız Meslek Lisesi’nde tanıdığı bir öğretmene diktirmemi istedi. Ben de pek dikiş bilmediğim için kabul ettim. Kadınla tanıştım, istediği malzemeleri verdim, çizerek nasıl bir şey istediğimi de gösterdim, yemin ediyorum, inanılır gibi değil ama bir heybe dikmek için 2 hafta boyunca beni tam 3 kere provaya çağırdı. Her seferinde ben iki ayağımı bir çarığa sokup koşup, heybeyi artık hayırlısıyla almaya gidiyorum, kadın bana yapılan işin kalitesinden, inceliğinden, ustalığından, eşsizliğinden dem vurup, nutuk atıyor. Yapabildiğim en faydalı şey ancak bir sonraki buluşma için gün belirlemek oluyor, kadının yanından her seferinde yanık bir beyinle ayrılıyorum. Yahu insaf kadın, ben onca zaman ve kontrol ile sepsisteki hastayı Azrail’in elinden almış, evine yollamış olurdum da, gene de, bu kadar hava atmayı beceremezdim.

Bazen de birlikte iş yapmaya kalktığın kişi yüzüne tamam bu şekilde olsun der, sen de artık iş yoluna girdi sanırsın, arkandan tam tersi iş çevirir, bir bakarsın oldu sandığın iş belirsiz bir zamana kadar dondurulmuş. Buna örnek olarak da aklıma gelen en acı şey; Ana Bilim Dalı başkanı iken, ana bilim dalı kurulunda aldığımız bazı kararların, oy birliği ile çıkması, ancak hemen ardından içimizden bazı arkadaşların dekanla gizlice konuşup,  işleri ertelemeleridir. Örnek olarak yoğun bakım servisimizin açılmasına oy birliği ile karar verdik, servis hazırlandı, döşendi, hemşire ekipleri ayarlandı. Ben açılış yapacağım günü beklerken tesadüfen aramızdan bir arkadaşın dekana gidip, servisin açılmasını belirsiz bir vakte kadar ertelediğini öğrendim. Bu nedenle başkanlıktan erkenden istifa etmiştim.

Bazen geri giden zamanlar senin gudumsuz vakitlerindir. Bu gün benim için hiçbir şeyin vakitlice olmadığı bir gündü.

Yukarıda anlattığım dikiş macerasından sonra kendime elektrikli bir dikiş makinesi aldım, basit şeyleri artık kendim dikiyorum. Ancak makineyi çoğu zaman aylar boyunca hiç açmamış olduğum için, her açışımda mutlaka bir arıza veriyor. Bir servis vardı, sabah verir öğleden sonra bilemedin ertesi sabah geri alırdım. Bu sefer dün makineyi götürdüğümde servis dükkanı kapanmıştı. Yeni bir servis açılmış, arayıp buldum ama karısı eşim yarın gelecek onunla konuşun demişti. Bu gün aradığımda adamın 3 kuruşluk işe, 3 milyon naz yapanlardan olduğu meydana çıktı. Makine sadece ip sarıyor, en fazla 5 dakikalık işi var, ama adam en erken bir hafta sonra verebilirim dedi, kesip attı, her makine tamire veren işi 5 dakika diyormuş, ama adam uğraşıyor da uğraşıyormuş, zaten şu anda da bilmem neredeymiş vs, vs. Mecburen bıraktım makineyi. Kısmetse haftaya alacağım.

İnternette Tokat baskısından bir el çantası görüp, çok beğendim. Bende de hiç kullanmadığım, Tokat baskısı bir masa örtüsü vardı. Bu masa örtüsünden, yıllar önce kullandığım ve çok sevdiğim halde katrana bulandığı için çok kısa kullanabildiğim bir çanta modelini yapmaya karar verdim. Hem internetten baktığım, hem de kendi kullandığım çantalardan esinlenip, çok hoş bir çanta diktim. Bu çantaya zımba deldirmek için dün çantayı düğmeciye bırakmıştım. Bu gün almaya gittiğimde adamın, tam benim işimi yapacağı zamanda şekeri düşmüş neredeyse hastanelik olmuş ve elbette zımbaları çakamamış olduğunu öğrendim. Çanta da kaldı. Bu ara şehir merkezine sık inmiyorum, onu da makineyi alacağım gün alırım artık.

Son olarak dün akşamüzeri telefonumun gene şarj edilemediğini fark ettim. Aslında bu sorun birkaç aydan beri devam ediyor, bir anda telefonum şarj edilemez hale geliyor, şarj cihazı bozuluyor, neredeyse ayda bir yeni şarj aleti alıyorum. Dün binbir zorlukla evdeki son bir şarj aletiyle yarı buçuk şarj ettim. Bu gün telefoncuya gittim, meğer pilin soketi oksitlenmiş (aklım yattı, çünkü telefon yağmurda sıkı ıslanmıştı), değişmesi gerekiyormuş. Telefonu da bıraktım, inşallah akşam geç saatlerde geri alacağım.

Sonuç; bu gün, dünden devreden üç işi sonuçlandırmak için çarşıya indim, üçünü de beceremediğim gibi, ne zaman sonuç alacağımı da bilemeden geri döndüm. Bari eve elim boş dönmeyeyim diye marketten tealight mum, Burda model ve yoğurt aldım.

Şimdi, elimde olmayan dikiş makinesi ile dikiş dikmeye çok hevesim var. Yıllardır biriktirdiğim çok güzel kumaşlarım var, modelleri de beğendim, sıra geldi makineme kavuşmama, bakalım makineyi alınca halâ  dikiş isteğim devam edecek mi? Çantayı deseniz, henüz hiç taşımamış olsam da şimdiden özledim, sanki o olmadan ‘otantik/entellektüel/metropol kaçkını/permakültür’ kadını rolümü oynamakta yetersiz kalacağım. Bir de aylardan beri aramadığım Aysel teyzemi çok arayasım geldi, telefonu geri alınca bu hevesim geçici mi kalıcı mı göreceğiz.

Belki de bu günler yatıp kitap okuma günleridir.

Ertesi gün yazıyorum; dün akşam telefonumun sizlere ömür olduğunu anlayıp yeni telefon aldım. Bu akıllı telefonların sim kartını değiştirmek için ufak bir tel gerekiyor, bende yok diye SİM kart değiştirmeye gittim. Sonuç, bir sürü telefon numaram ve son 7 yıla ait resimlerim uçtu gitti.

Şehre inmişken çantamı aldım (adamcağız hala hasta, ben diabet doktoruyum dediğim için zımbalarımı oğlu yaptı), makine hala hazır değil.

BAHÇEDEN YEMYEŞİL TABAKLAR

Bu mevsim yeşil bakla, bezelye ve sultani bezelyelerin hasat zamanı, hasat işimi tamamladım. Bu sene baklayı zeytinlikte zeytin ağaçlarının altına, toprağı azotlamak için serpmiştim, ancak nedense pek verimli olmadılar, evin arkasındaki bahçede kendiliğinden çıkan 5 adet bakladan defalarca topladım, çeşitli yemekler yaptım. Kalan baklalar ve bezelyeler tane yapınca hasat edip, buzluğa attım. Bitkileri ise gübre olması için toprağın üzerine serdim. Şimdi sadece sultani bezelyelerden tohumluk ayırdığım bitkilerin kurumalarını bekliyorum. Bakla ve taneli bezelyenin tohumlarını çarşıdan alıyorum, sultani bezelye burada bilinmediği için onun tohumlarını kendim yapıyorum.  

Ayrıca soğanlar tohum için cücük uzatmaya başlıyorlar, bu cücükleri kopartmazsan bitki bütün gücünü tohumunu büyütmeye harcıyor, soğan büyümüyor, dolayısı ile bir elim sürekli soğanlarda ortalarını kopartıp duruyorum.

Kişniş, turp, dereotu, marul, lahana çeşitleri de tohuma durdular, hepsinden tohum alacağım.

Bir de artık semizotu mevsimi geldi. Biz ilk geldiğimiz sene bir paket semizotu ekmiştik, bahçenin çeşitli yerlerinde yabani semizotu da çıktı, zamanla melezleştiler ve bahçede bol miktarda semizotu çıkıyor. Ayrıca çok taze ısırgan otları da çıktı.

Şimdi bu günlerde bütün bu güzel yeşilleri olabildiğince mevsiminde tüketmek istiyorum, bu sefer de hep aynı yemeği yemek durumunda kalmamak için çeşitlemeler yapmaya çalışıyorum.

Bu günler yavaş yavaş artık geçen sonbaharda buzdolabına koyduklarımı da bitirme zamanı olduğu için buzlukta ne bulursam ortaya karışık yeşil ağırlıklı bir yemek çıkartıyorum. Geçen öğlen yemeğine misafir çağırdım, Nermin gelenler vejetaryen mi diye sordu, çünkü gelenlerin Ege’li olmasına güvenerek sadece ot pişirdim. Bu aralar yaptığım bazı yeşil ağırlıklı  tabakları paylaşmak istedim, çünkü bu tür sebzeleri çeşitlendirmek hayli zor.

KARIŞIK ZEYTİNYAĞLI BEZELYE

Normalde sultani bezelyeden sadece mısır unlu sarımsaklı tava yaparım. Bunun tarifini daha önce verdiğimi sanıyorum.

Bu yıl farklı olarak sultani bezelyeyi sıcak suda haşlayıp, zeytinyağı, limon, tuz ve sarımsaktan ibaret bir sosla çok güzel bir salata yapmış oldum. Burada püf nokta bezelyeyi sıcak suda haşlamak gerekiyor, soğuk suda haşlamaya kalkarsanız kayış gibi oluyor, aynı şekilde buzluğa atmak isterseniz önce en azından yarı haşlayıp sonra kaldırmak lazım, ama bence en güzeli mevsiminde tüketmek.

Zeytinyağlı tane bezelye yemeğine sultani bezelye ve közlenmiş biber katarak çok lezzetli bir yemek yapmış oldum.

Bir sefer de garnitürlü bezelye çorbası yaptım. Tarif için internette bolca bulunan kremalı bezelye çorbası tariflerine uydum. Çorbayı el blendırından geçirince içine krema koymadım. Minik parçalar halinde doğrayıp fırında kızarttığım, havuç, patates ve haşlayıp jülyen doğradığım sultani bezelye ekleyerek farklı bir çorba elde ettim.

ÇANAKKALE USULU DİBLE

Giresun’un en sevdiğim yemeklerinden biri fasulye diblesidir. İran’a gittiğimde her yemekte çeşit, çeşit pilav olurdu, hemen her yerde mutlaka yeşil bakla, köfte ve dereotlu bir pilav vardı. Egeliler enginar dolması yaparlar. Bahçede enginar da var, ancak burada çiçek yapamıyor, hemen karta kaçıyor.

Bir gün bahçeden taze bir enginar, tane bezelye, sultani bezelye, yeşil bakla, tane bakla, soğan cücüğü, dereotu gibi bir sürü yeşillik topladım. O gün seçim günüydü, sandık görevlilerine muhtarın karısı yemek yapacaktı, pilavı ben yapacağım diye haber gönderdim.

Yukarıdaki üç yemekten esinlenerek bir pilav yaptım, köyde namım yürüdü, o kadar güzel oldu.

Bütün yeşillikleri ayrı ayrı buharda haşladım. Enginarın çiçeği küçük olduğundan hem sapını hem de çiçeğin etrafındaki taze yapraklarını kullandım. Pilav sadece yeşil görünmesin diye bir havucu da minicik kesip haşladım. Pilavı ise gene biraz renk vermesi için tel şehriyeli yaptım. İçine sebze katacağım için suyunu normalden az miktarda verdim. Demlenmesi için pilavın altını kısarken bütün sebzeleri ekleyip, bir kez karıştırdım. Ve sonuç harika oldu (sıcak servis edeceğimiz için pilava hem zeytinyağı hem de tereyağı koydum). Buharda haşlama kısmı biraz zaman alsa da sonuç çok güzel oldu

ÇAKMA PİRPİRİM AŞI

Soğan cücüğü, taze sarımsakları ve geçen yıldan dolapta kalmış yeşilbiberleri yarı zeytinyağı, yarı tereyağında soteledim, içine hafif haşladığım yeşil mercimek, biber salçası, kişniş tohumu ve semizotlarını ekleyerek az suda pişirdim, son olarak 2-3 kaşık bulgur ekledim. Yoğurtla yenecek çok güzel bir yemek çıktı ortaya.  Aslında semizotunun en çok sarmısaklı, yoğurtlu salatasını severim. Bu yıl bu salatanın içine bazen taze kekik, bazen de taze kişniş tohumu koyarak lezzetlendirdim. Aklımda bir de yakında bahçede çıkacak olan kabakla semizotundan bir meze yapmak var.

VİŞNELİ, ERİKLİ ZEYTİNYAĞLI SARMA

Asmalar da taze yaprak vermeye başladılar. Nermin’in en sevdiği şeylerden biri sarma sarmaktır, biz hiç yaprak saklamıyoruz, 10 paket falan sarma yapıp dolaba atıyoruz, bütün kış yetiyor. Geçen sene bahçede vişne de oldu, hala dolapta paket, paket vişne var. Bu sene yaprak sarmasını vişne ile pişirme âdeti çıkardım, artık hep vişneli pişiriyoruz. Geçen gün bahçeden ekşi erik toplamıştım, bir sefer de erikle pişirdik o da çok güzel oldu.

BAL KABAKLI SALATA

Buraya geldiğimiz ilk sene çok bol miktarda bal kabağı olmuştu. Bunları dağıta, dağıta tatlı yapa yapa bitirememiştim. O sene buzlukta da çok başarılı bir şekilde saklandığını keşfetmiştim. İlk sene o kadar çok tatlısını yaptık ki aslında en sevdiğim tatlılardan biri olan kabak tatlısından gına geldi. Hatta o yıl tencereler dolusu kabak tatlısı pişirip, köyde hayır yemeği bile vermiştim, 120 kişiye yetecek kadar tatlı vardı.

Tatlıdan bezince kabakları farklı değerlendirmeye başladım, en çok ya çorbasını yapıyorum, ya da biraz tuz ve zeytinyağı ile fırına veriyorum. Her iki şekilde de çok severek tüketiyoruz.

Bu kez farklı bir şey denedim. Kabakları az önce yazdığım gibi fırınladım. Üzerine soğan ve maydanoz koyarak ılık bir salata gibi sunum yaptım, soğuyunca da gayet güzel oldu. Hem de yemyeşil bir sofraya renk kattı.

SON ZAMANLARIN ÖZETİ, HERYER YEMYEŞİL OLSA DA BEZGİN BEKİR RUH HALİNDEYİM; GENE EVDE USTALIK İŞLER ÇIKTI

Aylardan beri beynim uyuşuk, galiba depresyondayım. Depremden beri takıntılı bir şekilde depremdi, seçimdi, kim öldü, kim kaldı, kim ne dedi, sürekli bu tür haberlerle meşgul olup; sanki bilinçli, hatta takıntılı bir şekilde kendimi gergin bir ruh haline sokuyorum. Çöktüm. Üstelik adeta kendi isteğimle çöktüm.

Neyse ki yılın en güzel aylarından ikincisi olan Mayıs ayının güzellikleri beni bir parça ayağa kaldırıyor (favori ayım tabii ki Eylül).

Geçtiğimiz aylardaki yağmur kıtlığına inat güzelce bahar yağmurları aldık, otlar yükseldi, buğday tarlaları rüzgârda adeta deniz gibi dalgalanıyor; her yer yemyeşil, çevremizdeki bütün bitkiler, otlar, ağaçlar, çiçekler, dikenler, makiler coşmuş halde.

Henüz havalar çok ısınmadan (çok sıcak aylarda hem aşırı güneş, hem de sürüngen korkusundan ara veriyorum) hala her gün yürüyüş yapıyorum; artık köylüler arasında iyice nam saldım, kimse yadırgamıyor, hatta kadınlar bana özeniyorlar. Yürüdüğüm yollar boyunca kadınlar, çobanlar, komşularla selamlaşıyorum; hatta köpekler bile kadrolu selamlayıcılarım oldu. Mesleki deformasyon sayesinde pek uyku düzenim yoktur, sabah kör saatlerde uyanırım. Ben de bu özelliğimi iyi bir alışkanlığa dönüştürdüm, henüz hava yeni aydınlanmış ve serinken yürümeye başlıyorum. Aşağı yukarı 2 saat, orman yollarında, köy sokaklarında, dereler, ormanlar, çiftlikler, ahırlar, evler, inşaatlar, tarlalar arasında, kuş sesleri, inek böğürtüleri, köpek havlamaları dinleyerek yürüyorum. Ben yürürken etrafımda köyün olağan günlük hayatı akıyor; süt toplama alanına sütler taşınıyor, ekmek arabaları, süt tankerleri geliyor, okul servisi çocukları topluyor, hayvanlar otlamaya çıkarılıyor, tarlalara gidiliyor. Günlük favori güzergâhımı yürürken hem kendi yaşadığım köyün, hem de yukarı köyün içinden geçiyorum. Yukarı köyde benimle eş zamanlı hayvanlarını çıkaran bir kadın çoban var, bir gün köpekleri üstüme atlar, başka gün keçileri beni takip eder, hem kadınla hem de sürüsüyle bayağı arkadaşlık kesp ettik.

Bu düzenli yürüyüşleri de yapmasam iyice depresyonun dibine vuracağım. Doğa içerisinde yürümek sürekli mekân farkındalığı gerektirdiği için, çok bilindik bir parkurda yürümek bile alet üzerinde yürümekten çok daha iyi geliyor bana, her şeyden önce makine ile dövüş halinde olmuyorsun, etrafta ne var, ayağımı çamura mı basıyorum, şu çiçek ne renkmiş, kuş nasıl ötmüş derken yürüdüğünün bile farkında olmuyorsun. Zihin dinginleşiyor.

Mayıs ayı bahçenin de çok hizmet beklediği bir aydır, neyse ki bayağı bitirdim. Zaten yapmayı sevdiğim ikinci iş bahçede zaman geçirmek, daha da çok sevdiğim bitkilerin büyümesini görmek, tazecik ürünleri hasat etmek, gelen misafirlerime kendi yetiştirdiğim ürünlerden vermek. Geçen ay bahçenin en az ürünü olan bir zamanda gelen bir arkadaşıma kendi bahçelerinde dikmek için bazı fideler vermiştim, her biri tutmuş, o kadar hoşuma gitti ki anlatamam. Artık bahçem tohum, fidan ve fide dağıtacak anaç bir bahçe haline geldi.

Şimdi mevsim ürün açısından oldukça kısır bir zaman olmasına karşılık, yapılacak işler açısından bayağı oyalayıcı. Şu anda tam olarak olgunlaşmış sadece sultani bezelyeler var. Bakla ve normal bezelyeler ise 3-4 hafta içinde hasat edilecek hale gelir. Bu aralar taze bakla, taze enginar ve sultani bezelye ile bazı yemek tarifleri uydurdum, yeşil sofralar kuruyorum.

Bu ay içerisinde yaz sebzelerinin dikimini tamamladık. Elbette bazılarını tohumdan diktik, diğerlerini ise fide olarak. Bundan sonra altlarını çapalanma, toprak doldurma, organik gübreleme, sulama, yabani otlardan arındırma gibi sonsuz bir uğraş vereceğiz. Yani pazardan markette aldığınız her bir meyve sebzenin farkında olmak lazım, çiftçinin hakkını alması lazım, gerçekten çok emek gerektiriyor.

Geçen hafta zeytinlerin çapasını yaptırmak için işçi çalıştırdım, o gün meğer arka lastiğe bir vida girmiş, sabah erkenden lastik yere yapışmıştı. Neyse ki evde kompresör var ve bizim Sermin bu işlerde beceriklidir, lastiğimi şişirdi, sabahın köründe sanayiye gittim. Vallahi bence dünya dönüyorsa sabah sabah neşe içinde işini yapan bu çocuklar sayesinde dönüyor.

Geçen hafta bizim ev de geçen hafta ecinli gibiydi, su işlerine bakan ustalar tam 3 kez gelmek zorunda kaldılar. İlk gelişlerine biz çağırdık; bahçenin damla sulamalarını kontrol etmek ve bozuk vanaları değiştirmek için geldiler. Bir gün önce bahçede bir noktada su sızıntısı olduğunu fark etmiştik, meğer bir bor dirsekten çıkmış, onu tamir etmek için eve gelen ana su vanasını kısa süreliğine kapatmak zorunda kaldık. Tam da o gün köyün su deposunun temizlendiği gün idi, yani köyün suyu saatlerce kesikti, ancak bizim evin suyu ertesi sabaha kadar kesikti. Meğer evin ana vanasıyla uğraşınca ana dirsek yerinden oynamış, köye su verilince de yerinden çıkmış, tabii muhtar köyün suyu boşa akmasın diye gelip bizin evin suyunu kesmiş. Yani ertesi sabah bizim sucular acilen tekrar gelip borularımızı, vanalarımızı düzene soktular.

Bundan 2 gün sonra akşamüzeri yatağımda uzanmış, bir şeyler okurken çatıdan pof diye kuvvetli bir ses geldi, ne oldu diye araştırınca yağmur oluğunun yerinden çıktığını fark ettik, ertesi gün de bu yağmur oluklarını yerlerine takmak için geldiler. Neyse ki bu gelişleri zaten bizim çevre köylerdeki ve bizim zeytinlikteki bir takım işlerini yapmak için planladıkları bir zamandı. O gün endişeden beni bir sıtma tuttu, yataktan çıkmaya zorlandım, ama altı metrelik merdiveni duvara dayayıp, çatıya çıkan adamlar varken yatmak da mümkün değil. Bir taraftan onlar çatıdan sarkmış çalışırlarken bakmamaya çalışıyorum, diğer yandan bakmadan duramıyorum, o yarım saat oldukça zor geçti. Benim garip bir yükseklik korkum vardır, neyse ki gençlerden birinin hiç boşluk hissi yoktu, onun güvenli hareketlerinden biraz ruhsal destek aldım. Yoksa avaz, avaz bağırabilirdim. Daha tövbe, çatıya usta çıkartmak gerekirse asla bakmam, mümkünse evde olmamayı tercih ederim.

Aromatik bahçe

ÇANAKKALEDE DİBLE YAPMAYA KALKTIM. BAHÇEDE NE BULDUYSAM İÇİNE KATTIM, ORTAYA 5 YEŞİL, 1 BEYAZ DİBLESİ ÇIKTI

Burada yaz bahçelerinin sebzeleri çoğunlukla 23 Nisan ile hıdrellez arasında dikiliyor, ancak Haziran ortasına kadar da dikim yapılabiliyor. Bu sene hıdrellezde havalar geceleri çok soğuk olduğu için dikim işini bu hafta yaptık. Şu anda bahçede baklalar ve sultani bezelyeler olmaya başladı. Bizim bulunduğumuz köyde enginar olmuyor değil, oluyor ama hem çok geç oluyor, hem de çiçeğini büyütemiyor, gene de heveslenip birkaç kök dikmiştik, üzerlerinde birkaç küçük enginar büyümeye başladı. Dereotlarını kendiliğinden tohumlanmaya bırakıyorum, bir hayli çıkıyorlar, şu anda da yeniden tohuma karışmak üzereler. Yeşil soğanları ise salata için dikmiştik, ama bu sene ne hikmetse neredeyse hiç salata yemediğimiz için onlar da kalınlaştılar ve cücüklenmeye başladılar. Ben de bahçeden bir çeşit dible yapmaya karar verdim.

İÇİNDEKİLER

1 bardak pirinç

15 kaç adet yeşil bakla

15 sultani bezelye

1 körpe enginar

3 adet yeşil soğan

Bir miktar dereotu

Tuz, zeytinyağı, su

YAPILIŞI

Baklalar ve bezelyeler zaten çok körpe oldukları için bir santimlik parçalar halinde kestim ve bu şekilde kısa süreli haşladım.

Enginarın ise hem sapını, hem çiçeğini ufak parçalar halinde kestim, körpe yaprakları da teker teker koparıp hepsini kısa süreli haşladım.

Pilav tenceresinde önce soğanları biraz soteledim, bütün sebzeleri içine katıp birkaç dakika daha pişirdim. Sebzelerin tuzunu kattım.

Başka bir tencerede önceden suda bekletip iyice yıkadığım pirinçleri zeytinyağında pirinçler şeffaflaşana kadar kavurdum. Tuzunu attım.

Pirinçler üzerine 1,5 bardak sıcak su koyarak 10 dakika suyun kaynamasını bekledim. Pilavı, pişmiş sebzeleri ve kıyılmış dereotunu da ekleyerek karıştırdım. Dıblenin altını kısarak 10 dakika daha pişirdim. Altını kapatıp, kapağın altına kağıt havlu koyarak 20 dakika demlendirdim.

Benim damak zevkime göre muhtemelen hayatımda yaptığım en güzel yemeklerden biri oldu. Böyle bahçe ilhamı ile yaptığım her şeyi çok seviyorum.

GÜNÜ BİRLİK OT FESTİVALİNE GİTMEYE KALKTIM, ĞORĞOLALARA KARIŞTIM; HERŞEY KARARINDA GÜZEL.

Mayıs ayında İzmir’de bir Alaçatı ot festivali, bir de Urla enginar festivali adı altında iki panayır düzenleniyor, başkaları da vardır muhtemelen ama bu ikisi buraya taşındığımdan beri ilgimi çekiyor ve gitmek istiyorum. Çünkü Ege yemek kültürünün olmazsa olmazı kendi deyimleri ile keçinin yediği her ottan yemekler mezeler yapmaları. Bölgenin eşsiz zeytinyağını da bin bir çeşit  ota ekleyince sonuç ‘ yeme de yanında yat’ mertebesine ulaşıyor.

Meğer buraya gelmeden ne kadar az yenebilir ot çeşidi biliyormuşum, şimdilik denediğim otlar arasında cibes, şevketi bostan, turp otu ve gelincik favorim. 

Alaçatı zaten deniz mevsiminde kalabalıktır, ot festivali zamanında iğne atsan yere düşmez bir hale geldiğini biliyordum, ben de bir tur şirketinin düzenlediği tura katılmayı daha uygun buldum, iyi ki öyle yapmışım, kendi aracımla gitsem muhtemelen 2 gün geri dönemezdim. Çünkü dönüş yolunda İzmir’de Cumhurbaşkanının miting saatine denk geldik. Birçok ana arter kapatıldığı için, trafik inanılmaz yoğundu ve aracımızı çok garip şehir içi yollara yönelttiler. İzmir’den geçmek 3 saate yakın sürdü, bu arada İzmir’in ne kadar mahalle arası varsa içinden geçtik, bütün gecekondu mahallelerini dolandık, öyle ki otobüsümüz bazı yerlerde her iki yönde de 10-15 santimle kurtardı, balkonlarda asılı ne kadar çamaşır varsa otobüsü sildi, derelerden, tepelerden aştık, mahalle aralarında seçim bürolarının, pankartların arasından dolandık, ters yöne yönlendirilen kavşaklardan, yol inşaatlarından, direklerin aralarından, kaldırımlardan, 45 derecelik yol ayrımlarından, otobüsün boyundan kısa dönemeçlerden geçtik. Bir ara daha merkezi kısımlara daldık ki, meğer her bir meydancıkta farklı bir partinin mitingi varmış, koca otobüsle, o miting alanı senin öteki benim dolaşırken, ağaç dalları aracımızı çizdi, önümüzden kaçmayı son anda beceren bisikletli vatandaşlar hayatlarının korkularını yaşadı, trafik direkleri zor zahmet sıyırıldı. Uzun sözün kısası İzmir’de Allah tarafından çok becerikli bir şoför bizi, önce ip cambazı oradan oraya, sonunda şükür sağ salim İzmir’den dışarı attı.

Bu geziden aklımda ot festivali değil de bu karmaşa(ğorğola) kaldı.

Ot festivali biraz şekil değiştirmiş, eskiden sadece kuru şifalı otlar ve mevsimlik yenilebilir otlar sergilenir ve satılırken, bu gün ürün standına rastlamak mümkün. Beni en çok deprem bölgesinden gelen stantlar sevindirdi, kuruluk dolmasından, Maraş tarhanasına kadar pek çok ürün vardı. Küçük üreticinin yaptığı; reçel, peynir, zeytin, salça gibi butik ürünler yanı sıra ev kadınlarının yaptıkları sarmalar, dolmalar, börekler, ekmekler, gözlemeler de oldukça göz dolduruyordu. Ayrıca normal Alaçatı kalabalığı da başlamış, bin bir çeşit el marifeti tezgahı, takılar, Ege tatlıları, dondurmalar arasında seç beğen al.

 Güya ot festivaline gittik ama, benim aklımda otlar kadar İzmir’in hamur işleri de kaldı. Fırınların hepsine bayıldım, çeşit çeşit ekmekler, sandviçler, boyozlar, tatlılar, İzmir bombaları, gerçekten hamur işi dükkanlarının tezgahları çok göz alıcıydı.

Taze ot tezgahlarına gelince mevsim itibarıyla en çok enginar, kuşkonmaz ve Ege’ye özgü yabani otlar vardı. Beni en çok etkileyen tezgahlar ise bir kaç yabani otun temizlenip, belli kalınlıkta kesilmiş, harmanlanmış halde satılmasıydı. Bu harmanların alıcısı da bir hayli fazla, hatta birinde içindeki otları da yazmıştı; şevketi bostan, taze soğan, cibes, kara lahana, radika vb.. Demek ki insanlar bu karışım otları da tüketiyorlar. Tezgahtarlara sorunca en çok yumurtalı ot kavurması önerdiler. İçkiciler belli oluyordu, onların tarifleri otun haşlanıp, sarımsak, tuz ve zeytinyağından oluşan bir sosla yenmesiydi. Şavketi bostan köklerini kuzu etli yemek yapıyorlar. Enginar ise ya bakla ile zeytinyağlı yapılıyor, ya da tercihan dolma şeklinde.

Bu arada çok güzel turistik bir köy olan Germiyan köyüne gittik. İnandım, iman ettim ki, bir köyü turistik hale getirmek istiyorsan duvarları renkli resimler çizeceksin, kapıları rengarenk boyayacaksın, eh bir de begonvil sardın mı duvara, dekor tamam, artık iş bir köy kahvesinin önüne atılmış birkaç sandalyeye kaldı. Ege’deysen mutlaka ve mutlaka dut suyu da olacak. Tarihçe desen ondan bol ne var? (Günü birliğine Troas’tan İyonya’ya gidip döndüm.)

Çeşme Kalesini gezdik, Sakız Adasını seyrettik, Çaka Bey’den Çariçe Katerina’ya tarih bilgisi yeniledik, renkli kapıların, hoş sokakların resimlerini çektik, bir top dondurmaya 35 Tl verdik, tabana kuvvet yürüdük, tur rehberleriyle atıştık, uygunsuz yerlerde yemek yedik, rehberden bir türlü duyulamayan açıklamalar dinledik, çoğumuz buluşma yerine saatinde gelemeyip gurubu bekletti, sonra da guruba çıngar çıkardı, yeni insanlarla tanıştık, görüşmeyeceğimiz kişilerden telefon numaraları aldık, İzmir’de labirentte peynir arayan fare gibi dolanırken olur olmaz espriler patlattık, sinirler bozuldu, gülündü, hasılı kelam bir turda yaşanacak ne varsa yaşandı (şükür ki tek eksik otobüste göbek atılmasıydı).  

Böyle festivallere bir kereden fazla gidilmez; sadece İzmir’deki olağan üstü trafikten değil, Alaçatı’daki kalabalıktan da çok yorulduk. Sokaklar adeta birinci lig şampiyonluk maçı sonrası stadyum boşalıyor gibiydi, yollarda yürürken, kendinizi insan kalabalığına soktunuz mu, artık kalabalıkla bütünleşip, topluluğun ilerleme hızına göre yürüyebiliyorsunuz, kendi bilinçli çabanızla adım atıp da bir sonuç ummak mümkün değil.

Salgın sırasında insan kalabalıklarından uzak yaşadık, hatta insan yüzü görmeye hasret kalmıştık, fakat geçen zamanda bir çeşit gulyabaniye dönmüşüz, herkes kalabalıktan şikayet etti. Kimse artık gereğinden fazla insana tahammül edemiyor. Vallahi ne az, ne çok her şey kararında güzel.

TROAS TOPRAKLARINDA HOMEROS İZİNDE GEZMEK, PARİSTEN GÜNÜMÜZE SİNİR OLDUĞUM TİPLEMELER

Çanakkale il sınırları içerisinde gezmek, dinlemeyi bilene Homeros’un destanında gezmek gibi; bir köye gidiyorsunuz bir kaya, bir mağara, bir dere, bir tepenin (bir çoğunu bu destanla ilişkilendirebileceğiniz) bir hikayesi olduğunu fark ediyorsunuz. Troya Destanının en önemli kahramanlarından biri kuşkusuz Paris’tir. Bu güne kadar duyup da Paris’le bağdaştırdığım, iki farklı köydeki, iki farklı efsaneden söz edeceğim.

Bunlardan ilki Çanakkale ili merkez ilçesine bağlı Akçalı köyüne giderken, yolda gördüğümüz tuhaf şekilli üç kayanın hikayesi idi. Köyde doğup büyümüş olan arkadaşım bu kayaları üç kız kardeş kayaları olarak tanımlamıştı ve bu efsane bana kuşkusuz; Paris’in hakemlik yaptığı üç tanrıçayı çağrıştırmıştı. Geçen hafta sonu ise Bayramiç ilçesi, Elmalı köyünde, Güvercinkaya şelalesi ve mağarasının Paris ile ilişkilendirilen hikayesini öğrendim ve Kaz Dağlarında zorlu bir yürüyüş ile 1000 metre yükseklikteki mağaraya ve mağaradan fışkıran şelaleye kadar gittim.

Paris; Troya kralı Priamos ile kraliçe Hekabe’nin oğludur, ancak annesi bu çocuğu doğurmadan korkunç bir rüya görmüş ve kahinlerden, bu çocuğun Troya şehrinin sonu olacağının bilgisini almıştır. Bunun üzerine çocuğu İda Dağında bırakırlar, onu bulan çoban geçen gün gittiğim mağara çevresinde onu kendi oğlu olarak büyütür. Ancak Yunan tanrılar konseyinin planları henüz bitmemiştir. Bir şekilde yolu Zeus’un nifak tanrısının Athena, Hera ve Afrodit arasında soktuğu anlaşmazlığın ara buluculuğu Paris’e düşer. Paris de kendine sunulan rüşvetler arasından dünyanın en güzel kadınını seçer. Böylece Akha’lı Menelaos’un karısı olan Heleni kaçırıp Troya’ya getirir (geçen sürede Paris yaşlı anne babası tarafından tanınıp çoktan affedilmiştir). Troya savaşını başlatan bahane de işte bu gayri meşru aşk hikayesi olur. Zamanın bütün Akha kralları Menelaos’un abisi Agamemnon komutasında Troya kuşatmasına başlarlar. On yıl süren ve birçok tanrı ve tanrıçanın da taraf tuttuğu bu savaşın sonunda Paris Herakles’in oku ile yaralanır, ama onu asıl öldüren Hera’nın kanı olarak bilinen kan zehirlenmesidir.

Paris’in bu savaştaki en önemli rollerinden biri de savaşı sona erdirebilecek tek hamlenin onun tarafından yapılmış olmasıdır; yani Aşil’i Paris öldürmüştür. Bu savaş; ardında insanlık tarihine dünyanın en ünlü efsanelerini bırakmış olmasına karşın aslında galibi olmayan bir savaştır; çünkü her iki taraf da yenilmiş, hatta bozguna uğramıştır. Troya şehri yerle bir olmuş, her iki taraf da neredeyse bütün kahramanlarını kaybetmiştir. Sonuç hüsran ve yenilgi ile geri çekilmek, en büyük kazanım olarak savaş öncesi hayatlarına geri dönebilmek ihtimali ile yollara düşmektir (Odysseia efsanesinin konusu).

Efsanede Paris; dünyanın en ünlü savaşını başlatan ve bitiren kişi olarak sunulmuş olmasına karşılık asıl mesela akçeli hırslardır. Her savaşın sebebi kazanç sağlamaktır (Troya o sırada bilinen bütün denizlerin ticareti yollarını elinde bulunduruyordu), büyük bir savaşı başlatmak için ufak bir kıvılcım çıkarmak yeterlidir(kimse dürtmese Paris’in evli olan Helen’i tanıması bile imkansızdı).  Savaşların hiç birinde galip diye bir şey yoktur, savaşın bütün tarafları sonunda zararlı çıkarlar. Ve aslında savaşı başlatmak da bitirmek de aynı kaynağın (gücün, ihtiyacın) marifetidir.

Bize de; Troas topraklarında halen devam ettirilen efsanelerin izini sürmek kalıyor. Hemen her kasabada bazı izler var: mesela Troya müzesinde sergilenen en önemli eserlerden biri; Biga’da ‘Kız öldün’ tepesinden çıkartılmış, kral Priamosun kızlarından birine ait olduğu anlaşılan lahittir.

Gelelim hafta sonu gezisine; hafta sonlarında Çanakkale’nin köylerini gezen bir guruba dahil oldum, çok sık birlikte olamasam da bazı gezilerine katılıyorum. Bu hafta da bir otobüs ile Kaz Dağında bir çeşme başına kadar otobüs ile gidip, son 4-5 kilometreyi yürüdük. Yolun son aşamasında ise 500 metrelik bir patika tırmanışı, dere geçişleri filan vardı. Parkur böyle zorlanınca gurubun bir kısmı geri kalıyor, ben ise eski trekking tecrübeme güvenip sonuna kadar gidiyorum.  Bin metre irtifada, içinden çok gür bir ırmak akan ufak bir mağara ve bu mağaradan çıkarak kayadan dökülen bir çağlayan gördük. Bu mağarada Troya antik kentini ilk bulan ve anlaşıldığı kadarıyla Homeros Destanlarının izini sürmeye oldukça kararlı olan Calvert ailesinin çocuklarının isimlerinin yazılı olduğu bir duvar varmış, ancak yanımızda ışık kaynağı olmadığı için göremedik. Mağaranın çok küçük bir kısmını gördük, ama bu güne kadar bunca mağara gördüm, içinden bu denli gür dere akanı ilk defa görüyorum, galiba suyun en bol olduğu mevsime denk geldik. Mağarayı gezebilmek için derenin aktığı daracık yarıktan ilerlemek lazım ki, bunun alet edevat gerektirdiği çok açık. Bu dere, yeryüzüne çıktığı anda en az 10 metre yükseklikteki bir kayadan dökülen tek kırımlı, iki kollu bir çağlayana dönüşüyor. Bölgede bu derenin yanı sıra oldukça zengin ve kompleks bir derecikler ağı var, hepsi birleşip kayalardan düşe kalka, güzel görüntüler sunan çağlayanlar silsilesi oluşturarak; At çukuru denen mevkide büyükçe bir dereye dönüşüyor.  Bütün bu manzaranın Kaz Dağlarının görkemli karaçam ormanlarının arasında olduğunu da ekleyin, manzara güzel ötesi.

Elbette Kaz Dağlarının bu muhteşem ortamında bir de piknik yapıldı, güzel resimler çekildi, oyunlar oynandı. Bu arada kendi yaşımda bir kadın ve onun 44 yaşındaki oğlu ile tanıştım, hatta önce ben mağaraya çıkıp çocuğa yol gösterdim, çocuk benim yaşımı öğrendikten sonra anasını zorla mağaraya çıkardı. Benden Doğu Karadeniz Dağları ile Kaz Dağlarının güzelliğini kıyaslamamı istedi. Her ikisi de kendi klasmanında dünya güzelidir dedim.

Bu arada gezide hiç haz etmediğim adam tiplemeleri ile de karşılaştım tabii. Birincisi rehberden gıcık kaptım; hani hiçbir şey bilmeyip de her bir şeyi bilen birileri vardır ya; işte rehber onlardan biriydi. Nasıl rehber ise söyleyeceği hikayeyi bile tam öğrenmemiş, ona sorarsan Paris savaştan kaçıp bu mağaraya sığınmıştı. Bunu duyunca hemen mimledim tabii adamı. Üstüne üstlük bir de yolu çok iyi bildiğini iddia edip düz yolda iki kez yolu şaşırdı, doğru yolda olduğumuzdan emin misiniz diye sorunca da ( bizi yanlış yolda sokmuşken)ben CPS gibi adamın dünyanın neresinde olursam olayım yolu bulurum diye cevap verdi. Bu andan itibaren adamın gönlümdeki adı ‘cipiesim rehberim’ kaldı ve ikrah duygumu hakkıyla kazandı.

Bundan sonra da, gezideki bazı adamlardan gıcık kaptım. Bunlar yaşları ve kondüsyonları nedeniyle yürüyüşte oldukça zorlandılar, buraya kadar tamam. Ama bu adamlar, dönüş yolunda otobüste alabildiğine yüksek sesle ve uzunca bir süre profesyonel futbolcuları eleştirdiler, eğer futbolu oynayan ‘kendileri olsaymış ne yaparlarmış’ hayallerini anlata anlata, sporcuları söve söve bitiremediler. Ulan siz az önce düz orman yolunda şişen adamlar değil misiniz? Yüksek sesle erkek milletinden işte bu ‘odun kırıcının ıh deyicisi olma’ hastalığından ötürü hiç hoşlanmadığımı söyledim. Neyse ki deli deliyi görünce çomağını saklarmış, çomaklar saklandı, böylece sessizce ve rahatça geri döndük.

EL NİNOLU İLKBAHAR; BİR SÜRÜ UYGARLIĞI YOK ETMİŞ SU KITLIĞI VE İKLİM KRİZİ ARTIK MODERN ZAMANIN EN ÖNEMLİ MESELESİ HALİNE GELDİ.

Yıllardan beri gelecek diye uyarıldığımız, ama ne yalan söyleyeyim, daha en az önümüzde on yıllar var sandığım iklim krizi artık iyice kendini belli etmeye başladı. Korkarım ki bu sadece özsöz; henüz başımıza neler geleceğini tam olarak kavrayabilmiş değiliz, hatırlamak için son iki üç yıldan beri köyde fark ettiğim bazı tuhaf halleri özetlemek istiyorum, böylece durumun ciddiyetini belki biraz daha net algılarız.

İki yıl önce günlük hava sıcaklığında henüz önemli bir farklılık hissetmemişken, denizden bir uyarı geldi, daha önce varlığından bile haberdar olmadığımız, deniz sümüğü diyebileceğim bir musibet aylarca deniz yüzeyini kapladı, arkasında iğrenç kokular ve umutsuzluk bırakarak denizin dibine doğru çöktü; bu olayın denizdeki yaşama ne kadar büyük zarar verdiğine dair henüz net bir bilgimiz yok.  Müsilajı oluşturan ana sebep Marmara Denizine dökülen ve kirliliğe sebep olan  şehir ve sanayi atıklarıdır, ancak çok büyük bir olasılıkla o yıl bu sümüğün bu denli artmasına neden olacak bir mevsimsiz ısı değişikliği de söz konusuydu. Çünkü bu sümüğün canlı bir organizmanın gereksizce artması sonucunda geliştiğini ve  deniz ısısının bu garip canlı ile beslenen diğer bir canlının yeterince artmasına engel olacak gibi diğer yıllardan farklı olması, kısaca ekolojik dengenin bozulması sonucunda meydana gelmiş olduğunu biliyoruz. Deniz kirliliği de bu duruma tuz biber oldu tabii.

Geçtiğimiz son iki yılda ise oldukça alışılmadık bazı iklim olayları yaşadık.

Bizim köyde geçen seneden en çok hatırladıklarımı yazacak olursam sonbahar oldukça kurak geçmişti; hatta sadece tarım kullanımına değil aynı zamanda şehre içme suyunun da karşılandığı Atikhisar barajında neredeyse su kalmamıştı. Ama aniden bastıran şiddetli yağmurlarla 1-2 hafta içerisinde doldu, taştı. Yanılmıyorsam Kasım ayından itibaren yaz aylarına kadar inanılmaz yağmur yağdı; bu yağmurlar öyle pek normal yağmur gibi değildi, haftalarca, günlerce damla düşmüyor, sonra da inanılmaz derecede fazla yağmur çok kısa sürede yağıyordu. Hemen her yağış, sele heyelana neden oldu yani felaket gibi yağdı. Kış mevsimi de çok garipti, bir iki hafta ilkbahar havası ardından inanılmaz bir soğuk dalgası oluyordu, her sene Aralık sonundan, Şubat sonuna kadar aralıklarla yağan kar, geçen sene Mart ayında tek bir seferde yağdı.

Bu zamansız kardan sonra geçen ilkbahar ve yaz aylarında tam  aylarca yağmur yüzü görmedik, buna karşın tam üzüm hasat edilecek günlerde gen mevsimsiz yağarak bütün hasadı berbat etti. Kış ise neredeyse hiç hissedilmedi, bir kez göstermelik bir kar yağdı, hepsi o kadar. Bizim evin önünde bir dere var, bu dere eylül ayından bir sonraki temmuz ortasına kadar akar, yani topu toplamı bir iki ay kurur. Bu yıl ise tam dokuz ay hiç suyu yoktu, ancak Mart ayında biraz akmaya başladı, geçen yıl çağlayanları olan derenin bu yıl yatağında pek çok yerde görünme olması çok düşündürücü.

Ülke bütün yıl ağır kuraklık tehdidi altındayken, ilk baharda bir miktar yağmur yağdı, ama o da çok dengesiz yağdı; deprem bölgesinde ardı ardına sel oluyor. Arabistan’da bu yıl kar yağışı, yağmurlar, seller dur durak bilmiyor.

Tam da bize tarif edilen iklim krizinin ortasına düştük.

Bundan sonra su israfı yapan vatan hainidir, insanlık düşmanıdır. Bunu yazarken ülke geleceği için tarım ve hayvancılığın yeniden canlandırılması gereğini de biliyorum. Artık bu iklim değişikliğine nasıl adapte olup da bu süreç yönetilecek, bilemiyorum.

Köyde yaşayınca doğa olaylarını şehirde yaşadığından çok daha net hissedebiliyorsun. Mesela geçen yıllarda olan bu garip hava durumu, kaç yıllık fidanlarımı soğuktan yaktı, yeni dikilenler ise kurudu; sonuç gerçekten de iklim toprağın bereketini yakından etkiliyor. Bence mutlaka tarım ve hayvancılığın yeniden canlandırılması gerekiyor, bu garip havalar devam ettiği sürece geleneksel sistemlere göre daha sürdürülebilir yeni yöntemler  geliştirilmesi lazım, su tasarrufu ise hayati öneme sahip.

Bu yıl eğer sarnıç dolmasaydı yazın köyün suyunu harcamamak için sebze dikmemeye karar vermiştim, ama çok şükür son yağışlarda doldu. Ben de şimdiden yazlık fideleri hazırlamaya başladım. Bahçede ise şimdilik yapabildiğim dişe dokunur tek şey zeytinleri ilaçlatmak oldu, çapa işini ise bayramdan sonra yaptıracağım.

Bu yıl denediğim bir ‘yeşil gübre’ ve ‘yeşil kalkan’ dediğim iki yöntemi yazacağım. Yabani otlar ve tohuma bıraktığım turp, marul, havuç, pazı gibi sebzelerle yaptığım bu yöntemler hem toprağı zenginleştiriyor, hem de su tasarrufu sağlıyor.

Benim yeşil kalkan dediğim yöntemi geçen yıl bahçıvanımdan öğrenmiştim. Meyve ağaçlarının altı çapalandıktan sonra bu çapalanan alana yabani ot yığılıyor, böylece bu yabani oy yığını toprağın üzerinde bir kalkan oluşturup, suyun buharlaşmasını engelliyor ve ağaç çok daha az su ile yetiniyor. Bu yöntem buradaki köylüler tarafından bilinip kullanılıyor, yeşil kalkan sözü ise bana ait. Zeytinler meyve verdikten sonra artık kökleri yer altı sularına ulaştığı için sulanması gerekmiyor. Gene de ağacı serin tutmak için altına ot yığıyorlar. Geçen yazdan beri bu yöntemi kullanmaya başladım, gerçekten de işe yarıyor.

Yeşil gübreleme yöntemine gelince; birçok sebzeyi tohumlanana kadar bekleyip, bu tohumlanmış bitkileri bahçenin çeşitli yerlerine seriyorum. Böylece bahçede kendiliğinden çıkan birçok sebze oluyor, ben artık ne turp, ne pazı, ne lahana ne de marul dikmiyorum. Ancak bu yöntemi uygularken dikkat edilmesi gereken bir şey var; bu şekilde dikilen sebzeler küçük bir alanda çok kalabalık olarak çıkıyor, eğer kendi çıktığı gibi bırakırsanız birbirlerini eziyorlar, belli bir boya geldiklerinde seyreltilmeleri şart. Henüz olgunlaşmadan seyreltince çıkardığın sebze yeniden yeşil gübre olmak üzere toprağa atılıyor, geri kalanların hala bir kısmı fide olarak dağıtılabiliyor, en son bıraktıklarınız da bir kısmı kendi tüketimimiz için, bir kısmı da yeni tohumluklar. Geçen yıl toprağa yatırdığım sebzelerden bu yıl pazı ve havuç fidelerinden bir arkadaşıma verdim. Dereotu ise hem bize hem de komşumuza bol bol yetiyor. Bu şekilde toprak birçok bitkiden aldığı çeşitli vitamin ve minerallerle beslenip zenginleşiyor. Sonuç olarak hem toprak kazanıyor hem de biz.

Geçen gün köyümüze su tasarrufunu anlatmak üzere bir öğrenci gurubu geldi. Hocalarını tanıdığım için gurupla buluştum ve onları kendi bahçemde de gezdirdim. Onlara su tasarrufu için yaptığımız yöntemleri gösterdim. Bahçedeki su kanallarını, sarnıcı yani su hasadını anlattım. İkinci olarak damla sulamayı gösterdim. Son olarak da yeşil kalkan yöntemini anlattım.

İkinci konu olarak da toprağı güçlendirmek için kullandığım yöntemleri yani; konvansiyonel hayvan gübresi, yeşil gübre ve su hasadı yapmak için kullandığımız su kanallarında biriken humuslu toprağı solucan gübresi gibi kullandığımızı anlattım. Mutfak artıklarından oluşturduğumuz kompost topraklarını gösterdim.

Sonuç olarak gençlere anlattıkları konunun laboratuvarını göstermiş gibi oldum. Çok heyecanlandılar, yaptıkları köylüleri bilinçlendirme işine daha da çok inandıklarını ifade ettiler, ben de çok mutlu oldum.

Bezelyeler görünmeye başladı
Naneler coştu
Biyoçeşitililik adına bir kaç çeşit bezelye dikmiştim
Yeşil gübrenin sonuçları böyle kalabalık oluyor

Avlu içine diktiğim sarıcı kekikler de tutmuş
Asmalara su yürüdü
Mor çiçekli bezelye
Yabani menekşeler coştu

DÜNYANIN BİN BİR HALİ; DÜNYA İNSANA DEĞİL, İNSAN DÜNYAYA AİTTİR

Bir haftadan beri ağır ağır, günler uzuyor, hava ısınıyor, son cemre de düştü, bademler çiçeklendi, otlar yükseldi, uzun zamandır hasret kaldığımız yağmurlar da nihayet başladı, muhteşem bir baharın gelişini daha izliyorum. Oysa bundan tam bir ay önce kâbus gibi bir deprem yaşadık, izlerini silmek o kadar uzun sürecek ki, şimdilik tahmin bile yürütemiyorum.

Bildiğim tek şey, güzel ülkemin en sevdiğim bölgelerinden biri şimdi adeta toplu mezarlık alanı haline geldi.

Her deprem sonrasında olduğu gibi, jeologlar televizyon kanallarının gözdesi haline geldiler, hemen herkesi depremler konusunda uzmanlaştıracak bilgileri tazelediler. Sonuç ne olacak, artık akıllanır mıyız diye düşününce bundan pek de emin değilim.

Bence; ‘akıl’ sadece bilgiyi üretebilmek değildir; veriler ışığında risk analizi ve riskleri bertaraf edecek planları yapabilmek, en önemlisi de bu planları hayata geçirecek iradeyi de gösterebilmektir. Eyleme geçecek cesareti olmayanın akıl sahibi olmasının ne anlamı olabilir bilemiyorum. Elbette bir toplum olarak yaşamanın en önemli getirisi; toplumda yaşayan bazı bireylerin teoriler üretecek akla sahip olması, kiminin bu bilgi ile risk analizi ve risklere karşı mücadelenin nasıl yapılacağını planlaması ve diğerlerinin de mevcut planları hayata geçirecek kişiler olması gibi, ne kadar devasa olursa olsun daha iyi bir gelecek için gerekenleri yapabilecek potansiyel sağlamasıdır.  

Elbette bu potansiyeli en verimli şekilde organize edebilecek yönetime sahip olması da gerekiyor.

Bizim kadar ciddi bir deprem ülkesi olan Japonya pekâlâ depremle yaşamayı öğrendiyse biz de öğrenebiliriz.

Tabii teoride bu söylediğim doğru, ya pratikte ne olacak, işte bu kısım bence bilinmez. Kimse bana ama Japonya’nın fayları deniz altında demesin, biz de fay hatları toprak yüzeyinde olan bir deprem ülkesi olarak yapılaşma, şehirleşme planlarımızı hayata geçirebiliriz. Ama zaten bizde her zamanki gibi mevzuatta sorun yok, mevzuata uyumda problem varsa o zaman takkeleri indirip öz eleştiri yapma zamanı gelmedi mi?

Eğer tövbe edeceksek, ülke olarak her şeyden önce çürük inşaat yapmaya tövbe etmeliyiz. Böyle somut bir tövbenin sonuçlarını alırsak belki de inanç için önce eşeği sağlam kazığa bağlayıp sonra Allaha emanet etmemiz gerektiğini fiilen anlayabiliriz.

Biz sadece insanız, bu evren bizim için yaratıldı megalomanlığından hatta paranoyasından kurtulmamız gerekiyor. Gerçek şu ki, biz bu gezegen üzerinde yaşayan sayısız canlı türünün içerisinde soyumuzu devam ettirebilmek adına çok iyi bir adaptasyon yeteneğini gösterebilen bir türüz, işte bu yeteneğimiz sayesinde en hızlı, en büyük, en kuvvetli tür olmadığımız halde, kendimizi gezegenin besin zincirinin tepesine konumlandırabildik. Ancak bu yeteneğimizle de boşuna övünmeyelim, böceklerin, yabani otların, virüslerin, alglerin, bakterilerin uyum yeteneği yanında bizimki solda sıfır bile değildir. Yani yarım aklımızla kendimizi yerleştirdiğimiz yaratıklar içerisinde kral tahtından, gerçek sahnemize yani dünyaya, toprağa, iklim koşullarına, atmosfere, yani gerçeğe  konumlandırmalıyız. Nokta.

Dünya deprem yaparak biz bir ceza vermeye çalışmadı, o kendi varoluş süresince yüzeyinde oluşacak değişiklikleri yaşamaya devam ediyor sadece. Dünyanın da kendi yaşam döngüsü var, bundan 4,5 milyar yıl önce doğdu, güneşin kara deliğe dönüşeceği bir zaman da hayatı sona erecek. Hayatı boyunca da dış kabuğundaki plakalar yer değiştirmeye ve yeryüzü şeklini değiştirmeye devam edecek. Sadece depremlerle, yanardağlarla kabuk şeklini değiştirmiyor, çağlardan çağlara iklim değişiklikleri de yaşıyor. Defalarca üzerindeki hayat devreleri sona erdi, sonra yeniden başladı. Bizim türümüz de bu değişken gezegen üzerinde kendi mevcudiyetini ya doğal çevrenin türümüz için yaşanamayacak kadar değişmesi ya da kendi elimizle hazırladığımız bir gerekçe ile belirsiz bir zamana kadar devam ettirecek, muhtemelen gezegenin sonu gelmeden bizim türümüzün sonu gelecek.

Bizim üzerinde yaşadığımız ve doğal devinimlerini her zamankinden daha iyi bildiğimiz bu gezegene saygı ile uyumlanmayı öğrenmemiz gerekiyor. Dünya bize ait değil, biz dünyaya aitiz. Bunun bilincinde yaşarsak belki bu kadar arsızca hırpalamayız dünyamızı.

Bu dünyada yaşamanın en zor taraflarından biri, çok farklı nefis seviyelerinde olan insan varlıklarla aynı mekânı paylaşmaktır diye düşünüyorum. Bu depremde de her varoluş düzleminden insan varlıkları açıkça gözlemledim. Ben henüz, ilk günlerde enkaz altında kurtarılmayı beklerken, soğuktan, susuzluktan ve çaresizlikten ölen insanlardan çıkamadım. Bunca hüzne rağmen bütün coşkusuyla gelen bahar, hele de bütün sonbahar ve kış boyunca süren kuraklıktan sonra yağmurla gelince içime inceden bir heves gelmeye başladı. Sabah kalkınca ıslak toprağın kokusunu hissetmek, aylardan beri kupkuru olan derelerde az da olsa akan su görmek, yabani otların kabarması iyi geldi. Bir aydan beri ilk kez ‘şimdi bu otlarla nasıl uğraşacağım’ diye gündelik hayata dair düşünürken yakaladım kendimi.

KIRILDIK

Son günlerde tanıdığım, tanımadığım birçok kişi ‘nasıl bir zamanda gelmişiz dünyaya’ diye sorguluyor. Söyleyeyim; dünyanın bir ucunda olanı öbür ucundan derhal duyduğumuz bir zamanda geldik. Yani depremler her daim oluyordu, ama bu kadar hızlı duyamıyorduk, uzak diyarlarda olanları ise hiç duymuyorduk. Bu dünya jeolojik bakımdan sürekli değişim halindedir; üzerinde yaşadığımız gezegenin kabuğu parçaları yani tektonik tabakalar çarpışıyor, karalar yer ve şekil değiştiriyor. Biz de ta Orta Asyalardan gelip dünyanın en çok deprem üreten bölgelerinden birine yerleşmişiz. Bu durumda yapılacak tek bir şey var; yer kabuğuna, toprağa, suya, rüzgara, yağmura, kısaca tabiata uygun halde yaşamak.

Deprem için yapılacaklar belli; en önemlisi jeolojik olarak aktif fay hatları belli, hatta o kadar belli ki Google earth’ın haritasından bakılınca büyük hatlar, acemi gözlerle bile görülüyor. Yani ülkemizdeki fay hatlarını uzaydan bile gözlemek mümkün. Bu haritalara bakılınca bütün yolların fay vadilerinden geçirildiğini, fay hattı üzerinde birçok yerleşim yeri olduğunu da görüyorsun.

Depremle yaşamak için yapılacak en önemli şey fay hatlarını boş bırakmak, tarla, park yapmak. Dolgu alanları da aynı şekilde boş bırakmak.

İkinci şey ise, bu kadar çok depremle sarsılan ülkede inşaatları depreme dayanıklı şekilde yapmak.

Üçüncü şey de deprem ya da başka bir doğal afet olduğu zaman bütün olasılıklara hazırlıklı bir organizasyonu her an elde bulundurmak.

Ülkenin en büyük depremleri üretme kapasitesi olan bir bölgesinde üstelik kış günü olan bir depremde ne yazık ki sınıfta kaldık. Tek tutunma noktası, tek teselli, milletin dayanışma kapasitesi oldu.

Depremin kırdığı coğrafya, insanın insan olduğu, ilk medeniyetlerini kurduğu, bence kutsal kitaplardaki insanın cennette kovulup, dünyaya indiği, dünya insanlık tarihinin bilgi bankası olan yerler.

Kişisel tarihim açısından bakacak olursam; depremin olduğu bölge mecburi hizmetimi yaptığım, daha sonra da defalarca gittiğim, tarihinden büyülendiğim, çok sevdiğim bölgelerden biri. Ülkemizin en iyi bildiğim, iyi biliyor olmaktan gurur duyduğum, en güzel anılarımı yaşadığım bölge, gün gelip de düşününce hüzünleneceğim aklıma bile gelmemişti.

Kişisel anılar ise tamamen toz duman halinde bazen tuhaf bir ayrıntı aklıma gelip saatlerce zihnimi meşgul ediyor. Mesela 1987 yılında Nemrut Dağına bir gezi yaparken, içimizden birinin mecburi hizmet yeri olan Kahta’da mola vermiştik. O evde biz yayık ayranı sunmuşlardı, günlerce toprak küplerde kokulu elma ve acı biber koyarak olgunlaştırdıkları bir ayrandı, öyle bir şey bu yaşıma geldim hala içmedim. İşte bu ayranın tadı ve bize ikramda bulunana evdeki ailenin misafirperverliği zihnimi saatlerce kurcaladı. Mecburi hizmetteyken, Diyarbakır çarşısından hangi akla hizmet aldığımı bir türlü anlamadığım, köşeli, siyah renkli cam tabaklar aklıma geldi, onları sonradan ne yaptığımı bir türlü hatırlayamadım.  Elazığ’daki evde tuvaletteki sürekli su akıtan musluk aklıma geldi. Elazığ sanayi çarşısında excahange transfüzyon yapmak için dörtlü musluk yapabilecek usta arayışlarım aklıma geldi. Arkadaşlarımın özel aracı ile Kilis’e giderken, arka koltukta kızlarının her yerimi yapış yapış şekere bulaması aklıma geldi. Hatay’da neredeyse Suriye topraklarının içinde bulunan bir lokantada yediğimiz tuzlu tavuk aklıma geldi. O geziden döndüğümde evde yediğim semizotu salatası aklıma geldi. Bir başka Hatay seyahatinde, Suriye topraklarına girer girmez girdiğimiz tuvalet taşının, zemin döşemesinin altına yerleştirildiği aklıma geldi. Maraş’la ilgili olarak en fazla aklımı meşgul eden şey ise dondurmanın karbondioksit buzuna koyularak her yere gönderilmesi oldu nedense, zihnim çok değerliymiş gibi saatlerce bu bilgi kırıntısına tutundu. Bir de uzun yıllardan beri yurt dışında yaşayan kuzenime bu sene bu bölgeyi gezdirmek üzere nasıl anlattığımı hatırladım.

İnsan zihni kendini büyük acılardan korumak için çok ilginç taktikler uyguluyor. Benim son günlerde aklıma takılan konulardan biri de Samandağ’daki Titus Tünelinin ne durumda olduğu. Benim gibi düşünen birçok kişi olduğunu anlıyorum, zira bugün sosyal medyada Cendere köprüsünün sağlam kaldığına dair bir paylaşım gördüm.

Ben yeryüzündeki kollektif bilince çok inanırım; çok açık bir örnek vereyim, Anadolu’da köyleri gezin, köylülerin höyük dedikleri her tepe höyüktür. Adamlar Viranşehir demişler, İsmet İnönü bu kadar güzel yerin adı bundan sonra Doğanşehir olsun demiş; resmi evrakta öyle ama halka sorsan viran şehirdi, şimdi gene viran oldu. Bir cadde üzerinde çok derin bir çukur açıldı, caddenin adı ne dersiniz; Derin Çukur caddesi. Demek ki orada gerçekten derin bir çukur varmış, zamanla dolmuş ya da doldurulmuş.

Eski tarihçiler bu bölgelerin büyük, çok büyük depremlerini kayda geçmişler. Fay hatları biliniyor. Bölge insanının ortak bilincinde viran olan alanların izleri olduğu gibi duruyor. Bölge sadece ülkemiz için değil insanlık tarihinin geçmişi için de çok önemli bir bölgedir.

Ne yazık ki bölge çok ciddi bir deprem fırtınası yaşadı, şehirler yok oldu, coğrafyası değişti. Verilen resmi rakamlara göre şu anda bile can kaybı sayısı Kurtuluş Savaşındaki kayıpları aştı. Bundan sonra elbette yapılacak çok şey var. En çok da bu deprem sırasında kendiliğinden oluşan toplumsal uzlaşının devam etmesine ihtiyaç var.

Show Buttons
Hide Buttons