Category Archives: Genel

KİTAP DEĞİŞTOKUŞU, BU ARALAR OKUDUĞUM KONULAR, KAR KIŞ, DEPREM; AH İNSANOĞLU

Her zaman söylediğim bir lafım vardı; ne zaman ölürsem öleyim arkamda yarım bıraktığım birkaç elişi ve birkaç kitap olacak. Çünkü her daim elimde birkaç farklı elişi ve okumakta olduğum birkaç kitap vardı. Son yıllarda ise bazen elişi yapmaya meraklı oluyorum, bazen de kitap okumaya; yani artık arkamda bırakacağım yarım şeyler ne zaman öleceğime bağlı.

Okuma şeklim oldum olası şu şekildedir; eskiden elimde mutlaka tıbbi bir konu ya da konular olurdu, yani her an mesleki birkaç adet makale, kitaplar, kafam şişmesin diye de yanında mutlaka roman, şiir ya da o sıralarda merak duyduğum bir konuya ait kitaplar okurdum. Evdeki ve hastanedeki çalışma masalarım, yatağımın komodininin üzeri, TV izlediğim koltuğun kenar sehpası, hatta mutfak masam her zaman kitaplarla dolu olurdu.

Merak ettiğim bir konu varsa o konu ile ilgili birçok kitabı peş peşe okumayı, böylece konu hakkında daha geniş bir bakış açısından fikir sahibi olmayı severim. Bir de güzelleme (yıkama yağlama) maksadıyla yazılmamış biyografileri veya anıları çok severim, hele de anılarını yazan kişiler belli bir dönemi, coğrafyayı, olayı güzel yansıtmışlarsa, hele ki bu anlattığı konular da benim ilgi alanımdaysa artık tadından yenmez. Bu nedenle Amin Malouf’un kitaplarını çok severim, bütün söylediklerimi içeriyorlar, en son fütüristik bir romanını okudum, arkadaşlarım bayıldı, ben ikrah ettim.

İlginçtir kitap okumayı böyle sevdiğim için olacak, ‘Son İmparator’ filmi hariç, kitabını okuduğum bir filmi asla kitabı kadar sevemedim (kitap film izledikten sonra okunsa bile, filmini izleyip de bir türlü okuyamadığım kitap ise ‘Yüzüklerin Efendisi’, ama onu günün birinde okuyacağıma inanıyorum).

Casusluk, macera, cinayet romanlarını ve filmlerini de özellikle severim. Bazen acaba içimde gizli kalmış, rasyonalize ettiğim bir seri katil mi saklıyorum diye düşünmüyor değilim. Bu tür kitapları okumaya başladım mı uykuyu filan unutup kitabı bitirmeden bırakamazdım, ne zaman ki yakın gözlüğü takmaya başladım, yatarken gözlük sapları kulaklarımı rahatsız etmeye başladı, yatarak kitap okuma keyfim eksildi, şimdi o tür kitapları da birkaç günde bitiriyorum. Bu türden yazan bazı yazarların okumadığım kitabı kalmamıştır diye düşünüyorum.

İlgi duyduğum ve etraflıca okuduğum birkaç ‘çerçeve dışı’ konum da vardır. Yeri geldikçe bunları da paylaşırım.

Şu sıralar etrafımda oldukça yeterli kütüphaneleri olan ve kitap değiş tokuşu yaptığım birkaç arkadaşım var.

Okuduğum konulardan biri az bilinen bazı dinlerin tarihçeleri ve bir de çok çeşitli savaşlarda, dünyanın birçok ülkesinde esir hayatı yaşamış Türkler. Her iki konuda da insanoğlunun inanılmaz vahşetini iliklerine kadar hissediyorsun.

Tam bu konuları okurken gece yatmadan önce içimde inanılmaz bir sıkıntı vardı, nereye koyacağımı, nasıl anlatacağımı bilmediğim bir duygu vardı, gece inşallah bu soğukta deprem olmaz diye dua ederek uyudum. Sabah deprem haberi ile uyandık, ilk andan itibaren bunun Gölcük depreminden daha büyük bir deprem olduğunu anladım, meğer şu ana kadar ülkemizde bilinen en karmaşık deprem sağanağı imiş.

Gene insanoğlu devrede; kimine bakıyorsun yardım için çırpınıyor, kimine bakıyorsun hemen fırsat bu fırsat demiş. Bu gibi durumlar insanoğlunun fıtratını gözlemek için eşsiz zamanlar. Gene marketleri yağmalayan, battaniye fiyatlarını artıran insanlar ifşa edildiler,  beddua aldılar da büyük sorumlular hiç akla gelmedi. Bir türlü akıl sır erdiremedim; ülkenin toprakları fay hatlarının üzerinde, kıta sahanlarının çarpıştığı yerde; nasıl olur da inşaatlar yapılırken bu gerçek hiç göz önüne alınmaz? Nasıl olur da bu kadar tedbirsiz olunur?

Bu arada depremin ABD’nin elinde olan Haars teknolojisi ile yapıldığına dair bir sürü komplo teorisi var. ABD’ye ait savaş gemileri Türkiye’ye gelmiş (99 depreminde de gelmişler), son zamanlarda birçok ülkeden Türkiye’deki vatandaşlarına dikkatli olmaları hatta ülkeyi terk etmeleri çağrıları gelmiş. Öte yandan bilim insanları bu kadar güzü ortaya çıkartacak tabiatın kendinden başka kimse olamaz diyor.

Bir de aklımda deli dolu sorular; acaba dünyada depremleri önceden fark edebilen teknoloji var da bizlerden mi gizleniyor? Eğer böyleyse bu da çok büyük bir zalimlik değil midir?

Bu dünya hayatının en zor kısmı çok değişik nefis seviyesinde varlıklarla eş zamanlı, eş mekanlı yaşamaktır. Nokta.

Dünya gezegeni kendi yaşam sürecinde kabuğunda oluşması gereken değişimleri yaşıyor, biz üzerinde yer tutan yaratıklarız sadece.

KAÇKAR GÜNLERİMİ ANIMSATAN BİR PAZAR GÜNÜ

Etrafı tanımak ve doğada zaman geçirmek için birkaç gezi gurubuna üye oldum. Bu guruplar her hafta sonu çok güzel parkurlarda, köylerde, antik kentlerde, derelerde, ormanlarda dağlarda, yürüyüş yapıyorlar. Genelde, tarihi mekanlar için konuya hakim bir rehber de bulunuyor, köylerden geçerken bazen gurup içinde bu köyde büyümüş insanlar çıkıyor, bu sayede kendi başıma gezerek elde edemeyeceğim bilgiye ulaşabiliyorum. Çok sık gidemesem de çok merak ettiğim bölgelere yapılan gezilere katılmaya gayret ediyorum.

Geçtiğimiz hafta sonu daha önce adını bile duymadığım Gürleyik şelalesine ve zaman kalırsa Zeus Altarına bir gezi düzenleneceğini öğrenince geziye katıldım. Zeus Altar’ını özellikle merak ediyordum, daha önce gitme teşebbüsünde bulunmuş fakat yerini bulamayıp, meğer  500 metre yakınında bir yerde çay içip geri dönmüştüm. Gürleyik şelalesi ise, Çanakkale ile Balıkesir il sınırlarını çizen Mıhlı Çayının üzerinde bir şelale imiş, turizme açık olmadığı için daha önce adını duymamışım. Mıhlı Çayı üzerinde bulunan Mıhlı Şelale’si ise turizme açıktır ve daha önce gitmiştim. Mıhlı Şelale’sinin (son kilometrelerde yol hayli bozuk olmasına karşılık) hemen dibine kadar araçla gidilebiliyor. Bu şelale çok güzel bir kayalık kanyon içerisinde birbirini takip eden havuzlar şeklinde çok güzel bir şelale, ancak havuzların içine kadar ulaşan tesisler nedeniyle cazibesini büyük ölçüde yitirmiş durumda. Gürleyik Şelalesi ise tamamen ayrı bir mevzu, sadece yerel köylülerin ya da yerel yürüyüş guruplarının bildiği bir yer, yani tamamen bakir.

Her zaman olduğu gibi şehirde buluşup, minibüse doluştuk, Edremit Körfezine giden yolu çok kolaylaştıran, yapımı bu yıl bitmiş tünellerden geçerek Küçükkuyu’ya vardık. Körfezi bilenler bilir, Çanakkale’ye bağlı Küçükkuyu’nun nerede bitip, Balıkesir topraklarının nerede başladığı ilk bakışta anlaşılmaz, bütün körfez nereyse Burhaniye’ye kadar birbirine bitişik yerleşim alanı halindedir. İki şehir topraklarının sınırı Mıhlı Çayı boyunca çizilmiştir.

Küçükkuyu’da çok güzel manzarası olan Kaz Dağının yamacında kurulmuş; Adatepe, Adatepebaşı ve Bahçedere köyleri var. Şelaleye  bu köylerden geçerek gidiliyor. Biz önce bir köy kahvesinde oturup, yanımızda getirdiğimiz malzemelerle kahvaltı yaptık. Köyden çıkar çıkmaz orman yoluna sardık, navigasyona güvenip birkaç kez kaybolduktan sonra mantar toplamaya çıkmış köylülere sorarak doğru yolu bulduk. Demek ki atadan dededen kalma usulleri hemen öyle terk etmemek lazım. Teknoloji, teknoloji nereye kadar? Yol boyunca mantar toplayan, orman içerisindeki hayvan damlarına yem getiren köylüler, piknik yapan şehirliler, domuz avına çıkan avcılar,  orman yollarını açan traktörler yani birçok insanla karşılaştık.

Arabayı terk ettiğimiz son noktada orman yolunda çalışma vardı, 500 metrelik yolu çamurdan aşamayıp, yamaçtan geçmek zorunda kaldık. Bundan sonra ise bir Allah kuluna rastlamadan saatlerce yürüdük. Bu yürüyüş önce hayal meyal seçilen orman yolundan, daha sonra ise çayların üzerinden atlayarak, kayalarda resimler çektirerek, ormana, denize, uzaktan görünen ada siluetlerine bakarak, derin vadilerin yamacındaki incecik patikalardan yürüdük. Son olarak artık patika filan da bitti, yolu gösteren taş kuleler ve taşlara çizilmiş oklar dışında yol gösteren hiçbir şey kalmadı. Sadece daha önce şelaleye gitmiş biri ve içgüdülerimiz dışında pek bir şey kalmadı. Vadi yamacı dağdan yuvarlanmış dev kayalar halini aldı, bence ayakkabılarım bu yürüyüşe uygun değildi, gene de son etaba kadar yürümeye devam ettim. Bu şelale de muhteşem bir kaya kanyondan küçük kırımlar ve tesbih gibi dizili göllerden oluşan muhteşem bir şelale, el değmemiş olduğu için muhteşem.

Oldukça zahmetli bir yoldu, toplamda benim için 4 saat gurubun tamamı için ise 5 saat sürdü. Çünkü ben dönüş yolunda tamamen yalnız kalmak için önden hızlıca yürüdüm. Bir saatten uzun süre orman içinde tamamen yalnız yürümek gibi bir deneyim daha yok. Oldukça zahmetli bir yürüyüş olduğu halde hepimiz çok mutlu olduk, aklımda hep Kaçkar Dağların yürüyüş yaptığım günler vardı, nereyse dejavu yaşadım.

Dönüşte gene aynı köyde elimizdeki yiyecekleri yedik, artanları köpeklere verdik,  simit yemekten göbekleri şişti.

Neyse ki Zeus Altarına gidecek kadar da vakit kaldı. Altar; bir tapınak değil, sadece kurban kesilen kutsal bir alan, Anadolu’da Zeus’a adanan altar çok nadir. Zannediyorum, bu altarı en çok denizciler, sefere çıkmadan önce kullanmışlardır. Şu anda ise tam bir seyir terası; Mıhlı Çayının kanyonunun kıyısında, uçuruma fışkıran, inanılmaz geniş görüş alanı olan kartal yuvası gibi bir kayanın üzerinde bulunuyor. Muhteşem bir gün batımı manzarası olduğu için oraya vardığımızda üzerinde onlarca kişi vardı. Bütün körfez, Midilli adası, Ayvalık adaları, gök, deniz, orman, gün batımı ayaklar altında, nasıl anlatayım?

Yerlerde yeni yağan yağmurun çamuru, yüzümüzde ilkbahar havası, erkenden çiçek açmış badem ağaçları maalesef iklim krizinin ayak sesleriydi, bunlardan hiç mutlu olmadım. Yalnız o bölgedeki köyler, zeytin ağaçları, organik zeytin fabrikaları çok güzel, görülesi.

Adapetebaşı köyünde bana Karadenizi hatırlatan başka bir manzara daha gördüm. Yollar bazen uçurum kenarında, bazen de tam sırtın üzerinde yer alıyor. Aynen bizim köyler gibi uçurumun kenarında mezarlıklar da var. Öyle bir mezar düşünün ki, başında Fatiha okurken, azıcık ayağın kaysa, kendini uçurumun dibinde bulur, maazallah kendin Fatihalık olursun. İşte bu yollar, mezarlıklar da neredeyse bizim aile mezarlığına giden yol ve aile mezarlığını hatırlattı.

Bu ülkenin her köşesi cennet, gittiğimiz köşe de oldukça vahşi tabiatlı bir cennet. Kelimelerim kifayetsiz kalıyor.

Bacaklarım, belim koptu gitti, ama bu deneyim her şeye değer. Toplamda yirmi bin civarında adım atıp, o zahmetli dağda 11-12 kilometre yürümüşüz. Ben günde 7-8 km yol yürüyorum, normal yol olsa hiç yorulmazdım ama bu yolda yarısı kadar da yürümüş olsak yorulurdum. Ertesi gün bedenimdeki hemen her kasım ağrıyordu.

TUHAF BİR MİRAS HİKAYESİ, GARİPSENEBİLECEK KARARIMA EVRENDEN ONAY

Geçen yılın ocak ayında başıma tuhaf bir miras meselesi geldi, içim sıkıntıdan şişti, nihayet, tam da bu haberin yıldönümünde tünelin sonunda ışık görünmeye başladı.

Zaten aileden gelen çok ortaklı, çok bölünmüş, çok karışık bir takım miras mallarımız var. Doğalgaz ve yol çalışmaları nedeniyle bir sürü istimlak işleri oluyor, mesela BOTAŞ ya da Kara Yolları tarafından mahkeme kararları geliyor, sonra gene benzer resmi evraklarla komik denilebilecek kadar az istimlak paralarının haberi geliyor. İstimlak edilen yerler çok parçalı olduğu için, her biri için farklı kağıtlar geliyor. Sonuç olarak postacı neredeyse her Salı günü mahkemeden gelen resmi kağıtlar getiriyor (her bir mesele için, evdeki kelle sayısına göre 3 ayrı kağıt), postacı çoğunlukla bizim evde olmadığımız zaman geldiği için evrakları muhtara teslim ediyor. Bunun dışında her bayramda, yılbaşında yeğenimin avukatlık bürosundan tebrik kartları geliyor, bunlar da bazen bizden önce muhtara ulaşıyor, köyde bir heyecan dalgası esiyor. Muhtara, bizi kanun kaçağı sanmasın diye bir sürü izahat vermek zorunda kaldım.

Geçen yılbaşında bu mahkeme kağıtları bir anda 3 katına çıktı, her hafta 2-3 adet tebliğ geliyor. Bu olağan dışı artışın nedeni ise; en az 50 yıldan beri görmediğimiz bir akrabamız vefat etmiş, hiç mirasçısı olmadığı için de onun malları biz de dahil olmak üzere, bazılarının adını bile duymadığım yaklaşık 20 kişiye miras kalmış, kadın ölünce kredi kartındaki taksitler ödenmemiş, bankalar da gecikme cezasıyla birlikte ölü kadını icraya vermişler, tabii borcu biz mirasçılarına kalmış, icra bize geliyor. Aslında çok da borcu yok, bir hayli de malı var, fakat bu mirası kabul etmek istemiyorum. Her şeyden önce kadınla bir gönül bağım yok; üstelik o kadar hastalık çekmiş, hiçbir yardımım olmamış, onun malı bana yaramaz. Hiç sevmem öyle şeyleri, içime darlıklar geldi, benim bu yükten kurtulmam lazım. Ben zaten başkasının kullandığı bir şeyleri, özellikle de mücevherleri kullanmayı hiç sevmem, eşyaların üzerine kişinin enerjisi siner diye düşünürüm, o varlıktan sana sevgi mi yoksa lanet mi geleceğini bilemezsin. Bu sebeple sadece tanıdığım ve enerjisini istediğim insanların kullandığı eşyaları ya da aile yadigarlarını kullanırım. Gerçekten de bazı eşyalardan inanılmaz bir sıkıntı duyarım. Bu kadından da çoğunlukla toprak kalmış, hele o toprakların üzerimdeki baskısı inanılmaz ağırdı.

Biz reddi miras davası açtık, meğer ölümünden sonra ilk ayda açılması gerekiyormuş, ama bizim öldüğünden bile haberimiz yoktu ki dava açalım, haberim olsa bile mirasının bana düşeceğini akıl edemezdim doğrusu. Sonuç olarak bizim mirası ret etmek için mahkemede bizim ölen kişiyle, yıllardır görüşmediğimizi, dolayısıyla ölümünden haberdar olmadığımızı söyleyen bir şahit olmalıymış. Şahitlik yapacak kişi var tabii, fakat bir türlü mahkeme yapılamıyor, mahkeme günü bir aksilik çıkıyor, ya hakim yok ya da başka bir sebepten mahkeme birkaç ay sonraya erteleniyor.

Bu arada tarihi bir kaleye giden turistik bir yol yapılacakmış, topraklardan biri istimlak edilecek, belediyeden çeşitli tanıdıklar aracılığıyla sürekli baskı görüyoruz. Biz reddi miras yapacağız bu mallar üzerinde söz hakkımız yok dedikçe, madem siz istemiyorsunuz 1TL temsili ücret karşılığı belediyeye verin diyorlar, iyi de bu malı isteyen var, biz bedavaya versek, sonra belediye onlara biz bu malı 1 TLye aldık sizin hakkınızı da öyle alacağız diye mahkeme açsa kazanır, benim elalemin malını değersizleştirmeye hakkım yok ki.

Bu memlekette arada hiç anlaşmazlık olmayan miras meselelerinin çözümü bile ne kadar uzun sürüyor inanamıyorum.

Sonuç olarak geçen hafta nihayet mirası ret edebildik. Yani tam bir yıl üzerine, içime ağırlık yapan bu yükten kurtulmak üzere tünelin ucunda ışık göründü. Üzerimden büyük bir yük kalkmış gibi oldu. Galiba beklenmedik mirastan maldan kurtulmak için bu kadar istekli olan birisi pek de akıl sağlığı yerinde olan biri değildir. Muhtemelen deliyim, ama kendi deliliğimden oldukça memnunum.

Tam da bu olayın üzerine evin üzerinde kalemle çizilmiş gibi kalp şeklinde bir bulut gördüm, kararımı evren de onayladı sanırım.

UZAK DURULMASI GEREKEN BAZI İNSAN MODELLERİ VE ARDINDAN BİR ELEKTRİK HİKAYESİYLE BENDEN NEDEN UZAK DURMAK LAZIM

Karamsar ve depresif insanlardan uzak durmak gerektiğini düşünüyorum. Bu hayatta herkesin iyi zamanları, kütü zamanları, keyfinin iniş çıkışları olabilir. Bazen işlerin hiç içinden çıkılmayacakmış gibi olur, sonra yeni bir kapı açılır, her şey yoluna girer. Elbette sözünü ettiğim bu değil, hiçbir şeyden mutlu olmayan, her şeyde dert gören, her şeyden olumsuzluk bekleyen insanlardan söz ediyorum. Örnek olarak kendisi şu anda 60 yaşındadır, bundan 8/ 10 sene önce annesi eceliyle ölmüştür ama bu şahıs her sözüne annesizliği ile başlar, ilk günkü gibi yas tutar ve sizden de acısına eşlik etmenizi bekler. Ya da mesela tatilde, eğlencede bile yüzü gülemez, neredeyse mutlu hissetmekten korkar, mutlu insanları düşüncesizlikle suçlar. Sürekli kötü beklentiler içerisindedir. Başlarına aldatılma, kaza, felaket gelmesini kaçınılmaz bulurlar. Bazıları toplum içinde çok sevilebilirler, çünkü hasta ziyaretinden, yas evine, oradan da cenazeden cenazeye koşarlar, çok düşünceli, insanları zor zamanlarında yalnız bırakmıyor gibi görünseler de aslında çevrelerindeki acıdan beslenme peşindedirler. Bu tip insanlardan uzak durmak gerekir, çünkü sizi de aşağı çekerler.

Etrafınızda bu tip tanıdığınız hiç kimse yoksa büyük olasılıkla o kişi sizsiniz. Eğer bu kişi sizseniz, depresyona, umutsuzluğa sarılmanın hiç faydası yoktur, üstelik depresyonun beyin hücrelerini yavaşça öldürdüğü bilimsel olarak kanıtlanmıştır, kendinizden kaçamayacağınıza göre profesyonel destek almayı düşünmek lazım.

Kurbanlardan da uzak durmak gerekir. Bazı insanların hayat hikayelerini öğrenince ne kadar zorluklardan geçtiklerini anlayıp şaşırırsınız. Aslında dışarıdan bakılınca çok rahat bir yaşam sürdüğünü sandığınız insanların da birçok zorluklardan geçtiklerini, herkesin az ya da çok ama mutlaka bir sürü yarası olduğunu kabul etmek gerek. Bazı insanların mücadelesi çok daha zorlu oluyor, bu da bir gerçek. Çok şükür ki çoğu insan kendini yaraları ile tanımlamıyor, yaralanıyor, bir şekilde atlatmayı da başarıyor, güçlü bir kişilik ise zor zamanlardan daha güçlü çıkıyor. Kurbanlar diye tanımladığım insan gurubu ise yaralarına sarılarak, hatta bu yarasından ötürü çevresindeki insanların ona destek borçlu olduğunu düşünerek yaşayanlardır. Kurbanların bir kısmı ise çok da yaralı filan değillerdir, ancak hayatlarındaki insanlara karşı içlerinden geldiğinden fazla hizmet etmişlerdir, şimdi bu fedakarlıklarına karşılık alamamaktadırlar. Örnekler vermek gerekirse mesela çocukken babasından dayak yemiştir, ya da sevilmediğini hissetmiştir, hayatını hep bu sevgisizlik teması üzerinden yürütür. Kocasına, çocuklarına saçlarını süpürge etmiştir, ancak şimdi onlardan beklediği ilgiyi görememektedir.

Enerji tüketicilerden de uzak durmak lazım. Hani bazı insanların yanından ayrılınca üzerinizden kamyon geçmiş gibi yorgun olursunuz, yahut içinizde tanımlanamaz bir eziklik, bir üzüntü meydana gelir. İşte bu insanlar enerji vampiridir, bazıları sırf varlıklarıyla bazıları da söyledikleriyle ya da davranışlarıyla sizi canınızdan bezdirirler. Bu yaşıma gelene kadar anladım ki bazı insanların enerjisi daha kolay emilebiliyor, eskiler bu tip insanlara yıldızı düşük, kolay nazar değer derlerdi, yeni literatür empatikler diye tanımlıyor. Bazı insanlar ise bilerek ya da bilmeyerek diğerlerine göre çok daha kolay enerji emerler, eskiler bu tür insanlara ne derdi emin değilim ama new age akımında enerji vampirleri olarak tanımlanıyorlar. Çoğu enerji vampiri bunun gayet güzel farkındadır, hatta kimin enerjisini daha kolay çekebildiklerinin de bilirler. Genel olarak, özellikle de empatsanız, enerji vampirlerine elini verir kolunu kurtaramazsın, onlar yanından kuş gibi hafif ayrılırken, sen durduk yerde başka birinin duygusal taşlarını yüklenmiş olursun. Eğer siz de empatsanız ne demek istediğimi hemen anladınız. Enerji vampirlerine yapılacak en güzel şey, enerjinin emildiğini hissettiğin anda kendi kendine ‘bu benim meselem değil’ telkinini yapmaktır.

Siz bilinçli bir şekilde duygusal akünüzü korumaya aldığınız anda çok ilginç bir şey oluyor, karşınızdaki anında artık sizden enerji çekemediğini fark edip yakanızı bırakıyor. İnanın bana bu durum telefonla konuşurken bile oluyor. Bu koruma kalkanına devam ettikçe kısa süre sonra sizi aramayı bırakıyor.

‘Her daim hastalar’; bazı insanlar sürekli hastadır. Gerçek hastalardan söz etmiyorum tabii, bu söylediklerim pek de önemli bir sağlık problemi olmamasına karşılık devamlı hastalıktan sızlananlar, aslında bunlar da bir çeşit enerji emicidirler, belki de mesleğim icabı bu tip insanla aşırı derecede çok karşılaştığım için ayrıca belirtmeye gerek gördüm.

Eleştirmenler, yanlış düzelticiler; işte bu tip insanlardan da uzak durmak gerekir. Her şeyi onlar bilir, her işten onlar anlar, yapılan hiçbir işi beğenmez ve kıyasıya eleştirirler, ama dikkat edin kendileri pek bir işe yaramazlar, onların işi eleştirmektir. Eğer onları dinlemeye ve etkilenmeye kalkarsanız sizin de iş yapma isteğiniz azalır. Unutmayın meyve veren ağaç taşlanır. Burada dikkat edilmesi gereken şey karşınızdakinin haklılık payı ve de aynı eleştiriyi birden çok kez almanızdır. Bu durumlarda dönüp kendine bakmakta fayda var elbette.

İster eleştirmen olsun, isterse göbek adı ‘uyum’ olsun, sakın tembellerle yola çıkmayın, yaya kalırsınız. Hele ki sakın tembel birini hevese getirmek için uygun şartları sağlamak, zaman yaratmak için boşuna çaba sarf etmeyin, çünkü onlar tercihan boş duruyorlar. Bir işi yapmaya hevesi olan zaten şartları kendi yaratır. Tembellerin çoğu zaten pasif agresif olduğu için beklemekten de, bekletmekten de hiç rahatsız olmazlar, onların olayı bu, mıh gibi boş durmak. Eğer onlardan iş beklersen, bekleye bekleye bekleye bir bakarsın ömür bitmiş.

Yarışçılar; bunlar da her şeyi başkalarıyla kıyaslayarak, ondan bundan şundan üstün olmak için yaşarlar. Bazıları gerçekten çalışkandır, hırslıdır, birlikte çalışırken insanda daha çok çalışma isteği uyandırırlar, aranızda güzel bir sinerji gelişebilir. Bazıları ise tek kelimeyle kıskançtır, komplocudur, iftiracıdır. Bu guruptan da sadece seni heveslendirenle arkadaşlık yap, gerisinden kaç.

Dayanması güç insan tiplerinden söz edince kendimi de çok beğendiğimi sanılmasın; benden uzak durulmasını gerektiren huylarım çok.  Ne demek istediğimi anlatabilmek için biraz daha girizgah yapmam lazım.

Özellikle şiddetli fırtına olduğu zaman genellikle köyde elektrik kesintisi olabiliyor. Garip olan elektriklerin kesilmesini köylüler hiç umursamıyorlar, nasıl olsa biri elektrik arızaya bildirir, birkaç saatte tamir edilir diye düşünüyorlar. Bu huylarını bildiğim için, köydeki elektrik arızalarını bildirmek muhtardan çok benim görevim haline geldi. Öyle ki arızayı bildirdiğim zaman görevliler, köyün girişindeki evden mi aradınız diyorlar, görevlilerle zaman içerisinde bir çeşit ahbap çavuş ilişkisi geliştirdik. Bu bir.

İkinci olarak evin manzarasını anlatmam gerek; boğazın orta kısımlarını ve arkasındaki Gelibolu yarımadasını cepheden, Gelibolu kasabasını ve köprüyü ise biraz yandan görüyoruz. Muhtemelen boğaz kıyılarında en az yerleşim olan bölgelerden birindeyiz, geceleri hemen önümüzde aşağımızdaki köyün ışıkları görünüyor, arkasında da Gelibolu yarımadasındaki birkaç sitenin ışıkları var. Başımı biraz sağa çevirdiğimde ise birkaç köyün, köprünün ve Gelibolu kasabasının ışıklarını sıra halinde görüyorum. Bu iki.

Bu hafta bir gün boyunca ciddi fırtına vardı ve evde akşam saat altıda elektrikler kesildi. Sonradan anlaşıldı ki meğer öğlen saatlerinden beri elektrik kesikmiş, kimse umursamamış, muhtarın kesintiden haberi bile yok. Ne zaman ki bizim güneş panellerinin pilleri tükendi, bizim evde elektrik kesildi, o zaman elektrik arızaya her zamanki gibi ben haber verdim. Neyse ki hemen ilgilenip en geç 2 saatte işleri düzeltiyorlar, sadece bazen direkler fiziki olarak hasar görmüşse biraz daha uzun sürüyor. Bu da üç.

Bu hafta böyle bir gün yaşadıktan sonra ertesi sabah uyanıp dışarı baktığımda aşağımızdaki köyün elektriklerinin kesik olduğunu fark ettim. Karşı kıyıdaki sitelerde, üst tarafımızdaki köyde, bizim köyde ve Gelibolu kasabasının olduğu tarafta ise ışık vardı. Önce, nasıl olsa köyün içinde yaşayanlar haber vermiştir diye düşünerek yattım, ama içim rahat etmedi, yarım saat sonra tekrar baktığımda bu kez daha geniş bir alanda elektrik kesintisi vardı, artık dayanamayıp aşağı köydeki kesintiyi haber vermek vazifemi (!) yerine getirdim.

Aradan 10 dakika geçti geçmedi, boğazdan yukarıya doğru muazzam bir sis hızla üzerimize doğru gelip, benim önümdeki sokak lambasını bile görmeme engel oldu. O zaman anladım ki, köyün olduğu yerde bir kuytuluk, bir mikro klima var, ( öyle ya denize o kadar yakın olan köyü boşuna denizi görmeyecek şekilde kurmuş olamazlar). Sis hızla yayılmadan önce böyle kuytularda birkaç saat bekledi.

Elektrik arızayı tekrar arayıp arıza kaydını sildirmeye çalıştım, ama artık çok geç kalmıştım; zavallı görevliler sabaha kadar elektrik arızası bulmaya çalışmışlar, sabah arayıp arıza bulamadık dediler. Utancımdan yerin dibine geçtim, nasıl özür dileyeceğimi bilemedim, kendimi 112 acili işgal eden sorumsuzlar gibi hissediyorum. Umarım bundan sonraki telefonlarımı ciddiye almaya devam ederler.

Bu olayda uzak durulması gereken kişilik özelliği üzerine vazife olmayan işlere burnunu sokan insan tiplemesi.

YENİ YIL DİLEKLERİ TUTMAK HİÇ İÇİMDEN GELMİYOR; GEÇEN YIL İYİ DİYEBİLECEĞİM NELER YAPMIŞIM BARİ ONLARI ANAYIM BELKİ BİR YOL HARİTASI BELİRİR

Geçtiğimiz birkaç yıl hiç de güzel anılacak zamanlar değildi, şimdi bu yeni yıldan neler bekleyebiliriz sorusuna cevap düşünmek için geçen yıl yaptıklarımıza bakmakta fayda var. Geçen yıl iyi olan neler yaptım diye düşününce, yaptığım en güzel şey, yazdan itibaren yeniden sosyalleşmeye başlamak oldu. Herkes artık nasıl arkadaş özlemiyle yanıp tutuşmuşsa, neredeyse bütün eski arkadaşlarımla bir araya geldik, hoş zamanlar geçirdik.

Hele yazın bir ara eve gelen gidenin haddi hesabı yoktu, Türkiye’nin her yerinden hatta ta dünyanın öbür ucundan bile gelen oldu. Öyle ki biri gidiyor, yatak değiştiriyorum, o gece başka biri geliyor, yani misafir yatağım haftalarca hiç boş kalmadı, hele bir hafta sonu evdeki bütün yataklar, çekyatlar dolduğu gibi, 2 tane de yer yatağı yaptım. Herkesin dilinde hep aynı nakarat, meğer insan insana nasıl da muhtaçmış, bir arada olmayı nasıl da özlemişiz.

En bol yataklı buluşma asistanlık arkadaşlarımın beşinin birden geldiği birkaç gündü, yedik, içtik, gezdik, saatlerce eskilerden yenilerden konuştuk, kısaca çocuklar gibi şendik, çok güzel zaman geçirdik, kendim dışımda yer yatağında yatırdığım arkadaşımızın göbek adı ‘Sebastian’ kaldı.

Sonuç olarak hem eski hem de yeni arkadaşlarla geçirilen zamanlar artık normal hayata dönüş sinyalleri vermeye başladı. İzolasyonda geçirdiğimiz senelerdeki iç sıkıntısı geçti, çok şükür, şimdi yeni dertlerle hemhal olma zamanıdır.

Hayat boyu kazanılan arkadaşlarla buluşmak insanı onlarla geçirilen zamanlara geri götürüyor, insan yaşını başını unutup yeniden çocuk- genç- öğrenci- asistan olabiliyor. Elbette eski dostlukların yeri bambaşka, ancak ben ikinci bahar için, yeni bir başlangıç için kimsecikleri tanımadığım bir şehir seçtim. Bu kararımla aynı zamanda, bu yaşımda tamamen yeni bir çevre edinmeye de karar vermiş oldum. Neyse ki; bana tamamen yabancı bir şehirde, çok farklı uğraşıları ve ilgi alanları olan, çok zengin bir insan repertuvarıyla karşılaştım, yeni arkadaşlıklar kurdum. Geçen yılın en güzel tarafı, hem eski arkadaşlarımla görüşme fırsatım oldu, hem de birçok insan tanıdım, bu yeni tanışlarımın bir kaçı ile mesaimin uzun süreceğini sanıyorum.

Elbette ki bu yaşımdan sonra her gün bir yerlerde gezecek, her önüme gelenle yarenlik edecek değilim, aksine duygusal alanıma sokacağım insanlar konusunda eskisinden daha seçiciyim. Artık nasıl olsa profesyonel hayatım yok, istemesem de devam ettirmek zorunda olduğum insan ilişkilerim yok. Önümüzdeki yıl, sadece ilgimi çeken, birlikteyken iyi hissettiğim insanlarla beraber olmayı planlıyorum.

Bu şehirde çok farklı yetenek ve ilgi alanları olan insanlar bulmak mümkün, hem entelektüel uğraşıları olan insanlar, hem sanatçılar, hem de dünya koruyucuları bulmak mümkün. Sürdürülebilir tarımla uğraşan mı ararsın, organik yiyecek üreticileri mi, doğa sporcuları mı, felsefe kulüpleri mi, müzisyenler mi, butik müze kalitesinde mozaik atölyesi olan mı, roman yazan mı, yazdığım, yazmadığım bin bir çeşit kaliteli insanla tanıştım.

Arkadaş seçerken allame-i cihan olsa uzak durduğum bazı insan çeşitlemeleri var. Mesela kendi kapasitesini doğru değerlendiremeyen insanlardan mümkün olduğu kadar uzak kalmaya çalışırım. İnsanoğlu en zor kendini tanır ve hiç kimse kendi ile ilgili yüzde yüz objektif düşünemez. Bu nedenle başkalarının sizin hakkınızda ne düşündüklerini dinlemekte fayda vardır. Kimi gıybet yapar, kimi hasetten uydurur, elbette duyduklarını süzgeçten geçirmek lazım ama eğer başkalarının sizin hakkınızda düşündükleri arasında tekrarlayan eleştiri ya da övgüler var ise bunlar üzerinde düşünmek gerekir. Çünkü insan ya kendine karşı aşırı toleranslıdır ya da kendine gereğinden fazla eziyet eder.

Çok tatlı dilli, her damara göre şerbet vermesini bilen insanlar bana sinsi ve kişiliksiz gelirler, genel olarak da çevresindeki insanları bir şekilde sömürürler, çoğu da ıslah olmaz yalancıdır. Çok fazla ve gereksizce yemin eden de benzer şekilde duygu sömürücüleri ve düpedüz yalancıdır.

Ama kendi kapasitesini doğru değerlendiremeyen insanlar çok daha tehlikelidir. Bu gurubun bir kısmının kapasitesi ortalamanın altındadır, ama kendini dev aynasında görür, yapamadığı, yapamayacağı şeyler için övünür durur. Kendi kapasite noksanlığını göremeyecek kadar da akılsızdırlar. Başarısızlıkları için her zaman başkalarını suçlar, kıskanç, narsist ve palavracı olurlar. Örnek; mesleki açıdan başarısızdır, ama yaptığı işleri çok beğenir, müşteriler neden başkasına gidiyor diye sinirlenir, gittikleri kişi şarlatan, gidenler salaktır, hiç acaba yanlış bende mi diye hiç düşünmez. Çok tanıdık değil mi?

Bir kısmı ise kapasitelidir, ama bunun farkında değildirler, kendilerini aşırı eleştirir, kötüyü düşünür, işleri eline alma cesareti gösteremezler. Bir kısmı ise nedense kendini olduğundan aşağı görüp, işi ele almaya cesaret edemez, eğer biraz cesaretlendirilmeye ihtiyaçları varsa, bu cesareti vermeye gönüllüyüm, buna rağmen ellerini taşın altına koymuyorlarsa o zaman gene uzak durmakta fayda var.

Bir gurup insan da kapasitelerinin farkındadır ama olduğundan beceriksiz ve zayıf görünerek insan kullanırlar ve bunu da akıllılık zannederler. Böyleleri de benden uzak dursun, ‘ondan daha güçlüyüm’ duygusunu sevecek birilerini bulsun, kolayca bir ‘alan memnun satan memnun’ durumu oluşur.

Arkadaş seçerken bir başka dikkat ettiğim konu da radikal insanlardan uzak kalmaya çalışmaktır. Bir insanın; asla değiştiremediği, değiştirmesi teklif dahi edilemeyen, kaşıt düşünceyi kişisel kasıt kabul ettiği ya da bütün hayatını etrafında şekillendirdiği herhangi bir konusu varsa, o kişinin ruhu keskin köşelidir, tek doğrucudur, siyah beyazcıdır, uyumsuzdur, kısaca radikaldir. Tutkusu tamamen değişebilir, bir uçtan bir uca savrulabilir ama o radikalizm, o tekdüze düşünce baki kalır. Bu tür insandan da korkarım. Onlardan uyum, dayanışma filan beklememekte fayda var, çünkü ya seni de kendi gibi yapar, ya da basitçe küçümser. Çünkü hayatının anlamı sadece bağlı bulunduğu ve aidiyet dava, takım, akım ya da topluluktur.

Mesela öğrenciliğimizde radikal solcu olup da şimdi tarikat ehli olan arkadaşlarım var. Öğrenciliğimizde hayatını dünyayı kurtarmaya adamıştılar,  bizi dünya işlerinden anlamıyoruz diye küçümserlerdi, şimdi hayatlarını ahiretlerini kurtarmaya adadılar; bizi ahiret işlerinden anlamadığımız için küçümsüyorlar. Kendileri dönüştük, geliştik diye düşünüyorlar, bana sorarsanız evet dönüştüler, bir uçtan, diğer uca savruldular, ama gelişmediler, aynı bir düşünceye, guruba koşulsuz aidiyet ve faklı düşüneni ayrıştırma, aynı radikal ruh devam ediyor.

İşte bu radikal ruhu eğlenmek için futbol seyretmeye gittiğini unutup holiganlık yapanlarda, komşulara verdiği rahatsızlığı hiç düşünmeden evine onlarca sokak hayvanı dolduranlarda, new age guruplarında ve daha pek çok kişide de görüyorum.

Demek ki bu yılın ana teması insan ilişkileri, yeni arkadaşlıklar, uzak durulması gerekenler etrafında şekilleniyor.

KUTLU DOĞUM HAFTASI, MİNİ HAYAT DERSLERİ

İnsanlık için küçük ama benim için büyük bir adım olan dünyaya teşrif etme günümü bu yıl ayrıca önemsiyorum, çünkü nihayet 65 oldum. Bundan sonra ben de orta yaşa girdim diyerek, haftanın bir gününü fiziksel dinlenmeme ayıracağım. Tevrat’taki 10 emrin biri de haftanın bir gününü dinlenmeye ayırmaktır, demek ki dinlenmek önemli. Bu sene kendime doğum günü değil, doğum haftası hediye ediyorum.

Ayın başında kendime bir kafa boşaltma-Lozan-Emre’yi ziyaret tatili hediye ettim.

Döndükten sonra da hemen her gün kendimi mutlu edecek bir şeyler yapıyorum. Bazı aktivitelerden gerçekçi sonuçlar çıkardım. Örnek olarak; ne kadar ders niteliğinde şarap tadımı yaparsam yapayım, benim bu alerjik nezleli burnumla; bu şarap yok kayısı kokuyor, yok toprak kokuyor, yok küflü mantar kokuyor gibi bir ayırım yapmam çok zor. Ama benim bu şarap iyi mi değil mi diye bardağı evirip çevirmeme, burnumu bardağın içine sokmama, tadım için bütün dilimi,gırtlağımı kullanmama gerek yok. Bunca çabaya rağmen anlayamadığım şarap kalitesini bedenim şıp diye anlıyor, kötü şarapta daha ilk yudumlarda başım ağrımaya başlıyor, iyi şarapta ise baş ağrısından eser yok, ne aynı gün ne de ertesi gün.

Yaptığım bunca profesyonel tadımdan en çok anladığım, şarabın hazırlanması gerçek bir sanattır, öyle evlerde bidonlara doldurularak şarap yapmak olacak iş değil. Anladığım bir başka şey de her üreticinin şarabı içilmez. Eğer böyle baş ağrıtan ama dökmeye de kıyamayacağınız bir şarap hediye aldıysanız sıcak şarap yapmakta fayda var. Galiba ısınan şarapta alkol, kükürt, histamin gibi maddeler azalıyor.

Çeşitli arkadaş meclislerine katılıyorum, sanırım bu memlekette yapmayı başardığım en doğru şey, arkadaş guruplarını birbirlerinden ayrı tutmak. Böylece birbirinden tamamen bağımsız konuların konuşulduğu ortamlarda bulunabiliyorum. Aldığım derslerden biri de bazı insanlar ne kadar başarılı olursa olsunlar, son derece hazırlıklı oldukları halde yeni bir adımı atmak için dışarıdan cesaretlendirilmeye ihtiyaç duyuyorlar. Tuhaf olan gerçekten donanımlı olanların desteğe ihtiyacı varken, hiçbir hazırlığı, yeteneği olmayanlar etten önce kazana düşebiliyorlar (Dunning-Kruger etkisi).

Bir başka ders de bir şeyi çok istersen, o fırsat hiç ummadığın anda hiç ummadığın yerde karşına çıkabiliyor. Hiç sebepsizmiş gibi ağzından çıkan bir söz tam da yerine ulaşıp, önüne yepyeni bir yol açabiliyor. Düşünce söze dökülünce eylem haline geliyor. Ağzından çıkana dikkat edeceksin.

Şeb-i Aruz günü, (17 Aralık) Gelibolu Mevlevihane’sinde, İstanbul’dan gelen bir ekibin düzenlediği Şeb-i Aruz mukabelesi vardı. Müzisyenler inanılmaz iyiydi, semazenler için aynı şeyi söyleyemesem de onların da gayretleri kayda değerdi. Tarihi bir mekanda böyle bir program;  o kadar soğuk ve gürültülü olmasaydı muhteşem olurdu. Hadi tarihi binanın ısıtılması pek mümkün olmayabilir, ama ya gürültü? Bizim insanımızın idrak seviyesi bazı konularda oldukça kısıtlı diye düşünüyorum, mevlevihanede yerler eski usul tahta kaplama, üzerinde yürümek, plastik koltuk çekiştirmek, kapıları bir çırpıda çekmek, akustiği oldukça iyi olan binada inanılmaz yankılı ve patlamalı gürültüye sebep oluyor. Be kardeşim, az önce biri koltuk çekerken duydun gacır gucur sesleri, peki sen niye daha da sert hareketlerle koltuk yerleştiriyorsun? Amacın ben daha yüksek ses çıkartırım yarışması mı? Adam orada mikrofonsuz, bazen çalgısız, bazen çalgılı, çıplak sesiyle dua okuyor, gazel söylüyor. Ney sesine tahta gümbürtüsü karıştırmak nedir?  Hadi dinleyiciden geçtim, müzisyenlerin emeğine saygıdan geçtim, duaya da mı saygın yok?

Beni ağır grip olup da, vaktinden bir ay önce tam da Şeb-i Yelda’da (en uzun geceler) doğurmayı başaran rahmetli anam, sana çok teşekkürler, her ne kadar zor bir pozisyonda da olsa, hayatta en çok yay burcu olmayı sevdim.  Ayrıca kimin doğum günü Şeb-i aruzun hemen ardından ve üzerinde yaşadığımız bu mavi yeşil gezegenin kuzey yarımküresindeki hemen her kadim toplumda, zamanımızda bayram olarak kutlanan, kış solstis(gündönümü)nün hemen öncesinde ki? Şimdilerde Hristiyan dünyasında Noel olan bu günler, kadim zamanlarda Cermen, İskandinav ve Kelt halkları arasında Yule Bayramı, Orta Asya Türk toplumunda Nardugan bayramı, Minthraism dininde Minthra’nın doğum günü olarak kutlanırdı. En uzun geceler arasında artık günün saniye, saniye uzamaya başlamasını da içeriyor, işte bu saniyelik uzamayı bilen kadim toplumlarda bir doğa bayramı olarak kutlanan bu günler günümüzün neopagan dinlerinde de yeniden canlandırılmıştır. Anadolu köylüleri de hala bu uzun gecelerin içinde gün ışığının artmaya başlamasının da gizli olduğu bilgisini çok içerden bir yerden biliyorlar.  Bu uzun geceler aslında kışın en soğuk günlerinin de başlangıcı, bundan sonra artık karakış.

Artık 65 yaşım bitti, artık kemale erdim, bundan sonra doğum günlerimi, kutlu doğum haftaları olarak idrak etmeye karar verdim.

YENİ YAŞIM İÇİN KENDİME BOLCA ÖZGÜRLÜK DUYGUSU HEDİYE ETTİM

Gençlik yıllarımızda hükümetlerin bu günkünden çok farklı para politikaları vardı. Yerli mallar özendirilir, bütün ekonomi, hayat Türk Lirası ile dönerdi. Biz yabancı paraları görsek tanımazdık, zaten bulundurmak da galiba suçtu, yurt dışına çıkarken ancak belli miktarda döviz ile çıkabiliyordun. Aslında hiç birimizde eğer siyasi sığınma istemiyorsan yurt dışına gitme gibi bir düşünce yoktu. Ben, ilk pasaportumu, Elazığ’da mecburi hizmet yaparken o da Kıbrıs’a (hayal gücü noksanlığına bak, sanki Kıbrıs yabancı memleketmiş gibi, zaten şimdi kimlikle gidiliyor) gitmek üzere çıkarttırmıştım. Yani 30 yaşımda elime pasaport aldım, o gezimiz bir arkadaşımızın engele takılması dolayısıyla iptal edildi. Pasaportumu yanılmıyorsam bundan 1-2 yıl sonra kullanabildim. İlk yurt dışı seyahatim, 1999 yılında büyük Karadeniz selinin hemen ardından ABD’lerine gitmek oldu. Şu işe bak ki burnumun dibindeki Kıbrıs’a gitmeden ta dünyanın öbür ucuna gittim. Gidiş o gidiş, bir daha zapt edilemedim. Kutuplar hariç bütün kıtalarda 60-70 ülkeyi bazen bir kongre nedeniyle, çokça da gezi amaçlı gezip durdum. O ilk pasaportun süresi dolduktan sonra zaten yeşil pasaport hakkı kazanmıştım, bu güne kadar bütün defterlerin hakkını verdim, dibine kadar giriş çıkış damgaları ile doldurdum.

Sadece bir kez pasaportumda bir sorun çıktığı için sayfaları henüz dolmadan erkenden değiştirdim. Hani pasaportların üzerinde numaralar oluyor ya, meğer aynı numarayı farklı renklerdeki pasaportlara verebiliyorlarmış, benim yeşil pasaportumun numarası ile aranan bir kişinin pasaport numarası aynı imiş. Önce Rusya seyahatinde problem çıktı, fakat gümrükteki görevli İngilizce konuşamadığı için beni neden beklettiğini de izah edemedi, hiç böyle bir problem olduğu aklıma gelmediği için aynı pasaportla İngiltere’ye gidince durumu öğrendim. İlginç olarak pasaportum her iki seyahatte de İstanbul’a uyarı vermedi. İşte sayfaları damgalarla dolmadan değişen ilk pasaportun hikayesi bu. Kullanılmadan ıskartaya çıkan ikinci pasaportun hikayesi ise malum Corona salgını. Hayatımda ilk defa pasaportunum süresi dolduktan 1,5 yıl sonra yeni pasaport için başvurdum.

İlk seyahati de Lozan’da yaşayan kuzenim Emre’ye yapmak istedim. Bu sefer de önüme tuhaf bir engel çıktı. Aylardan beri yeni pasaportları 10 yıllığına veriyorlarmış, fakat çip sorunu olduğu için başvuruların cevaplanması ayları buluyormuş, bazı arkadaşlarım 3 ayda yeni pasaport alabildiler. Ancak bana eğer acilen yurt dışına çıkıyorum diye bir dilekçe yazarsam daha erken alabileceğimi söylediler. Ben de 10 Ekimde başvurdum, 10 Kasımda Lozan’a gidiyorum diye de dilekçe yazdım. Fakat tam da sıralarda çip sorunu ortadan kalmış, benim pasaport 2 haftada çıktı, hemen birikmiş millerimle bir ödül bilet aldım, haydi bana eyvallah deyip gittim.

Bana sorsan 65 yaşına girmeden, yani Dünya Sağlık Teşkilatının tanımına göre gençlik süremin dolup, orta yaşa girmeden kendime doğum günü hediyesi vermek istedim. (DSÖ’nün bana garezi olduğundan kuşkulanıyorum, ben ne zaman orta yaşa yaklaşsam, hemen gençlik tanımını değiştiriyor, ancak bu sefer artık, böyle bir şey yapmadı. Ben de orta yaşlıyım dinlenmek istiyorum deme hakkına sahip olabilecek miyim bakalım. Hayatım boyunca hep dinlenebilme hakkına özendim çünkü.) Gamze’ye sorarsan, Lozan antlaşmasının iddia edilen gizli maddeleri ortay acıkmadan son son Lozan’ı bir daha göreyim deyip gitmişim.

Kaç yıldan beri köyden dışarı doğru dürüst çıkmadım, gerçi geçtiğimiz yaz bir hayli gezdim ve bir çok misafir de ağırladım, yani artık sosyal izolasyon hissetmiyorum, ama yurt dışına çıkmak tamamen kendimi normal hayatıma dönmüş hissettirdi. Emre’ye aman beni gezdirmek için kendini paralama, sadece kafa dinlemek istiyorum dedim. Çok gezmedik (Lozan, Montrö, Bern) , ama gittiğimiz bozulmamış tarihi şehirler, masalsı köyler, şatolar, oteller, köprüler, nehirler, muhteşem göl, eski binalardan restore edilmiş lokantalar, insan odaklı yönetimlerin hayata yansıması, tertemiz sokaklar, Noel pazarları, tam da zamanıyken taze mantar tezgahları, minyatür köpeklerini gezdiren ihtiyarlar, bebeğinin arabasını iterek koşan anneler, Emre’nin iş yerinde erken Noel kutlama partisi, konserler, abartısız kiliseler, inanılmaz villalarla dolu mahalleler, golf sahaları, yerleşim yerlerinin çevresindeki ormanlar, bir ağaç kesilecekse orman yollarının yayalara kapatılması, orman yollarında bile rögar kapakları, bir tane çöp atılmamış yollar, yürüyüş yollarında karşılaşınca selam veren insanlar, dolu olunca yeni araç almayan garajlar, Nadya’nın cam atölyesi, yılın ilk karı ve tabii bin bir çeşit peynir, ölüm geni taşımayan tohumlar…

Vallahi beynimin içi pırıl pırıl oldu.

En çok da –ebilmek, -abilmek yaradı.

Yani gidebilmek, yapabilmek.

Yani özgürlük.

Yani yay burcu.

Yani ben.

Emre ile Lozan antlaşmasının yapıldığı şatonun önünde

MEVLEVİ SEMASI NİYETİYLE BAŞLAYIP, ROMEN HAVALARI İLE BİTEN BİR GELİBOLU GEZİSİ

Geçen sene benim evde bir Hıdrellez kutlaması yapmıştım, bu toplantıdaki gurubumuzu baz alarak, birkaç arkadaş bir ‘gez-öğren-öğret’ gurubu oluşturup kendi aramızda Çanakkale ve çevre köylerde geziler düzenlemeye başladık. Ben, bu güne kadar genellikle düzenlenen gezilerden uygun olanlara katılmakla yetiniyordum, bu ay geziyi ben düzenleyeyim diye işe giriştim; bu gezideki her plan gibi bu da boşunaymış, çünkü sonuçta bütün operasyonu Gelibolu’lu arkadaşlar yaptı, ben hazıra konmuş oldum, zaten ilk fikrim de tamamen boşa çıktı.

Gelibolu’daki muhteşem mevlevihaneden çok etkilenirim, yıllardan beri hemen her sene Şeb-i Arus törenlerine katılmaya karar verir, sonra bir şekilde katılamam. Aslında vaz geçmemin en önde gelen sebebi, bu törenlerin tam da havanın bozduğu ve zaman zaman boğazdaki feribot seferlerinin iptal edildiği bir zamana denk gelmesiydi. Bu yıl mademki böyle bir arkadaş gurubumuz var, üstelik de köprü yapıldı feribota muhtaç değiliz, hep beraber bu törenlere gidebiliriz diye düşündüm. Sonra mevlevihanenin programına bakınca her ayın son Pazar güne akşam sekizde başlayan sema gösterisi olduğunu öğrendim. Şeb-i Aruza hazırlık olarak Kasım ayı gösterisini izlemek üzere bir program yapma fikri gurup içerisinde de sıcak karşılandı.

Gurubumuzda Gelibolu’da yaşayan ve sosyal hayatta oldukça etkin olan arkadaşlar da var. Emel Okandan hanımefendiyle konuşarak bir program hazırladık. Bizler Lapseki’ye kadar özel araçlarımızla gelip, feribotla yaya olarak Gelibolu’ya geçecektik, bizi bir minibüs karşılayacak ve gün boyu istediğimiz yerlere götürecekti. Gerçi evdeki hesap pek çarşıya uymadı, sema gösterisi son anda iptal oldu, ancak yıllardır geçirmediğimiz kadar şenlikli bir gün geçirdiğimiz için bu geziyi ayrıntılı yazmakta fayda gördüm.

Hava aniden soğuduğu ve buz gibi rüzgarlar esmeye başladığı için arabaları park ettiğimiz yerden (toplam 200 metre) feribota gidene kadar nemli rüzgardan yüzümüz uyuştu, ciğerlerimiz dondu. Feribotta sıcak salep eşliğinde arkadaşım Zafer Atasoy’u gez öğren öğret arkadaşlarımla tanıştırdım. Bu tanışma için çok mutluyum, çünkü Zafer ne zaman aramıza katılsa çoğunlukla tek erkek olur, bu kez kendi cinsinden birkaç kişiyle birlikte olmak ona da iyi geldi. Her zaman dalgamızı geçtiğimiz gibi etrafında hiç olmazsa onca kıymet verdiği y kromozomlarından birkaç adet vardı.

Limandan şehre girer girmez, bir takım ana yolların trafiğe kapalı olduklarını ve tam da Piri Reis müzesi yapılmış olan eski Osmanlı tersanesinin havuzunun önünde protokol oturma sıraları oluşturulmuş olduğunu gördük, ardından yol boyunca anonslar eşliğinde koşucuların teker teker geldiklerini fark ettik. Biz de birkaç koşucuyu coşkuyla alkışladık. Meğer Gelibolu’da her Kasım ayının 27’sinde Şevki Koru koşusu yapılırmış, adı geçen sporcu Gelibolulu bir koşucu, ve Türkiye’nin ilk maraton koşucusuymuş, anısının bu şekilde yaşatılması çok anlamlı geldi.

Gelibolu’da iş balık pazarına gidip, yiyeceğimiz balıkları seçmek oldu. Burada böyle bir adet var, istersen balıkları kendin alıp lokantaya gönderebiliyorsun.

Bundan sonra minibüse doluşup, Güneyli köyündeki Atıf Bey At Çiftliğine gittik. Burası öyle sıradan bir çiftlik değil, bir kere çiftliğin tarihi 400 yıllık. Yüzyıllar boyunca ailenin de çiftliğin da başına gelmedik iş kalmamış, ailenin tarihçesiyle birlikte yokluk dönemlerini takip ederek Anka kuşu gibi kendi küllerinden tekrar tekrar doğmuş bir mülk. Tarihçede neler yok ki; Çanakkale’de yaşayan hemen her ailede olduğu gibi göçmenlik hikayesi mi dersin, konağın Çetin Tekindor’un oynadığı Baba isimli filme set olması mı dersin, askeri amaçlarla birinci dünya savaşında kullanılmış olması mı? Ama bence en önemlisi Atatürk’ün de burada kalmış ve hatta Anafartalar Raporunu burada kaleme almış olması. Yani mülkün tarihi başlı başına yerel tarihe ayna oluyor. Bir de ailenin Anka kuşu modelinde oluşu hikayesi var. Aile tarihi adeta vahşi batı hikayesi gibi, Orta Avrupa’dan göç edip, yerleşmeye çalıştıkları bu bölgede tesadüfen altın madeni bile bulmuş, bu topraklarda çok düşmanlıkla da karşılaşmış, çok varlık da görmüş, her varlık döneminin ardından yokluk çektikleri dönemler yaşamış. Başlangıçta neredeyse bir kilometrekare olan çiftlik arazisi, istimlak, miras bölünmesi gibi çeşitli sebeplerle artık makul boyutlara inmiş.

Gene bir yıkım dönemini takiben şimdiki sahibi (ben buradaki 11inci kuşağım diyor) çok yeni bir vizyonla burayı bir sanat evi haline getirmiş. Seramik atölyesi, kumaş baskı atölyesi gibi çok değerli hocalar eşliğinde yapılan gurup eğitimleri var. Bizim gittiğimiz zamanda ise parafin kullanarak kumaş baskı çalışması vardı. Tam olarak anlatamayacağım ama bir sebeple Gelibolu’da vakti zamanında para bile basılmış ve bu paranın üzerinde aslan figürü varmış, işte bu eski figürleri canlandırıp, baskı deseni olarak kullanıyorlar. Hatta hoca adımı sorup, kalem dedikleri hokka gibi bir şeyle bir dakikada adımı bile yazdı, eğer almak isteseydim baskı da yapacaktılar.

Çok hoş bir ikram eşliğinde hanımefendiden uzunca bir süre tarihçe dinledik. Ailesi yüz yıllar boyunca günlük tutmuş, bu günlükleri kitap haline getirmişler, önümüzdeki yıl çıkacakmış. Hem bu ilginç mekanın turizme kazandırılmasını hem de kitabın çıkmasını sabırsızlıkla bekliyorum.

Buradan çıktıktan sonra yine bölgede çok bilinen ve saygın bir aileden bir başka hanımefendinin (Dilek Mildon) önerisiyle Bolayır’da geçen yıl açılmış bir şarap üretim yerine gitmek üzere yola çıktık. Bolayır’a gelmişken Namık Kemal türbesini ve restore edilip müze haline getirilmiş tarihi hamamı gezdik. Bundan sonra Koruköy’de bulunan işletmeye gittik. Tam da Saroz körfezinin Trakya topraklarına birleştiği noktaya hakim bir alanda oldukça geniş bağların içinde çok hoş bir mekan yapmışlar, şarapları da yeni bir işletme olmasına karşılık oldukça iyiydi, asıl (aile aslen Antepliymiş) içli köftesi muhtemelen bu güne kadar dışarıda yediğim en güzel içli köfteydi. İçli köfte eşliğinde şarap tadımı yaptığımız andan itibaren günümüz çok neşeli, arabesk bir hal aldı.

Şarap tadımından sonra Gelibolu’ya geri döndük, hazır önünden geçerken gündüz gözüyle Mevlevihaneyi görelim diye durduk. Gelibolu Mevlevihanesi gerçekten butik bir binadır, 400 yıllık bir tarihi vardır ve dünyadaki en büyük Mevlevihane olarak bilinir. Tabii ki bölgedeki bütün sağlam binalar gibi burası da uzun süre askeri amaçlarla kullanılmıştır. Gerçekten görülmesi gereken bu bina genellikle kapalı olur. İyi ki önceden uğramışız, binayı gezdik, ama akşamki programın ani bir kararla iptal edildiğini öğrendik. O gece SMA hastası bir çocuk için yardım yemeği yapılacaktı, artık sebep o yemek miydi, başka bir şey miydi bilemiyorum. Ama bu ana kadar bir kültür turu olan gezimiz artık safi eğlence halini aldı.

Bu hüsrandan sonra limanda deniz üzerindeki lokantaya gittik. Emel hanım Türk Sanat Müziği icra edebilen ve bizim için tasavvuf eserleri de hazırlamış olan yerel müzik gurubu ayarlamıştı. Gençler gerçekten de isteğime uyarak 15-20 eserden oluşan tasavvuf  konseri, ben de Mevlana’dan, Mevlevi semasının batıni anlamından dem vuran bir konuşma hazırlamıştım. Hepsi güme gitti.

Elbette ki konuşma filan yapmadım. Gurup da Türk müziğiyle başlayıp, istek parçalar, Romen havalarıyla devam etti. Biz ise vur patlasın çal oynasın balık masasının hakkını verdik. Salgından beri böyle eğlenmemiştim.

Bütün günün en olumsuz tarafı, bir günde karakış bastırmıştı, geçen hafta incecik gezerken, kabanlarla bile bir hayli üşüdük.

En olumlu taraf ise bu arkadaş ekibi giderek daha iyi kaynaşıyor. Bir de Gelibolu’da eskiden beri çok merak ettiğim Bahailik konusunda birinci elden bilgi edinebileceğim kaynakların olduğunu öğrendim. Hemen haber gönderdim, ben Akka’da Bahai bahçelerini gezmişim diye (yani Bahai hacısıyım). Önümüzdeki ay beni belli ki yeni bir Gelibolu seferi bekliyor.

Sonuç olarak sema gösterisi seyredip ruhumuzu dinlendirme niyetiyle evden çıktık, sema hariç her boyayı boyayıp döndük. Buna da new age jargonunda akışa uymak deniliyor galiba. Artık neyse ne, kasmaya hiç gerek yok ,vallahi çok iyi geldi.

Çiftlik
Parafin ve hokkalar
Vitray gibi kumaş baskı
Flim çekilen ev
Ateş başına sohbet
Çiftliğin sahibi Eser Hanımefendi dahil gezi gurubumuz
Osmanlı beyliğini Avrupaya taşıyan komutan
Namık Kemal türbesi
restore hamam
turistik poz
Koruköydeki şarap evi
Zaferlerle
Dİlek Hanımefendiyle

Hiç bu kadar nizami içli köfte görmemiştim

Muhteşem mevlevihane
İç mekan
Deniz üzerinde yemek
Romen müzik gurubu
Solistimiz
Emel Hanımefendiyle

YAZ BAHÇESİNDEN TOHUM ALMA İŞİNİ TAMAMLADIK, ŞİMDİ SIRA GELDİ KIŞ BAHÇESİNİ DÜZENLEME VE ZEYTİN BAHÇESİNİN İŞLERİNİ YAPMAYA VE BİRAZ DA ÇEVREYİ GEZMEYE

Kışlık sebzeleri, yazlık bahçeyi yaptığımız alana değil, meyve ağaçlarının altına dikiyorum, nasıl olsa ağaçlar yaprak döktükleri için sebzelerin güneş almasına engel olmuyorlar. Böylece bir taşla iki kuş vurmuş oluyorum, ağaçların altını gübrelediğimiz için gübreden hem ağaçlar, hem de sebze fideleri faydalanıyor. Yazın dikim yapacağımız kısım ise kış boyunca hem dinleniyor, hem de güzelce çapalandığı için toprak havalanıyor.

Kış sebzelerinden de sonbaharda dikilenler ve ilkbaharda dikilenler var, tohumdan yetiştirdiklerimiz, fidelerini çarşıdan aldıklarımız var.

Sonbaharda bazı tohumları toprakla buluşturdum.

Havuç; geçen sene havuçlar uzayan aşırı soğuklar nedeniyle donmuşlardı. Bu sene geçen sene yaptığım gibi birer ay ara ile 2-3 kez havuç tohum atacağım. Bu sene de sonuç alamazsam artık havuç dikmeyi düşünmüyorum. Eğer bu yıl olumlu sonuç alırsam seneye normal havuçların yanı sıra beyaz ve mor havuç da denerim. Havuçların düzgün büyümesi için özellikle patates, havuç gibi köklü sebzeler için yaptırdığım toprağında kum bulunan havuzu kullanıyorum.

Kale lahana; bahçemde olmasını çok istediğim ürünlerden biri. Bu sene nihayet tohumunu buldum. Şimdilik bir saksıya birkaç tohum ektim ve minicik bitkiler çıktı, ancak bu boyda bile böcekler delik deşik ettiler. Bu boyda iken kış soğuğuna dayanamayacaklarını düşündüğüm için saksıyı böceklere karşı ilaçladım (organik) ve seraya aldım. Bakalım bu fideleri toprağa alacak kadar büyütebilecek miyiz? Kale lahanayı Mart ayında da dikmeye karar verdim çünkü galiba sonbaharda kışa dayanabilecek boya gelmiş olmaları gerek.

Ispanak; hemen her sene bütün kış yetecek kadar ıspanak elde ediyorum. Güzelce kazılmış ve gübrelenmiş toprakta kısa sürede baş gösteriyorlar. Ispanağı da küçük parseller halinde birer ay ara ile 2-3 postada dikmek oldukça akıllıca bir şey, böylece bahçede çok uzun süre taze ıspanak oluyor. Ispanak tohumu nasıl alınır bilmediğim için tohumları çarşıdan alıyorum. Yerli ıspanak tohumu bulursam kendim tohum almayı deneyebilirim.

Pazı; Burada diktiğimiz pazıların cinsleri bildiğim pazıdan oldukça farklı, sapları Çin lahanası gibi kalın, gerçi tadı güzel ama ben ince saplı pazı yetiştirmek istiyorum. Memleketten hem beyaz hem de renkli pazıların tohumlarından getirttim, bir kısmını şimdiden toprakla buluşturdum, diğer tohumlar ise ilkbaharı bekliyorlar. Bahçede geçen yıldan kalma çok geniş saplı olmayan bir çeşit pazı ve birkaç kök de yabani pazı var. Umarım bu yıl normal saplı pazılarım olur ve onlardan kendi tohumlarımı alırım.

Renkli marul; geçen yıl serbest tohumlaşmaya bırakmıştık, ancak nedense bu sene hiçbiri çıkmadı. Tohumu gene çarşıdan almak zorunda kaldık. Seraya birkaç tane tohum attık.

Bakla, bezelye, sultani bezelye ve maydanoz gibi bazı tohumları bu ay sonunda toprakla buluşturacağım. Karalahana, kişniş, dereotu, renkli turplar ve şalgam gibi bazı tohumlar ise kendiliğinden çıktılar, çünkü geçen yıl onlara serbest tohum attırmıştım.

Kaşık marul ve kıvırcık marullar, beyaz ve mor lahana, brokoli ve karnabaharları ise fide alarak, soğan ve sarımsakları ise cücüklerinden diktik.

Bu yıl ne hikmetse tane zeytin olmadı, bu yıl zeytinyağını fabrikadan alacağız. Bu biraz moralimi bozmuş olsa da hemen kendime geldim, toprak işi böyle. Gene de o bahçenin de sulama hortumlarının toplanması, sürülüp, gübrelenmesi gibi bir dolu iş yapmak gerekiyor. Bir yıl vermedi diye zeytinlere küsecek halim yok. Bu yıl zeytin ağaçlarının altına bakla ekeceğim, biraz toprak azotlansın bakalım.

Bu şehirde de birkaç tane yürüyüş gurubuna katıldım. Aslında hiç birinde aktif üye değilim henüz, ama geçen Pazar günü Lapseki Dumanlı Dağ yürüyüşüne katıldım. Buraya geçen seneden beri gitmek istiyorum, çünkü Lapseki, Çanakkale ilinin en çok yağmur alan ilçesi olabilir, üstelik bu dağdaki orman da, Çanakkale’de kayın ve gürgen ağırlıklı tek orman bildiğim kadarıyla. Çanakkale’nin ormanları sırasıyla kızılçam, meşe ve karaçam ormanlarıdır. Bütün bu orman varlıkları içerisindeki orman açıklıklarında bodur ardıç, porsuk, çeşitli orman meyvelerinin yanı sıra çınar ağaçları da mevcuttur. Dumanlı Dağın bir başka özelliği de bölgedeki iki büyük barajın sularının kaynağı olmasıdır. Bu barajlardan biri Adatepe Barajı, diğeri ise Umurbey barajıdır. Umurbey barajı, oldukça büyük su kapasiteli ve sadece sulama için kullanılan bir barajdır, bizim köylere gelen sulama kanalları da bu barajdan gelmektedir, oysa bizim köy Atikhisar barajına daha yakın.

Umurbey barajının, Atikhisar barajından çok önemli bir farkı var; Umurbey’in suları sadece tarım amaçlı kullanılıyor, bütün köylerin kendi içme suları var. Atikhisar barajı ise hem sulama için hem de şehrin su ihtiyacı için kullanılmaktadır.

Benim bilge bahçıvanım Dumanlı köyünde Umurbey barajına akan bir derenin başladığını ve bu derenin bölgedeki birçok derenin aksine Ağustos ayında bile kurumadığını söylemişti. Ben de tabii bir hayli merak etmiştim.

Bu geziye Mavi Bilye gezi gurubu ile katıldım. Gerçekten de adına uygun bir şekilde bol bol sis vardı. Orman ise harika bir orman, Karadeniz ormanları gibi ağaçların altı yeşillikten girilemez halde değil, ancak yine de katmerli bitki örtüsü, ağaçların baylarınca sarılmış dev sarmaşıklarıyla, yağmur ormanlarını fazlasıyla andıran bir orman. Çanakkale’nin diğer taraflarında gördüğümüz ormanlardan da oldukça farklı çünkü buradaki ağaçlar iğne yapraklı değil, asıl ağaç varlığını kayın ve gürgen ağaçları oluşturuyor.

Orman tabanı bu mevsimde sonbahar yapraklarıyla doluydu. Dağın kendisin ise belli ki yağmur sularının, yataklarının yardığı derin vadilerle dolu. Zaten bütün dağda su varlığı çok belirgin bir şekilde kendini gösteriyor, her yerde bir sürü içmelik suyu olan çeşme vardı. İşte bu çeşmelerden birinin çevresindeki düzlüğe benzer bir alan piknik alanı olarak kullanılmaktaymış, biz de aracımızı orada bırakarak, Adatepe barajı yönünde 5-6 km yürüyüş yaptık. Ormancılarla, çobanlarla, farklı piknikçilerle karşılaştık.

ıspanaklar

soğanlar

brokoliler

Lahana ve pırasalar

ZİNCİRDEN BOŞALMIŞ GİBİ KORONADAN BOŞALDIK, BU SEFER DE ENDOKRİN EKİBİYLE BERABERDİM, BİRAZ PEDİATRİK ENDOKRİN TARİHÇESİ ANLATACAĞIM

Geçen hafta tam 7 yıl üzerine bizim pediatrik endokrin ekibi ile ulusal kongreye katıldım. Bizden büyük hocaların maalesef bir kısmını kaybettik, bazıları da sağlık sorunları nedeniyle katılamıyorlar, sonuç olarak en eski hoca gurubunun içindeyim. Zaten ben bu ekibin henüz 15-20 kişi olduğu zamanlardan beri birlikteyim, toplantılarda 35 kişi olduğumuzda artık çok kalabalık olduk diye düşündüğümüz günleri hatırlıyorum, şimdi ise sayı 400’e yaklaşmış.  Bilimsel program oldukça iyiydi, otelin rutin programı dışında yok gala, yok bilmem ne, ayrıca masraf yapılmamış olmasını da beğendim, ancak otelin her şey dahil, yanında golf sahası olan bu kadar lüks bir otelde olması gerekli miydi, doğrusu çok şüphelerim var.

Geriye dönüp bakınca bayağı tarih olmuşum. Ben Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesinden mezunum ve ihtisasımı da Hacettepe’de yaptım. Bu eğitim kurumları insanlık tarihinden beri orada imişler gibi gelse de Hacettepe, Ankara Üniversitesinin bünyesinden çıkmış görece yeni bir üniversitedir.  Prof. Dr. İhsan Doğramacı’nın yenilikçi vizyonu sayesinde Ankara Üniversitesinde ihtisas alan bazı doktorlar, ABD’lerine üst ihtisas için gönderilmiş, yurda döndüklerinde ise yepyeni bir ruhla Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesinin çekirdeğini meydana getirmişlerdir. Çocukluk anılarımda annemin ABD’lerinde bulunan rahmetli dayım ve yengeme (Hasan ve Ferzan Telatar) yazdığı mektuplar (daha sonra okuma fırsatı da buldum) belirgin yer tutar. Hacettepe ilk kurulduğu zaman tıp tahsili ve hasta yaklaşımına yepyeni bir yaklaşım getirdiği için oldukça ses getirmişti.

İlk öğrencilerini 1963 yılında almış (ben 5 yaşındayken) ve ilk mezunlarını da 1969 yılında vermiştir. Ben 1981 mezunu olduğuma göre 13üncü dönem mezunuyum, yani aslında yepyeni ama eğitimi çok sağlam temellere oturmuş bir dönemde mezun oldum. Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları ihtisasımı da 1982-1986 yılları arasında yaptım. Bizim zamanımızda Hacettepe dahiliye ve pediatri bölümlerinde her türlü yan dal departmanı vardı, ancak henüz resmi olarak yandal ihtisası olmadığı için hocalarımızın hepsi yurt dışından ihtisas almış ya da konu hakkında uzun deneyimler edinmiş hocalardı.

Benim yengem de dahiliyede endokrinci olduğu için öğrenciliğimde ona mahcup olmamak için zor anlaşılan ve zor not alınan bu branşa inanılmaz derecede çalışmış ve mekanizmaları çok güzel anlamıştım, sınıfta (400 civarında öğrenci) en yüksek notu (A) alan 5 kişiden biriydim. Daha sonra da bu mekanizmaları hiç unutmadım, endokrin bana hep çok kolay geldi. Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları ihtisası yaparken, hocam benim çalışmamı çok beğenmişti ve kendisi de o dönemde yalnızdı. Hal böyle olunca ben dört yıllık ihtisas süremin aralıklarla en az bir buçuk yılında Endokrin departmanında çalıştım.

Ben uzman olduğum zaman henüz yandal ihtisası diye bir kavram yoktu ve uzman olur olmaz da hemen mecburi hizmete gidiyorduk. Ben de mecburi hizmet yapıp KTÜ’de yardımcı doçent olduğum sıralarda yavaş yavaş yandal işleri başladı. İlk dönemlerde hocaların tercih ettikleri öğrenciler alınırken zaman içerisinde (yanılmıyorsam 2001’de TUS başladı, bundan 8-10 yıl sonra da YUS) merkezi sınavlar başladı.

Benim mezun olduğum zamanlarda her ne hikmetse özellikle de pediatrik endokrin doktorların pek sevmedikleri hatta bulaşmak istemedikleri bir konuydu. Mecburi hizmette benden başka endokrin seven kimse olmadığı için dahiliyenin endokrin hastalarını da bana konsülte ederlerdi. KTÜ’ye başladığım sırada daha önce orada bulunan ve ülkedeki pediatrik endokrin duayenlerinden biri olan Tahsin hocamız henüz ayrılmıştı. Böylece KTÜ’de belli bir pediatrik endokrin hasta potansiyeli zaten vardı ve hiç de sürpriz olmayarak endokrin hastalar bana miras kaldılar.

Yani aslında ben endokrini seçmedim endokrin beni seçti. Hiç unutmuyorum doksanlı yıllarda ilk kez pediatrik endokrin gurubu olarak toplanmaya başladığımızda bizden önceki nesil hocalarımızla birlikte topu toplamı 15-20 kişi toplanıyorduk. Ne zaman ki 35 kişi olduk, kendimize bir hayli kalabalık geldik ve yanılmıyorsam 1995 yılında 50-60 kişiyle ilk Ulusal Pediatrik Endokrin Kongresini (UPEK) yaptık. Yedinci kongreyi 2002 yılında KTÜ’de yapmak üzere ben üstlenmiştim.

Nasıl bir tarih yazdığımın anlaşılması için şu kadarını söyleyeyim, bu tarihten sadece birkaç yıl önce Milli Pediatri kongresini yapmıştık, o zaman kongreyi organize edecek bir turizm firması bile bulamamıştık. UPEK yaparken ise hem Trabzon’da iyi bir otel hem de kongrenin turistik kısmını üstlenecek firma vardı. Ben de daha önceki kongreden bilimsel program yapma konusunda oldukça tecrübe kazanmıştım.

Benim düzenlediğim UPEK’te sanırım 150 civarında katılımcı vardı ve kongreyi Zorlu Otelde yapmıştım.

O tarihlerde; Pediatrik Endokrin camiasında uzmanlık belgesi açısından karmaşık bir durum söz konusuydu. Henüz kimse ihtisas yapmak için merkezi bir sınavla girmiyordu, ama resmen mevcut departmanlarda ihtisas yapan yeni uzmanlar vardı. Uzun zamandan beri endokrin departmanı yöneten ilk hocalardan bir kaçının resmi uzmanlık belgesi yoktu. Bu hocaların çoğu, kendi seçtikleri bir jüri oluşturup, sınava girdiler ve resmen uzman oldular.

Benim uzmanlık belgemi almam ise oldukça garip oldu. Kendim anabilim dalı başkanı olduktan sonra YÖK’e hastanemizin hasta potansiyelini ve mevcut imkanlarını bildiren dilekçeler yazdım ve yanılmıyorsam o sırada resmen tanımlanmış olan (mesela metabolizma, yoğun bakım, acil tanımlanmamıştı) 8-10 yandal departmanını YÖK’ün onayıyla resmen kurmuş oldum.

Yıllardan beri hastanemizde görev yapmakta olup da henüz resmen yandal uzmanı olmayan arkadaşlarımızı, ayrıca yeni gelen yardımcı doçentleri yandal ihtisası yapmak üzere gönderdim. Henüz o zaman sosyal ilişkiler sayesinde yandala başlandığı için çoğu yardımcı doçenti Hacettepe’ye gönderdim. Ben ise bir jüri oluşturup sınava girdim. Atatürk Üniversitesinde (yollarda git gel canım çıktı ama, çok değerli dostlar edindim) rotasyon yaptım, süre dolunca da kendi kendime bir tez yazıp, farklı bir jüri oluşturarak sınava girdim. Sonuç olarak bu ülkede benim gibi yıllardan beri endokrin hastalarına bakıp, tek bir sınavla uzman olmayan, aksine ciddi ciddi ihtisas süreci yaşayan, tez yazan muhtemelen tek örnek oldum. Bu işi de tam zamanında yapmışım zira birkaç ay sonra resmen uzman olmayan kişilerden büyüme hormonu reçetesi yazma yetkisini kaldırdılar.

Ben UPEK yaptığım sırada yanılmıyorsam ya yeni uzman olmuştum, ya da hemen arkasından sınava girdim, tam emin değilim.

Bu yıl 26’ıncı ulusal pediatrik endokrin kongresi yapıldı, ilk kongreden beri katılırım, ama emekli olduktan sonra ilk kez katılıyorum. Toplamda 400 civarında uzman ya da yandal asistanı var, bu yıl 50 kişiye yakın hekim yandala alınmış (bence gereksiz bir sayı) . Gençleri elbette tanımıyorum. Bizden yaşlı hoca kalmamış ya vefat ya da sağlık sorunları nedeniyle aramızda olamadılar. Benden daha yaşlı sadece birkaç hoca toplantıya katılmıştı, artık iyice yaşlanmışız.

Geçen yazılarda birinde insanın çoklu sürü hayvanı olduğunu söylemiştim. Pediatrik endokrin sürümle de 7 yıl sonra bir araya geldim. Bireylerde bir hayli değişiklik olmuşsa da sürü aynı sürü.

KOngre duyuruları toplu halde
Otelden denize doğru
ZERRİN CİĞİMLE
Show Buttons
Hide Buttons