Category Archives: Genel

TOHUM KARDEŞLİKLERİM

Buraya taşındığımız yıl neredeyse bizim taşınmamızla eş zamanlı olarak Çanakkale Belediyesi Tohum Sandığı açtı. Sarıçay kıyısında bulunan tarihi bir binayı restore ederek atalık yerli tohum üretimine ve dağıtımına başladılar. Tarihi bina çok albenili bir binadır, bana Out Of Africa filmindeki evi hatırlatır. Biz de ilk sene karalahana tohumlarımızı paylaşmıştık, ancak bu yıl bizim tohumların pek de rağbet görmediği için artık üretmediklerini söylediler. Bu yıl mayıs ayında her gidene (ben birkaç kez uğradım) 6 çeşit atalık tohum bulunana bir paket hediye ettiler. Aldığımız her pakette domates, alacalı patlıcan, beyaz kabak gibi tohumlar vardı. Biz bazılarını ektik bazılarına ise gerek kalmadı. Belediyenin tohum bankasından ürettiğimiz sarı domates, beyaz kabak ve alacalı patlıcandan kendi tohumlarımızı da aldık. Yani ilk tohum kardeşim belediyenin tohum bankası.

Köyde de bir tohum kardeşim var. Komşum Emine Hanım bütün köyün tohum bankası gibi bir kadın,  Emine Hanım benden başka köydeki birkaç kişiye daha tohum veriyor. Emine Hanımın annesi de kendi tohumlarını saklayan bir kadınmış, şimdi kızı onun tohumlarını devam ettiriyor. Bu işini o kadar ciddiye almış ki, bazı ürünleri aileden kimse pek de sevip yemediği halde sırf tohumunu kaybetmemek için ekmeye devam ediyor. Geçenlerde konuşurken sadece karpuz ve salçalık biberin tohumunu dışarıdan aldığını, diğer bütün tohumların kendisine ait olduğunu söyledi. Bende ona verebileceğim tohumlar henüz yok, ben de ona nane kurutup veriyorum. İnşallah günün birinde ben de ona farklı tohumlardan veririm.

Bir başka tohum kardeşim, Hacettepe’den sınıf arkadaşım Vahide (Karadeniz gelini, kocasından Lazca bile öğrendi, ben güya Laz kızıyım birkaç kelime biliyorum) Ankara’da bir bahçesi var ve geçen sınıf gezimizde bana bazı tohumlar göndermek istediğini söyledi. Karadeniz’in dev boyutlu pembe domatesinden de varmış, biz kendi tohumlarımızı kaybettiğimi için ondan istedim. Bu domates, dev boyutlu, yamuk yumuk, pembe renkli, mis kokulu ve incecik kabukludur, boyutlarına rağmen çok narin bir domatestir, kesince birkaç saat içerisinde tüketmek gerekir. Onun kendi rekoru yarım kilonun üzerindeymiş, biz Rize’de 1071 gramı görmüştük, bakalım buradaki bahçede kaç gram olacak?

Elif Dağlı; yine Hacettepe’den arkadaşım, İstanbul’daki evlerinde Karadeniz’in kokulu üzümünden olduğunu görmüş ve çelik istemiştik, gerçekten de 3 adet çelik yapıp gönderdiler. Sonra bu çeliklerin başına gelmedik kalmadı, neyse uzun etmeyeyim kaç yıldan sonra şu anda elimde canlı tek bir çelik kaldı, o da yerini mi sevmedi bilemiyorum, kurumadı, ölmedi ama hiç neşesi yok, gene de umutla bekliyorum, bu memlekette bazı ağaçlar iyice derine kök saldıktan sonra uzuyorlar. Bakalım göreceğiz. Bu yıl Elif benden tohum istedi, ben de ona birkaç adet kendi ürettiğim tohumlardan hazırladım.

Gülden Tüysüz; çok yakın arkadaşım Beyhan’ın ablasıdır. Beyhan benim 40 yıllık arkadaşım, üstelik de Çayeli’li bir ailedirler. Annesi gençliğinde Umurbey’de yaşamış, buraları unutamıyor. Beyhanların Saroz körfezinde bir yazlıkları var, yani yaz aylarında nadir de olsa görüşüyoruz, hatta annesinin Umurbey’de yaşadığı evi bile bulduk. Gülden de bahçesine bazı sebzeler dikmeyi seviyor. Bizim köyle coğrafi yakınlığı olduğu için kolayca adapte olacaklarını düşünüyorum, bazı tohumlarımı onunla da paylaşacağım. Ondan Rize bal kabağının tohumunu alacağım, bizdekileri kaybettik.

Adnan Bey; rahmetli Nasuh eniştemin sınıf arkadaşının oğlu, eşi de bizim Ali’nin kuzeni imiş, yani hem aileden hem de arkadaşlarım vasıtası ile tanıştım. Geçen yıl Lapseki’deki şeftali tarlalarında harika bir gün geçirmiştik. Onunla da bazı tohumları değiş tokuş yapacağım, coğrafi yakınlık nedeniyle adaptasyon sorunu olmayacağını düşünüyorum. Ondan almayı planladığım ürün ise kuş üzümü.

Elif Telatar; bizim akrabamız, şimdiki halde Pazardaki evde oturuyorlar, bahçeyi de Elif bakmaya başladı. Ondan bazı tohumlar istediğim zaman bana Ardeşen’de yaşayan ve atalık tohum üreten bir kadından söz etti. Ben de onun aracılığıyla Ardeşen’li Emine Hanımı takip etmeye başladım. Kadın her sebzeden birçok çeşit üretiyor ve tohum elde ediyor. O kadar farklı çeşitleri var ki bu biberse buna da biber demek haksızlık diye düşünüyorsunuz. Fakat bir sürü patlıcan çeşidi olmasına karşılık ‘Dev Guduklu’ yok tabii. Elif aracılığıyla Emine hanımdan bir çok çeşit tohum aldım, ben de ona devguduktan tohum gönderiyorum, tabii Elif’e de. Bakalım bu dev patlıcan Rize’de olacak mı? Olursa boyu ne kadar olacak? Gerçekten çok meraktayım.

Sonuç olarak bu gün birkaç kişiye tohum hazırladım. Hepsine en özel tohumlar olan 2 çeşit çok güzel kavun, beyaz kabak ve devguduktan gönderdim. Elif Dağlıya ise sultani bezelye ve balık biber de koydum. İnşallah hepsi verimli olur.

Devguduk, Emine Hanımın patlıcanına verdiğim isimdir.

Benim geçen yıllarda Trabzon’dan getirttiğim renkli fasulyeler burada olmadı mesela. Umarım bu sefer de fiyasko ile sonuçlanmaz.

Posta için hazırladığım paketler

devguduk tohumları

SONBAHAR; SOĞUKLAR GELDİ, KIŞ BAHÇESİ HAZIRLIKLARI, YUMURCAK SAVAŞLARI, TOHUM TİYOLARI…

Artık sonbahar kendini iyice belli etmeye başladı, günlerin kısalması fark edilmeye başladı, çınarların yaprakları azaldı, yer yer sararmalar, kızarmalar başladı, havalar bir hayli serinledi. Geçen hafta yaz sebzelerini kaldırdık, kış bahçesi hazırlıklarına başladık, çapa yaptık, bahçeyi gübreledik. Geçen yıl nedense komşulardan bir türlü tedarik edemeyip ciddi bir gübre krizi yaşamıştık, bu yıl gene bilemediğim bir sebepten komşularımız insafa geldi de şimdi bol miktarda hayvan gübremiz var. Köyde yaşarken, hele de biraz olsun toprakla uğraşmaya başlamış iseniz, öncelikleriniz değişiyor, daha önce hiç aklımın ucundan geçmeyen sebeplerle mutlu olmaya başladım, gübrelerin geldiği gün kendimi nasıl keyifli hissettiğimi anlatamam.

Komşular yaz bahçesini sökünce toplu halde kışlık salçalarını yapıyorlar, biz ise salçaları peyderpey yaptığımız için bahçeyi söktükten sonra pek bir iş olmadı, çünkü son ürünleri bahçıvanıma verdim. Şu anda bahçede sadece uzak köşelerde kalmış ve hala vermeye devam eden birkaç çeri domates, böceklerin yediği karalahana, pazı dışında pek bir şey yok.

Artık kış sebzelerini dikme zamanı geldi. Soğan, sarımsak, marul, ıspanak gibi sebzeler dikiyorum. Bazılarını tohumdan üreteceğim, bazılarını da çarşıdan aldığım fidelerden dikerek büyüteceğim.

Bu yıl ilk kez (Nermin tohum yapmayı biliyor ve yapıyor) ben de bazı tohumlar yaptım. Örnek vermek gerekirse yayılmasını çok istediğim bir patlıcan tohumu ürettim. Komşumuz Emine Hanım, adeta köyün atalık tohum bankası gibi, annesinden aldığı terbiye ile bütün tohumlarını kendisi yapıyor, dolayısıyla elindeki tohumlar onlarca yıldan beri bizim köyde kendi ürettikleri ürünlerin tohumları. Öyle ki mesela elinde iki çeşit börülce varmış, bunlardan biri sadece yeşil fasulye şeklinde tüketilirken, diğer türün taneleri yeniliyormuş. Tane börülceyi (kurutulmuş börülce) evde kimse pek sevmezmiş, bu türü sadece tohumunu kaybetmemek için yıllardır ekmeye devam ediyormuş.

Bu bilge kadının ürettiği bir patlıcan çeşidi var, bunun gibi bir patlıcan daha önce hiç görmemiştim. Bitkisi normal patlıcan bitkisi, yaprakları biraz daha büyük diyebilirim, patlıcanı görene kadar diğer patlıcan çeşitleriyle arasında belirgin bir fark yok. Sebzenin rengi alışık olduğumuz kemer patlıcanı renginde yani parlak koyu mor, şekil olarak da ucu hafifçe sivri, uzun bir patlıcan çeşidi. Asıl şaşırtıcı olan patlıcanın boyutu, normal bir kemer patlıcanından 3 kat kalın ve 2 kat uzun, hatta tohuma bıraktığım patlıcanın boyu 40, çevresi ise 20 santime kadar ulaştı. Hormonlu gibi görünen bu dev patlıcanın içerisi ise bembeyaz ve şaşırtıcı derecede az çekirdekli, tohuma bıraktığım patlıcanın ucundaki 10 cm’lik kısımda hiç çekirdek yoktu. Patlıcanın ucu da ekmek somunu gibi sivri (Trabzon deyimiyle guduk), ben de patlıcana dev/guduklu/kızılkeçili adını verdim.

Bu yıl birkaç çeşit patlıcan dikmiştim, koyu mor renkli top patlıcan ve kemer patlıcan, bir de alacalı olan patlıcan dikmiştim. Bazılarını fide olarak almıştım, yerli alacalı patlıcanı ise belediyenin atalık tohum bankasından üretmiştik. Bir sıra da Emine Hanımdan bu özel patlıcan fidelerinden alıp dikmiştim.

Patlıcanların çoğunu fide olarak diktiğimiz için hemen kendilerine geldiler, gayet neşeli yaprak vermeye, çiçeklenmeye başladılar. Hatta ilk sebzelerini verdiler, onlardan bazılarını tohumluk olarak işaretledim, birkaç tane de kopartıp yemek yaptım.  Derken birden bire solmaya, çiçeklerini dökmeye başladılar. Meğer patlıcanlara köylülerin yumurcak dedikler zararlı bir çiçek dadanmış. Bu yaz sebzeleri dikerken naylon örtü ile malçlama yapmıştık, bir gün naylon örtünün altında, örtüyü kaldıracak kadar sık bir şekilde bu parazit bitkinin ürediğini fark ettik. Aslında görüntü olarak çok güzel bir çiçek, ilk çıktığında kuşkonmaz gibi görünüyor, daha sonra üzerinde mor küçük çiçekler beliriyor. Kökleri ise patlıcanların köklerinden besleniyor, bitkileri tamamen sömürüyor. Mücadele etmek de hiç kolay değil, çünkü kökleri sıkıca patlıcanın köklerine yapışmış oluyor.

Bundan sonra her gün ilk işim gidip, patlıcanların diplerini çapalayıp, bu bitkiden olabildiğince temizleme oldu. Birkaç haftalık mücadeleden sonra asalak otu biraz azaltabilince patlıcanları yeniden canlandı, bir sürü patlıcan büyüdü, ancak bu sefer de yaz bittiği için çabucak kartlaşıp, tohumlanmaya başladılar. Sonuç olarak yazın birkaç kez yiyebildik ve biraz da kış için közledik, ama benim için en değerlisi, çok değer verdiğim dev patlıcandan tohum alabildim. Patlıcan tohumu almak için ilk çıkan patlıcanlardan bir kaçını (benim durumumda sadece birini) tohumluk ayırıp, bütün mevsim boyunca olgunlaşmasını sağlıyorsunuz.

Bitkilerin soylarını devam ettirebilmek için geliştirdikleri bir taktik var, eğer sebzesi üzerinde duruyorsa tohumu olduğu için yeni sebze vermeye uğraşmıyor, bütün kuvvetiyle tohumunu beslemeye bakıyor. Sebzenin verimli olması için sürekli hasat edilmesi gerekiyor, çünkü burada ‘koyun can derdinde kasap et’ durumu söz konusu, bitki kendine tohum yapmaya çalışıyor siz ise sebze almaya.

Edindiğim bazı bilgilerin ışığında tohum bırakmak için bazı tiyolar şunlar;

  1. Çarşıdan alınan tohumların hemen hepsi kısır, yani her sene yeniden almak gerekiyor.
  2. Atalık tohumlar ise köylülerin kendi ürünlerinden aldıkları tohumlar, bu tohumlardan alınan ürünlerden kindi tohumlarınızı yapabiliyorsunuz. Atalık tohumlar çarşı tohumu kadar verimli olmayabilir, ancak çevre koşullarına çok daha dayanıklı oluyorlar ve kimyasal kullanmak da gerekmiyor. Bu nedenle eldeki atalık tohumları takas etmek bence çok önemli.
  3. Farklı bir bölgeden alınan tohumları ilk sene sadece tohum almak amacıyla üretmek akıllıca görünüyor, çünkü bitkinin yeni ortama uyum süreci var. Bizim Brezilya’dan getirdiğimiz kocaman bir domates vardı, tohumlarını almış ve geçen yaz bahçeye ekmiştik, ancak çıkan domatesin şekli getirdiğimiz domatese benzemiyordu. Meğer bitki yerinden uzaklaşınca strese girer ve ilk atasının şekline dönebilirmiş. O kadar özenip getirdiğimiz dev boyutlu Brezilya domatesi şekil değiştirdi diye yeniden tohum almamıştık. Kompost gübre yaptığımız için bahçenin çeşitli yerlerinde kendiliğinden bir sürü domates çıkıyor, bu domateslerden uygun yerde çıkanları muhafaza ediyoruz, kışlık sosların çoğunu bu kendiliğinden çıkanlarla yapıyoruz. Bu yıl, Brezilya domatesinden de bir kök çıktı, neredeyse 2 metrekare alan kapladı ve bütün yaz boyunca ince uzun, az çekirdekli çok lezzetli domatesler verdi, artık bizim bahçeye uyum sağladığı ve oldukça da verimli olduğu için bu sefer tohum aldık.
  4. Bir sebze ekecekseniz ihtiyacınızdan fazla kök ekmekte fayda var, bazen siz her şeyi doğru da yapsanız, havalar uygun gitmiyor, verim azalıyor. Tabii birçok kurdun, kuşun, köstebeğin hakkını da düşünmek lazım. Benim tuhaf bir gözleme dayalı inancım var; sanırım sebzeler birbirinden güç alarak ürün veriyorlar; mesela 20 kök domatesten, 5 kök domatesten alacağınız verimin 4 katından fazlasını elde ediyorsunuz. Domates tohumu için sadece beğendiğiniz bir domatesi kullanabilirsiniz ama mesela fasulye gibi bir sebzeden tohum alacaksanız tek sebzeyi değil de mesela 10 kök ektiyseniz, 2,3 kökü tohum için ayırmak ve diğer kökleri hasat etmek akıllıca görünüyor.
  5. Tohum almak için ilk ürünlerden seçmek gerekiyor, bütün yaz boyunca ürün iyice olgunlaşana kadar bekleniyor. Genel olarak tohum alacağınız sebzenin sapı sertleşip kuruyunca artık tohumlar hazır demektir. Domates tohumu alacaksanız domatesi güneş altında güzelce olgunlaşana hatta çürüme belirtileri göstermeye başlayana kadar bekletmekte fayda vardır.
  6. Kavun, karpuz, kabak gibi sebzelerin tohumlarını da kendi kabuğu içerisinde kurutmak daha doğru oluyormuş.
Yumurcak
Dev guduklu
Gene yumurcak

Dev guduklu tohumu

Frenk soğanları gözlerini açtı

Kale lahanalar da miniminnoş

Gübrelenmiş topraklara pazı, ıspanak tohumları atıldı

Bunlar da çarşı fideleri, her cins lahana var

HOMO SAPİENS ÇOKLU SÜRÜ HAYVANIDIR. HER SÜRÜSÜNDE DAVRANIŞI FARKLILAŞIR.

Dünya üzerindeki hayvanların pek çoğu sürü dediğimiz topluluklar halinde yaşarlar. Yaban yaşamında sürü halinde yaşama; yırtıcılardan korunma, türün devamını sağlama açısından oldukça verimli bir yöntem gibi görünüyor. Hemen her sürüde düzeni sağlamak için belli bir hiyerarşi mevcut, çoğu sürüde  yiyecek öncelikle en güçlü olanın, yani soyun devamını getirmesi en olası alfa çiftinin hakkı oluyor. Mesela, çiftleşme kuralları var; bazı sürülerde evlilik/tek eşlilik var (kelaynak, angut) , diğerlerinde gen havuzunu bozmamak için genç ergen erkekleri sürüden dışlama (Afrika’nın birçok memeli sürüsü), bazılarında sadece alfa bireye (aslanlarda erkek, kurtlarda çift) çiftleşme hakkı veriliyor. Çocuk yetiştirmenin de kuralları var, bazı sürülerde anne kadar sürünün diğer dişileri de etkin oluyor; mesela yetim büyüyen yani anne terbiyesi almamış fillerin insanlara saldırdıkları, bu yetimlerin tecrübeli dişi bireylere katılması durumunda ise yola geldikleri bilimsel bir gerçektir.

Ben köyde yaşadıkça Sarıgacıyı gözleyerek onun yaşam alanını sahiplenişini, yavru yetiştirişini, avlanmayı, kendinden büyük yırtıcılardan kokusunu saklamayı öğretişini, sonunda onları özgür bırakışını gördükçe hayvanlara daha çok saygı duyar oldum. Kediler, aslanlar hariç sürü halinde yaşamayı pek sevmezler, buna rağmen eğer yiyecek bolsa, şehirlerde koloniler halinde yaşayabilirler. Koloni yaşamı onların doğalarına uygun olmadığı için bu sıkışık hayatta çok daha sık viral enfeksiyon olduklarını gözlemliyorum. Köyün köpekleri ise mümkün olduğu kadar sürüleşiyorlar, kedilerden çok daha sosyal yaratıklar oldukları kesin.

Dünyayı gezebildiğim o eski güzel günlere dönecek olursam Kenya’da gözlem safarisine çıktığım bir gezi vardı. Serengeti ve Masaimara doğal yaşam alanları başta olmak üzere Kenya ve Tanzanya’da birçok hayvan devasa sürüsü izleme şansım bulmuştum. Orada en büyük sürüyü yapan hayvanlar gnu’lar, bizim bilmediğimiz ata benzer ama boynuzlu bir hayvan türü ve binlercesi bir arada geziyor, onların dışında kalan zebra, gergedan, zürafa ve diğer hayvan sürüleri ise gnu sürüsünün yanında ufacık kalıyorlar. Gnular kadar büyük sürü yapan hayvanlar türleri mesela sığırcık kuşları ya da sardalye gibi balık sürüleri olabilir ancak.

Tekil olarak bir hayvan farklı bir organizmadır, bir hayvan sürüsü ise tamamen faklı bir şeydir. Yabanda bir hayvan eğer tek başına ise yırtıcıdan kaçmak, canını kurtarmak için elinden geleni yapar, sürü içerisinde ise bazı durumlarda sürünün hayrına zayıf, yaşlı ya da yaralı hayvan kendini feda eder.

Bizler yani insanoğlu da sürü hayvanları olarak yaşıyoruz. İnsan da sürü içerisinde tekil olduğu zamandan çok daha farklı davranır.

Aidiyet hissi o denli fazla olabilir ki, aile (biyolojik sürü) içerisinde her türlü istismara maruz kalan bireyler bile sırf bu aidiyetten mahrum kalmamak için her şeye katlanırlar. Normalde karıncayı incitmeyen bir insan tuttuğu takım (taraftarlık sürüsü) maç kaybettiğinde sürüsüyle birlikte holiganlık yapabilir. Bu durum Karadeniz bölgesinde silaha sarılıp havaya ateş etme şeklinde tezahür ederdi, muhtemelen böylece herkes kendi evinin balkonundan sürüsüyle birlikte olma keyfine ulaşabiliyordu. Meslek arkadaşları arasında (sosyal sürülerinden biri) çok farklı davranışlar sergileyen birisi, briç oynadığı (başka bir sosyal sürü) arkadaşlarıyla çok daha farklı davranışlar gösterir. Bunun için insanları en iyi seyahatte ya da içki masasında (yani bildiğiniz doğal sürülerinden farklı bir sürü içerisinde görerek) tanıyabileceğiniz söylenir, tecrübeyle doğruluğu sabit bir sözdür.

Türkçede yalnızlık Allaha mahsus diye bir söz vardır, gerçi bu söz evlilik için söylenir ama evlilik bir aile kurma işi olduğuna göre sürü olmakla ilgili bir atasözüdür. Bizim sürü alışkanlıklarımız ise hayvanlarınkinden benzerlikler gösterdiği gibi farklılıklar da gösteriyor. Galiba en önemli farklılık hayvanların genel olarak bütün ömürleri tek bir sürüde (bazı sürülerde gen havuzunu bozmamak için ergenlik çağındaki erkekler ilk sürüden kovulur ve başka bir sürü oluşturur ya da kendileri bir sürü kurar) geçirirler, sonuç olarak bir anda sadece tek bir sürü içerisinde bulunurlar. İnsanlar ise aynı anda birden çok sürü içerisinde bulunurlar ve hayatlarının aile içerisinde geçen ilk birkaç ayı dışında (ana okuluna başladığı andan itibaren diyelim şuna) her zaman birden fazla sürünün üyesi olurlar. Çocuğunu kreşe gönderen her anne şaşkınlıkla çocuğun okuldayken evde olduğundan çok daha farklı davrandığını gözlemler. İnsanlar bu ikinci (okul) sürüye katıldıkları andan itibaren her bir sürülerinde farklı davranış kalıbı göstermeyi benimser. Mesela aile içerisinde, okul çevresinde, iş çevresinde eğer hobileriniz varsa bu hobilerle ilgilenen çevrelerimizde çok farklı davranışlar gösteririz, sürülerimizde iletişimde bulunduğumuz insanları da aile fertleri, iş arkadaşı, komşu, dost gibi isimlerle anarız.

Herkesin kış komşuları, yazlık site komşuları, kooperatifteki arkadaşları, parti yoldaşları, meslektaşları, fakülte arkadaşları, takım arkadaşları, akşamcıları, sanatseverleri, gezi arkadaşları, yoga arkadaşları, gezginleri, karavancıları daha sayamayacağım kadar çok gurupları (sürüleri) vardır. Kendi adıma konuşuyorum; 2 yıllık sosyal izolasyondan sonra sürülerimin ne kadar değerli oldukları kafama iyice dank etti. Bu yaz aylarında neredeyse bu iki yılın öcünü alırcasına ya ben bir sürümden diğerine koştum, ya da sürülerimden bana koşanları ağırladım.

Derler ki insan en yakınındaki 5 kişinin ortalaması gibi bir şeydir, bence insan biriktirdiği sürülerinin ortalaması gibi bir şeydir daha doğru bir söz.

Sürülerini kaliteli tut, kaliteli yaşa.

GEÇEN SENE YAPACAKLARIM LİSTESİNDEN BİR İKİSİNİ DAHA İDRAK ETTİM; SIRA GELDİ PERDE BETON DUVARLARA CAZİBE KATMAYA

Emekli olduğumda yerleşmeyi düşündüğüm yerlerden biri İznik idi, çünkü seramik yapmayı ve Osmanlı usulü süsleme sanatını öğrenmek istiyordum. İznik’e değil ama Çanakkale’ye yerleştim. Çanakkale, ülkedeki en önemli seramik fabrikalarının bazılarının bulunduğu bir kenttir. Hatta Çan ilçesinin girişinde seramiğin başkenti yazan bir tanıtım levhası var, kasabanın en önemli geçim kaynağı seramik fabrikası demek yanlış olmaz. Sanırım bölgede seramik için çok uygun toprak bulunuyor, çünkü Troya’dan beri kendine has bir üslupla (bana aşırı şatafatlı gelen) üretilmiş seramikler var. Osmanlı döneminde de İznik ve Kütahya gibi Çanakkale de seramik üretilen merkezlerden biri olagelmiştir.

Seramik kaplar, arkeolojik alanların yaşını hesaplarken, antik ticaret yollarını belirlerken ve bulunan uygarlığın, hangi paleontolojik döneme ait olduğunu belirlerken, yerleşkenin hatta kimi zaman perihistorik yerleşkelerin (henüz kendileri yazı yazmaya başlamamış, ancak çevresindeki yazı yazan uygarlıklardan haklarında bilgi alınan bölgeler) gündelik hayatlarını öğrenmeye çalışırken, çok önemli bir göstergedir. Troya şehri; gerek Homeros’un aktardığı hikayesi, gerekse bir o kadar ilginç olan bulunma hikayesi sayesinde arkeoloji bilimi için o denli önemli bir buluntudur ki dünyanın neresinde bir arkeolojik kazı yapılsa bulunan seramikler Troya’nın hangi katmanının yaşındaysa ona göre tarihlendirilir, ( örnek Truva IV ile yaşıt arkeolojik alan vb).

Son 2 yıldan beri Anadolu Üniversitesinin ‘Kültürel Miras ve Turizm’ bölümünü okuyordum, bu yaz mezun oldum. Seramik yapım ve süsleme teknikleri, hangi tekniğin ne zamanı işaret ettiği ve Truva’nın seramiklerinin tarihçesini bu nedenle gayet güzel öğrendim. Aslında ikinci üniversite, yapılacaklar listeme sonradan (salgın sayesinde) girdi, ama çok iyi oldu böylece arkeoloji ve mitoloji gibi gerçekten ilgimi çeken 2 önemli konuda sistematik bilgi sahibi oldum.

Bu şehirde çarşıda, sokak aralarında, turistik olan olmayan bir çok seramik atölyesi, dükkanı ve bir de seramik müzesi var. Buraya taşındığım günden beri bir kursa katılmak aklımdaydı, ancak geçtiğimiz kışa kadar bir türlü kısmet olmamıştı. Sonunda, ilanında benim derslerden öğrendiğim bazı teknikleri öğreteceğini yazan bir kurs buldum ve ona katıldım. Bu ilandan önce hiçbir ilanda şu, şu teknikleri öğreteceğini yazan birine rastlamamıştım. Seramik hocası, benimle yaşıt (birbirimize devrem diye takılıyoruz), telefon sesini çavbella olarak ayarlamış, hayatı Hulusi Kentmen’li bir Türk filmine benzeyen bir İstanbul hanımefendisi ve emekli akademisyen. Elbette her şeyi usulüne göre öğretmek istiyor. Başlangıç aşamasında çamura elle şekil vermeyi öğreniyorsunuz ve yamuk yumuk bir sürü nesne yapıyorsunuz. Ben bir türlü şekillendirme, boyama ve süslemede gerekli olan sabrı gösteremedim, dolayısıyla hayli tuhaf görünen, henüz onlarla ne yapacağımı bilemediğim bir sürü kasem, buhurdanlığım, kendini saksı sanan nesnelerim oldu. Sonunda dış mekanlarda kullanılabilecek içinde kum gibi sert parçacıkları olan özel bir çamur getirttik ve ben de kocaman 2 adet 2 rakamı yaptım ve parlak turuncu renkle boyadık. Kapı numaramız 22 olduğu için muhtemelen turuncu ikiler yaptığım işe yarayacak tek ürün oldu.

Önceki yazılarda, bahçede bir sürü perde beton duvar olduğundan bahsetmiştim. Yıllardan beri bu duvarları görünmez kılmak ve becerebilirsem cazip bir hale getirmek istiyorum. İlk akla gelen çözüm duvar diplerine sarmaşıklar dikip, sarmaşıkları duvarlara sarmak yani yeşil duvar haline getirmek, ama o kadar çok duvar var ki hangi birine hangi sarmaşık yetişecek, bilmiyorum. Duvarlardan birini boylu boyunca kapatabilmek için bir acemborusu, bir saat çiçeği, bir mor salkım, iki tane de sonbaharda kıpkırmızı olan Amerikan sarmaşıklarından diktim. Bu memlekette herhangi bir bitki kökünü yeraltı suyuna değdirmeden boyunu uzatmıyor, yani ilk 2 yıl pek büyümüyor. Bu yıl artık bütün sarmaşıklar 5 yaşına girdiler, bahçe içinde garaj yolunu destekleyen upuzun ve yüksek duvarda sadece 3-4 metrekarelik bir alanda çıplak beton görünüyor. O kadar ufak bir alanın da bu Ağustos ayında bilemedin seneye artık kapanacağını düşünüyorum. Bahçe ile köy yolu arasında daha da yüksek ve uzun bir duvar var ki, burayı kapatabileceğimi hayal bile etmemiştim, ancak bir arkadaşın bahçe duvarında ne kadar büyüyebildiğini görünce geçen sene bir Amerikan sarmaşığı da buraya diktim, o sarmaşığın o duvarı kapatabilmesi için 40 fırın ekmek de yetmez. Bu duvarı daha cazip hale getirebilmek için acaba duvarın dışına çam ağacı mı diksem diye düşünüyorum.

Tam bir duvarları cazip hale getirme projesinin en azından bir ayağı başarıya ulaştı derken, geçen sene komşunun arazisinde sel hasarı olunca, diğer duvarlara dik, çok çirkin bir duvar daha yaptırmak zorunda kaldık. Bu yeni duvarı da bir şekilde güzel göstermek istiyorum ki bu neredeyse olasılık dışı.

Geçen yıl bir de muhteşem mozaikler yapan memleketlim bir hanımla da tanıştım. İnanılmaz bir mitoloji merakı ve tarihi canlandırma merakı var, atölyesi ufak bir müze değerinde. Aslında bu hanım ve kişisel müzesi muhtemelen başka bir yazıma konu olacak, bana çok güzel bir hayat ağacı, kuzenime de atmaca yaptı. Seramik tabakalar yapıp üzerine doğal taşlarla mozaikler yapıyor.

Her iki kadını da bir gün bahçemde ağırlamak istedim. Seramik sanatçısı arkadaşım gelirken renkli fayanslar, pens, sıva ve derz malzemesi getirdi. Bana fayansı kesmeyi, duvara yapıştırmayı ve derz yapmayı gösterdi. Seramikle yaptığım rakamları da kullanarak, merdivenin yanındaki çok çirkin duvarlardan birine kapı numaramı yaptım. Şimdiden duvar biraz albeni kazandı, biraz da yeşertince muhteşem olacak.

diploma

Yeşertilen duvarlar

Kapı numarası

BİR AĞUSTOS BAKALIM ESKİLERE NELERİ İLHAM ETMİŞ; TANRIÇALAR, LAMMAS/ LUGHNASADH/ İLK HASAT BAYRAMI, BEREKET, DÖNGÜLER, ÜRÜNLER…

Kelt mitolojisi de Yunan mitolojisi gibi üçlemelere bayılır, hemen birçok Kelt tanrısı üçleme halinde görev başındadır. Kelt mitolojisinin birincil üçlülerinden biri ; Anu, Danu ve Tailtiu üçlüsüdür. Doğum, ölüm ve yeniden doğuş döngüsünün üç farklı yönünü temsil ederler. Anu kaynaktır, Danu harekettir ve Tailtiu bu döngünün doğasında var olan dayanıklılıktır. Büyük toprak tanrıçası Tailtiu; canlılık, güç ve dayanıklılık ile özdeştir, çok çalışkandır, geniş arazilerdeki vahşi ormanları insanlara tarım arazisi açmak için temizler. Özellikle Dublin’in kuzeyindeki bölgede (eskiden sadece elma yetişirken) buğday yetiştirilmesinde öncül rol oynadığına inanılır. Bu nedenle Tailtiu öncelikle buğday hasadının tanrıçasıdır. Hasadın, dolayısıyla Tailtiu’nun doğasında, büyüme, mevsimlerin ölümü ve yeniden doğuşun tohumları vardır. Güneş Tanrısı Lugh’un üvey annesidir, onun saltanatı sırasında tarım arazilerinde çalışırken yorgunluktan ölmüştür. Lugh, her yaz Tailtiu’nun onuruna oyun ve sporların oynanmasını emretmiştir, 1-2 Ağustos’ta düzenlenen bu festival Lughnasadh olarak tanınır. Lughnasadh’ın Taltean Oyunları, Olimpiyat Oyunlarından daha eskidir ve 18. yüzyıla kadar düzenli olarak kutlanmıştır.

Tailtiu, dünyevi olanı, mevsimsel döngüleri, toprağı, bereketi, tahılı, üzümü, elmayı, doğurganlığı, vahşiliği ve canlılığı anlatır. Her ne kadar bu festival 18. yüzyıldan itibaren resmen yapılmıyor olsa da, dünyanın kuzey yarı küresinde 1 ağustos günü (buğday ve mısır hasadı) ilk hasat bayramı olarak bilinir.  

Hristiyanlık özünde yayılımcı bir dindir, yayılmak istedikleri toprakların eski adetlerine Hristiyan anlamlar yakıştırmanın, bu topraklarda yeni dini kabul ettirmelerini kolaylaştırdıklarını çok erken dönemlerde anladıklarından Lughnasadh bayramını da kutsal ayindeki somun ekmekle bağdaştırmışlar ve bayramın adını Lammas olarak değiştirmişlerdir. Shakespeare’in ünlü Romeo ve Julyet isimli eserinde Lammasdan söz edilmektedir.

Günümüzde ilk hasat bayramı, özellikle yeniçağ akımlarından biri olan neopaganizmde yeniden canlandırılmıştır.

İlk hasta bayramı buğday hasadı ile ilgili olduğu kadar meyvelerle de ilgilidir. Çünkü hasat bilindiği gibi hemen her ürün ve her meyve için farklı zamanda yapılır. Mesela bizim köyde geçen ay önce arpa daha sonra da buğday hasadı yapıldı ve bitti. Ege’de hasat denince öncelikle eylül ayındaki üzüm hasadı ve kasım ayındaki zeytin hasadı akla gelir. Karadeniz’de ise mayıstan eylüle kadar birkaç kez çay hasadı yapılır, ağustos ayı da fındık hasadı zamanıdır.

Toprak ve bereket tanrıçası Anadolu topraklarında da Kibele (Kubaba) adıyla bilinmektedir. Kibele de, Kelt meslektaşı gibi dişi enerji ile toprağı işleyen, bereketlendiren, dengeleyen ve muhtemelen mevsimsel döngülerle de ilişkili olan bir tanrıçadır. Kibele, kadın doğurganlığından ziyade toprağın doğurganlığı ve bereketi ile ilişkili olmalıdır, çünkü adının anlamlarından biri buğday başağıdır (günümüz Türkçesinde Sibel).

Tanrı, Adem ile Havva’yı tarım yapsınlar diye dünyaya gönderdi. Benim kendi kanaatime göre yeryüzüne inip tarım yapmaya başladıkları topraklar üzerinde oturuyoruz ( bakınız Göbeklitepe ve civar ören yerleri). Dünyada tahıl (buğday, çavdar, arpa vb) bu günkü bilgilere göre, ilk kez yukarı Mezopotamya’da üretildi. Bu duruma ilk toprak ve bereket tanrıçasının bu topraklardan çıkmasından doğal ne olabilir?

Aslında dünyada insan uygarlığının, yani tarımın başladığı her yerde farklı isimlerde de olsa toprak ve bereket tanrıçası vardır. Kadim insanlar gökyüzü ve toprakla çok ilgilidirler; mevsimlerin döngüsünü, doğanın dengesini ve bütün bu olayların altında yatan gizemi anlayabilmek için çok kafa yormuşlardır. Mesela Yunan mitolojisinde ilk tanrıça Gaia (elbette doğurgan, toprak tanrıçası), Sümer’lerde Ninhursag, Türk/Moğol yaradılış destanında Toprak Ana benzer şekilde Amerika’dan Uzak Doğuya her kadim kültürde benzer görevi olan tanrı ve tanrıçalar silsilesi bulunur.

İlginçtir ki, insan uygarlığı toprağı işlemekle başladı, ancak zamanla topraktan uzaklaştı; kendine giderek daha yapay ortamlar oluşturmaya başladı. Kendi ellerimizle yaptığımız bu yapay matrikste (şehirler, sanayi, ahlaki normlar, bilim) (evet sadece maddi değil, zihinsel olarak da yapay bir vasat içerisinde yaşamaktayız) yaşamanın kolaylıkları kadar yan etkileri de var. Bu yapaylığa tepki olarak ortaya çıkan ‘yeniçağ’ akımları geometrik olarak artıyor. Bir yandan dünya küçük bir köye dönüşürken, son salgın ve ekonomik krizler açıkça bu kadar da iç içe olmamak, özünü kaybetmemek gerektiğini gösterdi. Sanırım bu iklim krizi böyle devam ederse önümüzdeki birkaç yıl tarımın önemi modern insanın kafasına çekiç gibi inecek. Mitoloji merakımdan, mütevazı bahçemden, yeniçağ akımlarına yatkınlığımdan azade;  sırf içinde bulunduğumuz iklim krizi nedeniyle, doğal bayramları anlamlarını düşünerek kutlamak ve doğanın dengesini korumak için elimizden geleni yapmak gerektiğini düşünüyorum.

Toprak Ana’yı korumak için dünyanın sağladığı ödülü (hasadı) kutlarken Toprakanayı, Ninhursagı, Kibeleyi, Gaiayı, Tailtiuyu çağırın ve doğayı dengeye döndürmek için desteğini isteyelim. Ancak önce kendimiz işe koyulmak için kollarınızı sıvayalım.

Büyük küçük demeden kendinizi doğa için bir takım şeyler yapalım, mesela fosil yakıt kullanımınızı azaltalım, bayat ekmekleri değerlendirelim, balkonda bitki yetiştirelim, meyve çekirdeklerini toprakla buluşturalım, naylon kullanımını azaltalım, giysilerimizi geri dönüşüme verelim…

Bütün bunları ister görev gibi, ister ritüellerle, ama mutlaka gelecek için, gezegen için iyi bir şeyler yapma bilinci ile yapalım.

DİŞİMİ SIKMAKTAN ÇENEM AĞRIDI, GÜNLERCE YEMEK ÇİĞNEYEMEDİM

Bir tatil yaptım ya resmen burnumdan geldi. Yoga tatilini, hem rahatsızlanmam ve hem de arabamın durduk yerde aldığı hasar nedeniyle moral bozukluğuyla erkenden kestim. Günlerce, hem de evde ustalar olduğu için 2 farklı arabaya en çok ihtiyaç duyduğumuz bir zamanda aracım tamirdeydi.

Ev resmen panayır yeri gibi, bir yandan evin içinde boya yapılıyor, diğer taraftan daha ufak tefek bir sürü iş için ustanın biri geliyor, diğeri gidiyor. Şu anda resmen kendi evimin içinde göçebe yaşıyorum, bir gece balkondaki kanepede bile yattım. Daha ev yeni, normalde birkaç yıl daha idare edebilirdi, ancak bazı sebeplerden boya çabuk bozuldu. Bunlardan birincisi evi o kadar kuvvetli yaptırmışız ki, hiç nefes alamıyor, bazı yerlerde küflenmeler oldu. geçen sene bir havalandırma bacası yaptırmıştık, bir hayli faydası oldu, ancak üst kattaki banyoda hala nem problemi var, bu yıl oraya ayrıca bir havalandırma deliği açılması lazımdı. Daha da önemli bir sebep, alt katın bazı yerlerinde (kalorifer odası olarak planlanıp, bana çalışma odası yapıldı) ve garajda mantolama yapılmamış, bu da alt katın ısınmasını oldukça zora sokuyor. Geçen yıl hiç sevmediğim dış cephe boyasını yeniletmiştim, o sırada salgın çok artmış durumdaydı, evin içini bu yıla bırakmıştım. Bu yıl gene salgın var, ama daha fazla bekleyemeyeceğim.

Müstakil ev olduğu için her yaz kışa hazırlık yapılası gereken çok iş oluyor, bu sene kalorifer peteklerinin içleri temizlendi. Bir odadan ustalar çıkınca karınca gibi oraya dalıp temizlik yapıyoruz, dolap içleri, perdeler derken perişan halim var. Mantolama işi olduğundan sanırım ustaların işleri bir haftadan erken bitmez. Bir sürü kullanılmayan, bozulmuş eşya, giymediğimiz elbiseler filan var, onları da ayıklayıp, geri dönüşüme vereceğiz.

Tabii bu arada bahçenin işleri de son hız devam ediyor, bu yıl naylonla malç yapmıştık, maalesef zararlı bitkiler için sera vazifesi gördüğü için onlardan acilen kurtulmamız gerekti. Birkaç ağaç kurumuştu, onlar kesildiler. Bu yıl yeterli gübre verememiştik, bahçede pek verim yok, gene de her gün bir şeyler hasat ediyoruz, ufak tefek turşular, soslar yapmaya başladım.

Uzun sözün kısası bu günlerde (ne yürüyüş yapıyorum ne de spor ama) en yoğun hissiyatım yorgunluk, sabahları belim tutulmuş kalkıyorum, akşamları ise bacaklarım zonkluyor. Sırf sonunda ev tertemiz olacak diye kendimi avutuyorum.

Asıl dişimi sıkmaktan çenemi ağrıttığım stresi ise bayramdan önce henüz ustalar gelmeden yaşadım.

Anlaşılan benim hayvandan yana şansım yok. Daha önce bizi sahiplenen kedi (Masti) kendiliğinden kayıplara karıştı, bir sokak köpeği sahiplendim (Pırtık) onu da kaybettim. Geçen yıl bahçeye sansar yuva yapınca bahçede bakmak için yeni bir köpek almak için bizim kızları da ikna ettim. İlk köpeğime büyükçe bir kafes yaptırmıştık, ama köpeklerin esaret altında yaşamaları hiç iyi değil, hayvanı gezmeye çıkardığım zaman enerjisini atamıyordu, biraz büyüdükten sonra beni çok sık düşürmeye başlamıştı. Bu sefer köpeğe bahçenin bir bölümünü ayırmaya karar verdim, bu kısımda serbestçe gezsin, hayvanı her gün 2 kere benim çıkarmam gerekmesin diye sebze bahçesini köpeğin giremeyeceği şekilde tellerle tamamen ayırdım.

İlk istediğim bir akbaş almaktı, Karacabey’de devlet üretim çiftliği varmış, anlaşılan köpek alabilmek için araya torpil koymak gerekiyor, bir türlü alamadım. Ben de çevreden bir köpek almaya karar verdim, bir arkadaşım bana tanıdığı bir çobanın köpeğinin yeni doğmuş yavrularından birini ayarladı. Yoga tatiline gitmeden tam da gün dönümünde gidip hayvanı gördüm, çok şen ve insana yakın bir yavruydu, belli ki koçman olacaktı. Henüz 40 günlük olduğu için biraz daha anne sütü alsın diye bıraktım. Aslında ilk planda ben bayramdan hemen önce dönecektim, bayram günlerinde ise çoban, kurban kesimi de yaptığı için meşgul olacağı için bayram sonrasında almak üzere sözleşmiştik. Yoga tatilinde hiç keyfim olmadığı için erkenden döndüm, ben de hayvanı bayramdan önce aldım.  Köpeği ilk gördüğüm gün wiccan inancına göre Litha bayramı olduğundan ismini Litha koydum.

Gittiğimde çoban ‘seninki bugün hep gizleniyor, galiba biraz hasta’ dedi, fakat ben hayvancığı aldığımda boynunda neredeyse portakal büyüklüğünde bir apse vardı, üstelik bir noktadan dışarıya sızıyordu. Köpeği kaptığım gibi soluğu veterinerde aldım. Antibiyotik ve lokal bakım önerdi, 5 gün enjeksiyon yaptım ama apse sadece biraz küçüldü. Bu sefer bir arkadaşımın önerdiği başka bir veterinere gittim. Röntgen çekti ve bana bacak eklemine ya da mediastene (kalbin ve büyük damarların içinde bulunduğu, akciğerler arasındaki alan) açılabilecek bir yerde olduğunu söyledi. Bu kez iki antibiyotik ve apsenin açılan yerinden içeriyi yıkadığım daha zorlu bir pansuman önerdi. Bundan sonra Lithaya işkence günlerim başladı, günde 2 kez ağzını zorla açıp boğazından içeri hap tıkıştırıyor, apseyi sıkıyor, içini enjektörle temizliyordum.

Hayvancık artık, internette gördüğüm, istisar edilip, duvara bakan köpeklere dönmüştü. Onun bu halini o kadar sıkıntı yaptım ki, gece dişimi sıkmaktan çene eklemim ağrıyordu, hem de çiğneyemeyecek kadar. Zaten ömrüm boyunca gece diş gıcırdatmışımdır, şimdi emeklilikte artık bu dertten kurtuldum derken, Lithaya yaptıklarımdan dolayı bir hafta boyunca bu eski derdim depreşti.

Hayvancığın boğazında birden çok ısırık ve birden çok apse varmış, çünkü başka noktalar da delindi ve buralardan farklı vasıfta iltihap aktı. Son gün apsesi bayağı küçülmüş ve akıntısı iyice azalmıştı. Ama bana daha hasta görünüyordu, iştahı azaldı, pek yürümek istemiyordu. Sonra da sanırım apselerden biri mediastene ya da akciğere açıldı, çok ciddi solunum sıkıntısı gelişti. Veterinere gitmeye fırsat kalmadı.

İki gün kendime gelemedim, ya ilk gördüğüm zaman alsaydım, büyük köpekler buncağızı boğmayacaktı, ya da bari bayram sonunu bekleseydim, hayvancık hiç işkence görmeden ölüp gidecekti. Her şey olacağına varır, geriye dönüp bakınca keşke demenin hiçbir anlamı yok onu da biliyorum.

Bana hayvan bakmak yaramıyor, hangisini tutsam elimde kaldı.

Bu arada köylerde boyunlarında çivili tasmalar olan çoban köpekleri görürseniz, sizi korkutmak için değil, hayvanı korumak için, çünkü kurtlar ve köpekler dövüşürken boğazını rakibine kaptıran hayvan ölüyor.

Lithacık
Bayağı güzel anlaşmıştık
Bu hale geldi garibim

DÜĞÜN, KLASİK KEMENÇE KAVUŞMA HİKAYESİ, YOGA KAMPI, ONDAN BUNDAN ŞUNDAN GÜZEL BİR TATİL, GENE BİR DOKTOR KATLETTİLER, GERİYE NE TATİL, NE BAYRAM KALDI

Geçen hafta sonu, Gamze ve Ali Çan ile, Berfin’in düğünü için İstanbul’a gittik. Berfin’in dedesi Nafiz Uluutku hocayı çok severim, babası Haluk ve annesi Özen de sevdiğim arkadaşlarım, Berfin’in hem bebeklik doktoru, hem de hocasıyım. Hal böyle olunca de bir günlüğüne de olsa düğüne gitmek şart oldu. Bu arada hayatımda ilk kez vejetaryen bir düğün menüsüyle karşılaştım, nikah şekeri yerine de eğitim yardım yapmışlar, çok hoş bir düğündü.

Anlatmadan geçemeyeceğim, Cumartesi günü otobüs ile gidip, hemen o gece geri döndük. Düğünde seferiydik; yol giysilerimizi, düğün giysileriyle değiştirmemiz kadınlar tuvaletini en sakin bulduğumuz bir anda, zavallı bir kadıncağızın şaşkın bakışları altında gerçekleşti. Dönerken seyircimizin olmaması bizde bir eksiklik duygusu bile yarattı. Yorucuydu, ama 24 saat bile dolmadan tekrar evlerimizdeydik.

Nafiz hocamı gayet sağlıklı görmek beni çok mutlu etti. Son bir ay içinde bebeklik doktoru olduğum 2 genç hanımın artık meslektaşım olduğunu görmek kendi yaşım konusunda düşünmeme sebep oldu. Ne kadar yaşayacaksam sağlıklı yaşamak dileğimi yeniden yüce makamlara ilettim.

Düğünden 3 gün sonra ise müzisyen arkadaşım Filiz Kaya’nın klasik kemençe kampı için yola koyuldum. Filiz, benim piyano hocamın eşi; geçen sene oldukça ilginç bir olay yaşadı; klasik kemençe çalmaya başladığı ilk yıllarda, borç harç çok iyi bir ustaya, kendine özel bir kemençe yaptırmış. Yıllar içerisinde bir şekilde kemençesini kaybetmiş, daha sonra aynı kemençeden bir tane daha yaptırmış, aradaki tek fark ilk kemençe üzerinde sedeften minik bir F harfinin olmasıymış. Geçen yıl online ders verdiği öğrencilerinden biri İstanbul’a giderken, Filiz’e kendine bir klasik kemençe yaptırmak ya da iyi bir tane bulursa almak niyeti olduğundan söz ederek, dükkan ve usta ismi sormuş. Filiz adama; eğer kendi kemençesini yaptıracaksa (yukarıda anlattığım olayı anlatarak) kemençenin bir yerine böyle bir harf yaptırmasını önermiş. Aradan daha 2 gün geçmeden öğrencisinden telefon almış, ‘bir antikacıda sizin kemençenizi buldum’ deyip,  resim göndermiş, Filiz kendi kemençesini resimden hemen tanımış. Anlaşılan, kemençe yıllarca kutusundan hiç çıkmadan, yani hiç çalınmadan bir yerde beklemiş, bundan sadece 1,2 ay önce ise antikacıya satılmış. Filiz büyük bir heyecanla gidip eski kemençesine kavuştu, kutunun içerisinden hala kendi saç tokası, resimleri çıktı. Antikacı da dürüst adam çıktı ve aleti, kendi aldığı fiyattan Filiz’e sattı. Şimdi birinde sedeften bir F harfi olan tam tamına birbirinin aynısı 2 klasik kemençe sahibi, ikisini birbirinden ayıramıyor.

Oldukça verimli bir sanatçıdır, geçen yıl önce CD çıkardı, sonra da aklına birkaç gün sürecek bir klasik kemençe kampı yapma fikri düştü. Ben de, onun hevesine ortak olmuş, Silivri koyunda yapılacak kemençe kampının son gününde, konser öncesinde guruba meditasyon yaptırmayı kabul etmiştim. Gurup oldukça heterojen idi, 8, 13 yaşında çocuklar, gençler, müzisyenlerin anne babaları yani orta yaşta insanlar vardı. Üstelik hiç kimsenin meditasyon deneyimi yoktu ama oldukça büyük bir merak ve beklenti içerisindeydiler. Ortam çok güzeldi ve gurup meditasyon için çok istekliydi, ben de güzel hazırlanmıştım; inanılır gibi değil ama çocuklar dahil bütün gurup neredeyse 1,5 saat boyunca meditasyon yaptılar. İlk niyetim 1 saatlik bir programdı, önce nefes çalışması arkasından da yoga nidra yaptıracaktım. Hocanın köpeğinin aniden havlaması üzerine, ellinci dakikada herkesin konsantrasyonu bozuldu, ben de çalışmayı erken kesmek zorunda kaldım. Fakat hiç kimsenin yerinden ayrılmaya niyetli olmadığını görünce meditasyonu bu kez sadece müzik eşliğinde yeniden başlattım. Midilli adasının karşısında, denizin üzerindeki bir platformda, güneş batarken, altından gelen dalga seslerini dinlerken hem nefes çalışması hem de meditasyon çok güzel oldu. Daha önce bu kadar yüksek bir gurup sinerjisine oldukça nadir rastlamıştım.

Bana kendi çıkardığı CD’nin yanı sıra özel olarak boyadıkları bir seramik içerisinde kaktüs ve üzerinde adımın yazdığı bir kitap ayracı hediye ettiler. Çok güzel duygularla oradan Marmaris istikametine doğru yola çıktım. Biraz yol almıştım ki arkamdan telefon ettiler, otelin anahtarını bırakmayı unutmuşum. Hemen yakındaki benzin istasyonuna bıraktım, meğer her gün birkaç kişi benim gibi oraya anahtar bırakırmış, adamlar otellerden komisyon alacağız diye dalga geçti. Burası böyle bir memleket, buna benzer bir şey için Karadeniz’de kavga çıkar, insanların bu rahatlığı beni benden alıyor.

Yolda 2 gece Sığacık’ta kaldım. Sığacık’ta gene yoga camiasından tanıdığım bir arkadaşımla buluştum, gece rüzgarlı yerlerde çay içtik saatlerce dolaştık, rüzgarda üşüttüm, ertesi gün bütün gün motelde hasta yattım. Bir gün sonra kalktığımda hala hastaydım, Marmaris yakınlarında bir köyde gerçekleşecek olan yoga kampına gitmemeyi bile düşündüm, ancak eve dönüş yolum daha uzun olduğu için kampa gitmeye karar verdim.

Bu gurup Trabzon’daki yoga ekibim. Ancak kampta hiç keyfim yoktu, hastalıktan sabah derslerine katılamadım, denize gidemedim, uyku uyuyamadım. Keyfimi bozan başka bir olay daha vardı, ama bunu yeri gelirse sonradan yazarım, ama bir daha böyle ıssız bir yerde tatil yapmaya tövbe ettim. Kamptaki en büyük macera Gökhan’ın hastalanması ve bizim gece vakti bir eczane aramak için yollara düşmemiz oldu. Yirmi dakika sonra kapalı bir eczane bulduk (aslında yan yana 2 eczane, ana oğul eczacıymış), eczanelerden bir nöbetçiydi. Nöbetler icapçı gibi evde tutuluyor, camda yazan numarayı arıyorsun, görevli evden geliyor. Burada usul böyle imiş, gene Karadeniz insanı geldi aklıma, insanların rahatlığına, toleransına şaşırdım.

Yıl boyunca online derslerden tanıdığım insanları yüz yüze tanımak (bana kitap bile hediye ettiler), yıllardır görmediğim arkadaşları görmek, yeni insanlarla tanışmak güzeldi. İnsanların birbirinden ne kadar farklı oldukları, olaylara ne kadar faklı tepki verdikleriyle ilgili kayda değer bir gözlem; Aslı çocuğu ve köpeğiyle geldi ve ikisini de yanından neredeyse ayırmadı diyebilirim, bir başka arkadaş, köpeği var diye onu düşüncesizlikle hatta korkutucu olmakla suçladı. Bir de otelin sırnaşık kedisi iki kız kardeşin yattığı odaya girmiş, kızlardan birinin üzerine çıkmış kız çığlık, çığlığa uyanmış. Her iki kardeş de hayvanlardan korkuyorlar, komik olan kız kardeş ertesi gün bize kediyi nasıl kovduğunu anlatıyor. Kediyi kaçırmak için kışt diyormuş, kedi aldırmıyormuş, kediye ‘ kışt da kışt, sana git desem anlamazsın, kışt diyorum, kışt da kışt, yürü git’ diyormuş. Bundan sonra bir kedi edinirsem adını kıştdakışt koyacağım. Bu kızcağız Aslının köpeğine de ‘bak Deyzi seninle arkadaşız, az önce seni ben gezdirdim, sevdim, beni niye korkutuyorsun’ diyordu.

Ben aşırı keyifsiz olunca 2 gün önceden dönme kararı aldım.

Bir de gene bir meslektaşımızı ve sekreterini işbaşında öldürdüklerini duydum, iyice moralim sıfırlandı. Nasıl bir şeyse, konuya yayın yasağı geldi, doktorların iş bırakma eylemleri neredeyse vatan hainliği olarak lanse ediliyor. Aklım işe bu tavrı bir türlü almıyor.

‘Önce Allah, sonra siz’ yalakalığından, ‘Öldürmek de neymiş, döv yeter’ nankörlüğüne hangi ara gelindi?

Bu konuda yazacak çok şey var, ama hiç içimden gelmiyor. Bu memlekette kurtarma önceliğini neye vermeli şaşırdık, ormanları mı, akarsuları mı, denizleri mi, çocukları mı, hayvanları mı, kadınları mı, doktorları mı, avukatları mı? Nasıl bir toplumsal cinnet halidir bu anlayamıyorum.

Bir yandan da Tunç Fındık, 14X8000 projesinin son ayağını bitirmeye hazırlanıyor. Bütün iyi dileklerim onunla, kazanılmadık kupa bırakmaya kadın voleybolcularla ve dünyayı daha güzel hale getiren organik çiftçilerle. İnsanlardan umudumu kesmemek için onların varlığına ihtiyacım var.

Yoksa bütün hayatım boyunca gönüllü şekilde insana ve insanlığa hizmet için yaşadığım, ruh, zihin ve beden yorgunluğumun artık hiçbir anlamı kalmayacak. Büyüyünce gitsin, değerli bir insanı, bir kadını öldürsün, çocuklara, hayvanlara tecavüz etsin, ormanları yaksın diye mi tedavi ettim bu çocukları diye düşünürken yakalıyorum kendimi.

hediyelerim

sığacık
kemençe kampında Berkin ile
yoga kampı Gökhan ve Burcu
yoga kampı

NEREDEYSE ÜÇ YIL ÜSTÜNE TRABZON’A GİTTİM, BİR-ÇEŞİT-TÜRKAN-ŞORAY OLARAK KARŞILANDIM.

Önce şu Türkan Şorayın anlamını açıklayayım; yıllar önce asistanım Sevcan (Adanalı) ile şehirde yürüyordum, yolda her karşılaştığımız bana selam verdi, ben alışığım ama Sevcan bayağı etkilendi ve ‘hocam siz de bir çeşit Türkan Şoraysınız’ dedi. Trabzon’da doğdum, bir de üstüne 25 yıl bilfiil doktorluk yaptım, çevredeki 6 ilde elimin değmediği çocuk kalmamıştır, üstelik bu çocukların çoğunu yıllarca takip ettim, çocukların büyüdüklerini izledim. Çocuklar ve aileleri beni tanıdı. KTÜ’de hocalık da yaptım birçok öğrencim oldu, çevredeki hekimlerin çoğu beni tanıdı. Zaten tanınmış bir ailenin çocuğuyum. Bütün bunlar bir araya gelince yerel bir şöhret kazandım tabii. Yani ‘birçeşittürkanşoray’ lakabını hak ediyorum. Sadece Trabzon sokaklarında değil, mesela Giresun’da benzincide, Erzurum’da otel sorarken, otoparkta boş yer ararken, birçok kez beni tanıyan insanların desteğini aldım. Daha da iyisi; Zigana, Rize dağlarında kaybolduğumuz ve yol sorduğumuz ilk kişinin, doktor hanım sizi burada görmek ne güzel diye dediği çok olmuştur. Bu anılar bana, o sırada yanımda bulunan arkadaşlarım tarafından sıkça hatırlatılır. Hatta Trabzon’da benimle görece geç tanışan bir kişinin bir hafta sonra hayretle ‘seni  Trabzon’da tanımayan yok’, daha sonra Çanakkale’ye geldiğinde aynı hayretle ‘seni burada tanımıyorlar’ dediğini de unutamam. Yani benim türkanlığım burada geçerli değil.

Trabzon’a son olarak 2019 yılının sonbaharında gene KTÜ pediatrinin yaptığı bir kongre dolayısıyla gitmiştim. O zaman, Çanakkale’den bazı arkadaşlar, Karadeniz’i çok merak ettikleri için, bir hafta önceden gitmiş, hafta boyunca onlarla özet ama dolu dolu bir Doğu Karadeniz turu yapmıştık. Bu turistik gezinin sonunda ise Trabzon’da kongreye katıldım, ancak gezide galiba virüs kaptık, birçoğumuz o son gün ateşlendi. Ben de kongre boyunca sadece konuşmamı yaptım, bir de zorla galaya katıldım, kalan zamanda yorgan döşek yattım, sonuç olarak pek de kimseyi göremedim.

İki yıl izolasyonda kaldıktan sonra bu yaz mutlaka Trabzon’a gitmeye karar vermiştim. Karadeniz’de havaların en güzel olduğu mevsimler bence ya Mayıs, ya da Eylüldür, acaba hangi ay gitsem diye düşünürken, KTÜ’den Prof. Dr. Murat Çakır aradı ve bu yıl yapacakları kongrede bir konuşma önerdi. Tabii derhal kabul ettim ve biletimi kongre sonrasında da bir süre kalmak üzere ayarladım.  Neredeyse 3 yıl üzerine uçağa bindim, sadece ben değil birçok kişi de yolculuğu kısıtlamış olmalı ki hem uçak saatleri değişmiş, hem her gün uçuş yok. Bu gezide anladım ki gerçekten artık kimse maske takmıyor.

Gidiş yolunda, Esenboğa havaalanında 10 saat beklemem gerekiyordu. Ben de Hacettepe’ye uğradım Fatma Gümrük, Ayşegül Tokatlı ve Nural Kiper ile yemek yedik, hasret giderdik. Kıdemliler masası pozu vererek resimler çektirdik, muhtemelen onuncu kez beni ziyaret etme sözü verdiler. Hacettepe benim öğrencilik zamanımdan oldukça farklı, ufak bir sanat müzesi bile yapılmış, korku hissimizi köreltecek, travma sonrası stres bozukluğu yaşatacak kadar terör içerisinde yaşadığımız o mekanlardaki bu değişim bana çok anlamlı geldi.

İlhan da kongreye geliyormuş, havaalanına birlikte dönmeye karar verdik, yemekten sonra muayenehanesine gittim, maskesiz kahve içtik, arabası ile havaalanına gittik, CİP salonunda ağız açık yemek yedik, Trabzon’da kahvaltıları birlikte yaptık, bolca konuştuk. Perşembe akşamından Cumartesi sabahına kadar sürekli birlikteydik. Cumartesi günü otelden çıktım, kuzenimde kalmaya gittim. Salı sabahı Fatoş beni arayıp İlhanın korona olduğunu söyledi. Neyse ki bana bulaşmamış, teyzeme bulaştırsam vicdan azabından ölürdüm. Zaten Trabzon’da tanıdığım herkes en az bir kez hastalanmış, hem aşısız iken hem de aşılı iken hasta olan bile var, dikkatimi çeken bir başka şey de, arkadaşlarımın içinde son 3 ayda hastalanan bir hayli kişi olması.

Bu kez zaten neredeyse 3 yıl sonra gitmişim, birkaç hasta ailesi geleceğimi duymuş, çocuklar geldi. Eski bebeklerimden kiminin boyu boyumu geçmiş, kimi evlenip çocuk sahibi olmuş, doktor çıkıp ihtisas kazanan bile var, bundan büyük güzellik olur mu? Üstelik bu çocuk beni örnek alıp doktor oldu, şimdi de gene beni örnek alıp pediatrist olmaya karar verdi. Eski asistanlarım ile birkaç fasıl toplanıp eski günleri andık, kahkahalarımız mekanı sardı. Benim de unutamadığım birkaç hastayı ve bunlara yaklaşım şeklimi hala bu gün olmuş gibi hatırlıyorlar. Meşhur cıva zehirlenmesi, korkunç suçiçeği ve taciz sanılan ve bakar bakmaz nöroblastom dediğim hastalar uzun uzadıya konu oldu. Hiç biri onları nasıl deliler gibi çalıştırdığımı unutmamış. Birlikte çalıştığımız hemşirelerin çoğu hala çalışıyor, onlarla buluşmak da çok güzeldi. Her gün 3/5 ayrı program yaparak birçok kişiyle buluştum, daha görmediğim de birçok kişi var. O kadar ki, kuzenim Sibel bile bu kadar tanındığıma şaşırdı, çünkü onun sitesinde de gören yanıma koştu.

Tabii Pazar’a da gittim, bu kez de MUKUT ekibi ile zaman geçirdim.

Trabzon çok değişmiş. Bir sürü yol yapılmış, tarihi kısımda çok yıkım olmuş, gerçekten de tanımakta zorlandım, hele araba kullanmaya kalksam sanırım hiç beceremeyecektim. Boztepe’ye yapılan viyadük ve tüneller ise şehrin coğrafyasını bile değiştirmiş. Bir çok yeni otel açılmış, bunlardan birinde kongre için 2 gece kaldım, bir diğerinde ise bir hasta sahibim işlettiği için bir yemek yedim. Trabzon deniz kıyısında olduğu halde sırtını denize dönmüş bir şehirdir, yakın zamanda Arsin tarafına doğru çok büyüdü, o kısımda birçok plaj yapılmış, denize girilebilecek geniş alanlar var.

Rize tarafında ise en büyük fark bizim eve çok yakın hava alanı. Bizim evden görünen Cenevizlilerden kalma, eski haberleşme kulelerinden biri olan ve deniz içindeki bir kayada bulunan ‘Kızkule’ artık havaalanının dalgakıranı içerisinde kalmış. Bu manzaraya alışmam pek mümkün değil.

Sonuç olarak gördüğüm insanlardan pek memnunum, gördüğüm değişikliklerin bazıları güzel, bazıları ise içimi acıttı. Galiba bir daha bu kadar uzun süre uzak kalmamakta fayda var.

Ankara
Kongre
KIZKULE
Bebeğim artık meslektaşım
Yoga ekibiyle
TEV
Sibelle
Avrasya Üniversitesinde
Eski asistanlarla

İZOLASYON GÜNLERİNDE ONLİNE YAŞAMAK VE BİR DE AÇIK ÖĞRETİM DİPLOMASI

Bu bloğu yazmaya, gelecek kuşaklar için sivil tarih örneği olması amacıyla başladım. Elbette en iyi bildiğim kendi hayatım olduğu için bu devirde ne yedik, ne yaptık onları geleceğe devretmek için kendi hayatımı yazmaya başladım. Bun bilgilerin önemli olduğunu düşünüyorum, çünkü insanoğlu çevreyi çok değiştiriyor ve değişim hızı da giderek artıyor, bundan 30 yıl sonra nelerin değişeceğini bu günden düşünmem pek mümkün görünmüyor. Emin olduğum tek şey giderek artan oranda sanal dünyaya ve yapay zekaya bağımlı yaşanacak. Gene emin olduğum şey insanoğlu olağandışı durumlarda olağandışı uyum yeteneği geliştirecek. Son 2 yıldan beri global bir salgının içerisinden geçiyoruz. Olağan saydığımız bir çok şeyin nasıl değerli olduğunu idrak ettik. Hiç düşünmediğimiz ve başımıza gelen birçok duruma uyum sağladık. Burada biraz kendi izolasyona uyum sağlama sürecimden söz etmek istiyorum.

Pandemide, ülkemizdeki ilk vakalara 2020 yılının ilk aylarında tanı koyulmaya başladı, Mart ayının ortalarında ise ilk izolasyon tedbirleri alınmaya başladı. Elbette, biraz olsun epidemiyoloji (salgın bilimi) bilen biri olarak, bu salgının öyle birkaç ayda bitmeyeceğini anlamam hiç de zor değildi.

İlk izolasyonda 65 yaş üzerine sokağa çıkma yasağı geldi, şehirde oturanlar her şeyi eve getirttiler (birçok kurye trafik kazasında vefat etti, maalesef).

Bizim köye herhangi bir kurye hizmeti yok, haftada bir gün Ptt dışında hiçbir paket servisi kapıya gelmiyor, yani market alışverişini telefonla yapmamız mümkün değildi. Evde benden başka 65 yaş altında kimse yok, bizim kızların sokağa çıkma yasağı vardı, böylece şehre inip markete gitmek hep benim işim oldu. Fakat başlangıçta henüz hastalıkla ilgili herhangi bir bilgi yoktu, dolayısıyla çok endişeliydik. Eve hastalık taşırım endişesiyle, şehre mümkün olduğu kadar az indim. Sanırım 10/12 günde bir market için gittim, şehre inmek beni hiç mutlu etmedi, sokaklar terk edilmiş gibiydi, çok keyifsizdi.

Zaten ne bir arkadaşınla buluşabiliyorsun, ne misafir kabul edebiliyorsun. İzolasyon başladığında Sermin köydeki kadınlara okuma yazma kursu veriyordu, yaşlı olduğumuz için hastalık taşımayalım diye gelmekten vaz geçtiler.

Bizim eve iki haftada bir temizlik şirketi geliyor, Nermin onlar da gelmesin diye tutturdu, ama buna razı olmadım. Aylarca eve bu kadınlardan başkası girmedi, onlarla da evin içinde köşe kapmaca oynadık.

Bütün hayatım boyunca, günde minimum birkaç yüz kişi ile muhatap olmuş bir insan olarak hep şöyle 3 ay boyunca insan yüzü görmesem, insan sesi duymasam diye dua ettim. Demek bazıları eşref saatine denk gelmiş, 2 yıl insan yüzüne hasret kaldım. Ne istediğine dikkat etmek lazım, en tuhaf istekler bile gerçekleşebiliyor.

Benim en büyük şansım köyde yaşamak oldu, yaz kış demeden kendimi dağa bayıra vurdum, köyün etrafında nereye kadar yürüyebileceksem, yürüdüm. Köyün etrafında ne kadar dere yatağı, orman yolu, mezarlık, eski kalıntı varsa keşfettim. Neyse ki turistik bir alanda değilim, turistik alanlardaki köylerde jandarma dolaşıp yürüyen insanları evlerine gönderdi. Evcil hayvanı gezdirmek serbest olduğu için duyduğumuza göre, insanlar sıra ile sokak köpeklerine tasma takıp gezdirmişler, hatta bugün bu köpeği gezdirme sırası bendeydi diye kavga bile çıkmış.

Bunun dışında her gün bahçede deli gibi çalıştım, ot yolmaktan, dünyayı yabani ot gibi görmeye başladım. Gene de kara kara kışı nasıl geçirebileceğimi düşünmeye başladım. Eve bir sürü el işi malzemesi ve kitap yığdım, fakat zaten bunları yaparım, belli ki bana bambaşka kaliteli zaman geçirme yöntemleri gerekliydi. Bu ıssızlıkta ben de herkes gibi telefona ve internete sarıldım.

Normalde yıllardır düzenli yoga yaparım, Çanakkale’ye yerleşeceğim zaman ilk aradığım şey yoga salonu olup olmadığıydı. Tabii izolasyonda bütün salonlar kapandı, neyse ki derhal zaman ayak uydurup, online dersler vermeye başladılar. Ben de yatak odamın rahatında yoga yapmaya başladım. Kimse baş üstü durabildiğimi falan düşünmesin, ancak sırtımın kamburunu biraz olsun düzelttiğini, ya da en azından ilerlemesini durdurduğuna iman ettiğim için ısrarla devam ediyorum. Üstelik kendimi iyi hissetmemi sağlıyor.

Sadece yoga dersleri almadım, birçok değişik konularda seri sohbet toplantılarına da katıldım, öyle ki hemen her akşam bir programım vardı. Bu programlar sayesinde haftanın hangi gününde olduğumu takip ediyordum desem yalan olmaz, çünkü günler birbirinin aynı geçiyordu.

Çanakkale’ye geldikten bir yıl sonra piyano dersleri almaya başlamıştım, bu dersleri de online yapmaya başladım. Piyano konusunu da biraz açmak gerekirse, buraya göçtüğüm sene arkadaşım Semra Haver Uğurgelen çok mutsuzdu, çünkü anne ve babası birkaç ay ara ile vefat etmişlerdi. Ben arkadaşımı son bir yıl içerisinde en az 10 yıl yaşlanmış görmüştüm, onu mutlu etmek için bir sürü toplantılar, geziler yapmıştım. O da beni Güzelyalı’daki evinde bizi ağırlamayı severdi. O evde bir piyano var (evle birlikte onu da satın almıştı), her gidişimizde birilerini bulup bizim için piyano çaldırdı. Ben de çocukken evimizde piyano olduğunu, benim de ufacıkken birkaç sene ders aldığımı, ancak hiç yeteneğim olmadığını, tamamen unuttuğumu söylemiştim. Bu konuşmanın üzerine ikimiz birlikte piyano dersi almaya karar verdik, asıl çalmak isteyen oydu, ben ona eşlik edecektim. Sonra ne olduysa oldu, ben ders almaya başladım, bir piyano aldım, Semra bir türlü başlayamadı, derken hastalandı ve uzun bir mücadele sonucunda rahmetli oldu. Sonuç olarak ben 4 yıldan beri piyano dersi alıyorum ve hala çalmayı beceremiyorum, ama inatla ders almaya devam ediyorum.

Her gün düzenli olarak yürüyüş yaptım, piyano çalıştım, ne kadar fastfood çeşidi varsa yaptım. Şimdi madem bunca işin var, daha bela mı arıyorsun diye düşünen olabilir, ancak bütün bunları yapıyorum, gene bir sürü zaman kalıyor. Çünkü televizyon izlemem. Uykum da iyice kısaldı. Roman okumaya konsantre olamıyorum. Elişi yapmayı da canım pek istemedi. Günler bir türlü bitmek bilmiyordu.

Önümde izolasyonla geçecek uzun bir zaman var, bir konuda online eğitim alayım diye düşündüm. Buraya geldiğimden beri tıbbi ve aromatik bitkiler yetiştirdiğim için, fitoterapi eğitimi almaya karar verdim, bir kurs bulup katıldım. Sonuç olarak bütün dünyada kullanabileceğim bir sertifika aldım, ancak eğitimi hiç beğenmedim, hiçbir şey öğrendiğimi de düşünmüyorum, üstelik daha kış gelmeden, sadece 3 ayda bütün kursu bitirdim.

Bu kez bari ikinci üniversite okuyayım diye düşündüm. Doçent olduktan sonra, biraz tıp dışı bir şeyler öğrenmek amacıyla açık öğrenime başlamıştım. O zamanlar açık öğrenim için yeniden üniversiteye giriş sınavına girmek gerekiyordu. Ben de 20 yıl aradan sonra yeniden sınava girdim, bayağı da yüksek puan aldığım için gargaraya gelip, en yüksek puanla girilen işletme bölümüne girdim. Fakat hem konular ilgimi çekmedi, hem de sınavlar hep benim yurt dışında kongrede olduğum zamanlara denk geldi. Ben sınavlara girmeyince sonunda beni okuldan attılar.

O zamanlar yanılmıyorsam sadece Anadolu Üniversitesinde açık öğrenim vardı, şimdi birkaç üniversitenin daha açık öğrenim bölümleri var. Üstelik bir üniversite okuyan bu bölümlere sınavsız giriyor. İkinci üniversite için, arkeoloji ve sanata meraklı olduğum için, Anadolu Üniversitesinin, 2 yıl süren, Kültürel Miras ve Turizm bölümüne kayıt yaptırdım. Üniversiteden, yurttan ömürlük arkadaşım Olcay ise, fotoğraf bölümüne kayıt yaptırdı.

Çok doğru bir karar almışım, derslerin birçoğu benim oldukça ilgimi çeken konulardı. En güzel tarafı da kış sabahlarında yapacak bir işim oldu. Zaten, sabah erken kalkarım, biraz uyusam bütün gün başım ağrır; izolasyon sürecinde uykum iyice kaçtı, sabah beş, beş buçuk gibi uyanmaya başladım. Bu memlekette özellikle Aralık ayında sabah dokuzda hava aydınlanıyor. Bu karanlık sabah saatlerinde ders kitaplarım ilaç gibi geldi. Üstelik daha önce bilgisayar ekranından okuduğum hiçbir şeyi anlayamazdım, inatla ekrandan okudum, böylece ekrandan okuma kısıtlılığımı da biraz kırmış oldum.

Aslında Türkçe, İngilizce, Cumhuriyet Tarihi gibi derslerimiz de vardı. Benim ana amacım zaman geçirmek olduğu için bu dersleri de almak istedim, fakat sistem ilk sınava bir hafta kala beni zorla muaf tuttu. Sonuç olarak her yarıyılda dörder dersim vardı. İlk sene sınavlar da online yapıldı. Yaz okulunda, 5 dersi aşmamak koşuluyla, ikmale kaldığın dersler dışında önündeki yıldan da ders alabiliyorsun. Yaz okulunda son senenin her iki yarıyılından birer ders aldım. Çünkü ikinci yıl artık hastalıkla ilgili bilgiler çok artmıştı, nasıl korunacağımızı öğrenmiştik, aşılarımızı da olmuştuk, yavaş yavaş da olsa mekanlar açılmıştı, arkadaşlarla yüz yüze sosyalleşmeye başlamıştık. Böylece, ikinci yıl her yarıyılda sadece 3 ders çalıştım.

Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesinden 3,65 not ortalaması ile mezun olan ben, bu okuldan 2,79 ile mezun oldum. Olsun, azmettim bitirdim ya ona bakarım. Bu diploma hiçbir işime yaramayacak, ama istesem resmen profesyonel turist rehberi olabilirim. 

AYŞE NUR ÖKTEN

DİPLOMA TARİHİ 23.05.2022

DİPLOMA NOTU 2,79

Mezuniyet Türü

ÖNLİSANS

Fakülte

AÇIKÖĞRETİM FAKÜLTESİ

Bölüm

KÜLTÜREL MİRAS VE TURİZM

Fakülte Giriş Türü

SINAVSIZ İKİNCİ ÜNİVERSİTE

Yabancı Dil

İNGİLİZCE

Kayıt Tarihi

01.09.2020

Büro

ÇANAKKALE

Sınav Merkezi

ÇANAKKALE

ZAMANI YÖNETME ŞEKLİM ÇOK FARKLANDI, ZATEN AKLIM DA BİR GELİP BİR GİDİYOR ARTIK.

Zaman çok garip bir kavram, herkes farklı bir şekilde algılıyor, hatta aynı kişi bile farklı durumlarda farklı değerlendirme sistemine sahip olabiliyor.

Bana kişinin sözlerinden bir demet sunun size, söyleyenin kaç yaşında olduğunu söyleyeyim. Örnek mi; insan ergenlik yaşındayken kendini herkesten akıllı hissediyor, ancak çevresi tarafından ciddiye alınmadığını düşünüyor. Eğer birisi, ‘akıl yaşta değil baştadır’ atasözünün çeşitlemelerini kullanıyorsa bilirim ki en azından 25 yaşından daha gençtir ve ciddiye alınma talep etmektedir. Buna karşılık ‘insan hissettiği yaştadır’ sözü ve çeşitlemelerini sıkça kullanıyorsa bilin ki minimum 50 yaşındadır ve bedensel olarak artık eskisi gibi olmadığının da pekala farkındadır, ama kuyruğu dik tutma gayretindedir.

Eğer yaşlanmak yerine ‘yaş almak’ demeyi tercih ediyor ise bu birey bilin ki 60 yaş üzerindedir. Hafızasını oldukça güvenilir bulmaktadır, zevklerinin iyice rafine olduğunu, yaşam deneyimleri sayesinde özellikle fazla beden çalışması gerekmeyen işleri çok daha kolay halledebildiği için pek çok açıdan genç halinden daha üstün olduğunu düşünmektedir. Geçen günlerden birinde bir arkadaşım; yaşlanmayan, yaş alan bir insanın 60 yaş üzerinde çok daha değerli olduğunu öne süren bir yazı paylaştı. Buna cevap olarak bir başkası yaşla ilgili problem yok, mesele önümde az zaman kalması diye cevapladı. Bu söz üzerine bir hayli düşündüm, zaman nedir, az zaman, çok zaman ne demektir, yani felsefe yaptım kendimce.

Evet, biz modern toplumlarda zamanı hep doğrusal bir şekilde algılıyoruz, oysa tarım toplumlarında döngüsel algılanır. Çünkü şehir yaşamında işler mekanik saatle, tarım toplumlarında ise doğanın döngülerine ayak uydurarak yapılıyor.

Çalışırken işe gidiş saatim, hangi gün, hangi saatte ne yapacağım çok büyük ölçüde belliydi. Üstelik bütün işlerimi özellikle masa taksimlerine yazarak, oradan takip ettiğim için günlük zaman çizelgemi çok başarılı bir şekilde yönetebiliyordum. Her saat diliminde yapılması gereken işlerim belli olduğundan, o dilimdeki işi vakitlice bitirme gayretinde olurdum. Bu sayede günlük işleri bitirmek için saatlerce fazladan hastanede kalmam gerekmezdi. Hastaneden geç çıkma sebebim ya acil hasta ya da en fazla bizzat asistanımla birlikte okumam gereken bir çalışma filan olurdu.

Şimdi çok kısıtlı da olsa toprakla uğraştığım için, işlerimi ancak aylık, hatta mevsimlik olarak planlayabiliyorum. Zamanı planlama işi; hava şartlarının uygun olmasını beklemek ve bu uygun zamanlarda gereken ekipmanı ve elemanı bir araya getirmek şeklinde değişti. Örnek olarak bu ay sonuna kadar yazlık sebze tarhlarını hazırlamamız uygun olur, çünkü Hıdrelleze kadar dikim işini tamamlamak gerekiyor. Oysa şu anda çok şiddetli yağmur yağıyor, bütün dereler, su yalakları başına kadar dolu, toprak balçık gibi. Bu durumda önce yağmurlu günlerin bitmesini, daha sonra birkaç gün de toprağın üzerinde çalışılabilecek kadar kurumasını bekleyeceğim. Bundan sonra ise fideleri, naylonları, gübreleri, su borularını hazır edip, bahçıvan çağıracağım.  Bahçıvanımın bir sürü yapacak işi var, onu ayarlayabilmek için yağmurun bittiği günden önce aramam lazım. Daha önceden de bir işi yapabilmek için birçok değişkeni bir araya getirecek organizasyonları yapmam gerekirdi, ama o zaman önemli olan bu birlikteliği, şu gün bu saatte ayarlamaktı. Şimdi ise organizasyon yapabilmek için takvimden çok, meteorolojik verilere ihtiyacım var.

Aslında hem şehir hem de köy hayatı yaşadığım için, hem yapay hem de doğal zaman göre ayarladığım işler oluyor.

Geçtiğimiz hafta sonu yurt dışında yaşayan kuzenim Emre; İstanbul’a geldi, orada buluştuk. İstanbul’a gelme sebebi çok ilginç; birkaç ay önce nüfus idaresinde çalışan bir akrabamızdan Emre’nin bir silah ruhsatı için arandığını öğrendik. Meğer rahmetli annesinde aileden kalan antika bir tüfek varmış ve annesinin üzerine ruhsatlıymış, annesi öldükten sonra kimsenin aklına bu 100 yıllık Rus yapımı silahı (Çarık döneminden kalma, aile yadigarı) Emre’nin üzerine ruhsatlamak gelmemiş, yani yıllardan beri evde ruhsatsız silah bulunduruyor görünüyor. Emre de silahın ruhsatını üzerine almak için geldi, hem de  bu kısıtlı zamanı arkadaşları ve bizlerle buluşarak değerlendirmek istedi.  Ben de onu görmek için 2 günlüğüne İstanbul’a gittim.  Yeğenlerim, kuzenlerim ve onların arkadaşları ile zaman geçirmek güzeldi, ama ben gene paralel evrenlerde yaşadım. Emre’nin arkadaşları da kendisi gibi, masası dekanlar, rektörler, profesörler, dünya çapında adamlarla dolu oluyor.

Neyse bir akşam gayet lüks bir yerde resmen bir üniversite kurmaya yetecek kadar akademisyenle birlikte gırgır şamata yemek yiyoruz, aniden telefonuma Sermin’den şöyle bir mesaj geliyor; komşunun bahçesinde çakal gördüm (Daha önce sıkça yazdım, köyde oldukça değerli yaban hayatı var ).

Resmen komşunun, imam nikahlı olarak da benim kedim olan Sarıgacı geçen hafta doğum yaptı ve mekanına bu kadar sadık hayvan, ilk kez yavruları her zamanki ahırından farklı bir yere taşıdı. Birkaç gün ortalıkta görünmedi, çok merak içindeydim. Bahçesine çakalın dadandığını duyunca ortadan kaybolması anlam kazandı tabii. Bu hayvan dünya kedi federasyonu olsa başkanlığını yapabilecek kadar kedilik biliyor, bayağı gurur duydum onunla. Üniformaları içerisinde garsonların etrafımızda dört döndüğü bir masada aklımın çakaldan kaçan kedide olması paralel evren değil de nedir?

Merak etmeyin kedi sağ, bu gün gayet sırnaşık bir şekilde yemeye geldi, birkaç gün bende yemedi ya karnı iyice içine kaçmış; onun lüks lokantası da benim.

Anne babasının dilleri farklı olan bebeler gibiyim, bir köylü, bir şehirli, zaman bir öyle, bir böyle, aklım bir orda, bir burda.

Show Buttons
Hide Buttons