Category Archives: Genel

KORKUYA VERİLEN BEDENSEL CEVAP TİPLERİ, KORKUNUN BEDENDE BIRAKTIĞI (BELKİ DNA’ DA BİLE) KAYITLAR

Bu günlerde ‘Beden Kayıt Tutar’ isimli bir kitap okuyorum, kitapta yaşanmış travmaların (korkutucu deneyimler) bedende nasıl kayıt edildiği ve çeşitli hastalıklara zemin hazırladığından söz ediliyor.

Kitabı okudukça ‘korku’ deneyiminin insan üzerindeki etkileri, daha da çok korku duygusu ve kendi korku deneyimlerim üzerine düşünüyor ve bazı çıkarımlarda bulunuyorum.

Korku duygusunun ortaya çıkması başlıca iki şekilde oluyor. Korku; içinde yaşadığımız anda meydana gelen gerçek bir tehlike karşısında ya da herhangi bir tehdit yokken, görünürde korkutucu bir şeyler bulunmazken ortaya çıkabiliyor.

Gerçek bir tehlike karşısında ortaya çıkan korku organizmanın hayatta kalmasını sağlayan oldukça sağlıklı bir duygudur. Tehlike anında (çok kısa bir özetle) sempatik sinir sistemi aktive olur, adrenalin ve benzeri homonlar salgılanır ve bedende ‘savaş ya da kaç’ şeklinde fizyolojik cevaplar silsilesi meydana gelir. Kan basıncı artar, kaslara kan (ve şeker) hücum eder ve koşmaya ya da savaşmaya başlarsınız.

Mesela yakınlarda bir yerde elinde silahla sağa sola ateş eden birini gördünüz, freni patlamış bir araç üzerinize doğru geliyor, aniden patlayıcı bir ses duydunuz, bu gibi durumlarda korkmak en sağlıklı duygusal cevap olacaktır. Çünkü organizmanın hedefi hayatta kalmaktır.

Gerçek tehlike karşısında hormonların verdiği yanıt tektir, ancak her insan bu hormonal değişikliğe aynı şekilde tepki vermez. Adrenalin artmasına verilen fiziksel cevap KAÇ/SAVAŞ gibi özetlenebilse de hiç de azımsanmayacak bir gurup DONAKALIR. Hareket edemez, ses çıkaramaz (çok meşhur bir örnek olarak, karatede siyah kuşak sahibi bir kadının vahşi tecavüze uğraması sırasında saldırgana saldıramamasıdır).

Korktunuz ve adrenalin salgıladınız. Acaba fizyolojik cevabınız savaşmak mı, kaçmak mı, donakalmak mı olacak?

Genel olarak her insanın kendi adrenaline karşı verdiği fizyolojik cevap tek tip oluyor, bir insan savaşçıysa savaşıyor, kaçıcıysa kaçıyor, donucuysa donuyor. Yani bir insan stres karşısında bir gün donarak, diğer gün kaçarak ya da savaşarak cevap vermiyor.

Bu cevabı nasıl yaşadığınız (birçok hastalığın temelinde yatan ana nedenlerden biri olmalı) sizin daha önceki yaşam deneyimlerinize, genel ruh halinize, bedeninize ve hayatınıza bakış açınızla ilintili olacaktır.

Örnek verecek olursam, birçok kadın hissettiği ani bir korku karşısında çığlık atar (bu bir savaş mekanizmasıdır, yüksek ses düşmanı korkutabilir). Birçok erkek kendini tehdit altında hissettiği zaman sesini yükseltir, ayağa kalkar, kollarını açar (fiziksel bedenini olduğundan büyük gösteriyor) ya da gerçekten kavgaya tutuşur, bu da bir savaş durumudur.

Bazı insanlar ise tehlike sezdikleri ortamlardan uzaklaşır, başına iş çıkaracağını düşündüğü sohbetlere katılmaz, korktuğu kişiye fazla görünmez, bu gibi durumlar modern zamanda sempatik sistemin tetiklediği kaçma cevabıdır (ne de olsa eskiden olduğu gibi peşimizden yaban hayvanları kovalamıyor).

Donakalanlara gelince (hayvanlar da saldırıya uğradıklarında ölü taklidi yaparak bazı durumlarda avcıdan kurtulabiliyorlar), çığlık atamaz, kendilerine bir haksızlık yapıldığında cevap veremez, sözlü sınavda tutulur, hatta üzerine doğru gelen arabadan kaçamaz, öylece bakakalır.

Ben donakalırım, donmanın daha iyi anlaşılması için kendi deneyimlerimden örneklendireceğim.

Şehirlerde şiddetli ve sürekli terör yaşandığı bir dönemde üniversite okudum, bir olay patlak verdiğinde olduğum yerde kalakalırdım,  mümkün değil ayaklarım yerden kalkmazdı, bu sayede herkes koşarken geride kalırdım ve ben hiçbir hareket yapmadan tehlike benden uzaklaşmış olurdu. O zamanlar bu durumu ‘korkusuz’ olmama bağlamıştım.

Bu son cümle içinde de korkunun bir kaç önemli özelliği barınıyor. Bunlardan birincisi insan yaşadığı duygunun korku olduğunun farkında olmayabilir, korku hayatımızda düşündüğümüzden çok daha fazla yer kaplıyor.

Bir başka özellik de mesela savaşlar ya da aile içi şiddet gibi, eğer korkutucu durum çok uzun süreli olursa kişi kronik adrenalin deşarjına karşı tolerans geliştiriyor, fiziksel belirtiler bu kadar şiddetli hissedilmiyor.

Bu donakalma hadiselerimden birini ayrıntılı anlatayım. Mecburi hizmetteyken, bir akşam evimde misafirlerim vardı, o akşam, bekar evimdeki neredeyse bütün tabak çanağımı yıkamış ve tezgahta düzenlice dizmiştim. Ertesi gün yemek yedikten sonra çıkan bulaşığı  yıkadım, niyetim bunları kurulayıp dünden kalan tabak çanak yığınını da  toplarlayıp hepsini her zaman yaptığım gibi  duvarda asılı bulunan dolaba kaldırmaktı. Fakat kendi tabağımı yıkarken, içime  derhal mutfaktan uzaklaşmamı gerektiren garip bir his girdi (deprem öncesi hayvanların ne hissettiklerini biliyorum sanırım).

Elimdeki tabağı evyeye atıp kapıya yöneldim, tam çıkarken mutfaktan bir çıtırtı geldi geri baktım.  Ve bundan sonrası yavaşlatılmış çekim gibi, gözlerimin önünde mutfak dolabı duvardan koptu, önce musluğa çarptı, musluğu koparıp, yarım takla atıp, tezgahtaki bütün tabakları süpürerek yere düştü, bundan sonra taklasını tamamlayarak, karşı duvara yaslı duran buz dolabının kapısını göçerterek durdu.

Bu sırada kamyon kazası olabilecek bir gürültü çıktı. Ben mutfak kapısında öylece bakakaldım. Gürültü o kadar büyüktü ki bütün komşular koşup kapıma geldiler, kapıyı açtım ve  sadece parmağımla mutfağı gösterip ‘şey oldu’ diyebildim.

O kadar donuktum ki, komşum hemen evini açıp beni kendi evine itekledi, kızı süpürge faraş evime dalarak temizlik yaptı. İyiyim demem aldırmayıp, bileklerime kolonya sürdüler, şekerli sular içirdiler, biri nane yağı koklattı. Meğer korkudan donan bir insan için yapılabilecek en iyi şeyi yani sosyal desteği vermişler.

Korku eğer görünürde bir tehlike yokken ortaya çıkıyorsa, muhtemelen herhangi bir durum, daha önce yaşamış olduğunuz korku deneyimi tetikler ve bedeniniz o anda aynı tehlike karşısındaymışsınız gibi yanıt verir.

Şimdi anlatacağım bu tip ilgili bir deneyim.

Geçenlerde evde temizlik yapılıyordu, ben de köyde yürüyüşe çıkmıştım, temizlikçi kadın telefon açıp evde elektrik olmadığını söyledi. Jeneratör var, ama sadece köyün elektriği kesilince devreye giriyor, evin sigortası atması durumunda devreye girmiyor. Kadına sigorta atmıştır dedim ama hayır baktım sigorta atmamış dedi.

Ben birden bire donakaldım, eve dönmek istiyorum ancak bacaklarıma sanki taş oturdu, bacaklarımı adım atmaya bilinçli bir şekilde komut verip, yürümeye zorlayarak, perişan halde eve döndüm. Normalde kilometrelerce yürüyüş yapabilirim ama o 500 metre bacaklarımı mahvetti, 3 gün ağrıdan merdiven inip çıkamadım.

Çünkü, köye ilk taşındığımız günlerde köyün elektrik trafosuna yıldırım düşmüştü ve elektriğe takılı her şey bozulmuş, eve günlerce tamirciler gelip gitmiş, oldukça sıkıntı çekmiştik. Hatta elektrikli cihazlardan birinin bozuk olduğu ilk anda fark edilmemiş olduğundan bu olaydan aylar sonra ciddi bir yangın tehlikesi atlatmıştık.

Kadın bana sigorta atmamış dediği andan itibaren beynim sadece sigortanın attığını, kadının alt kattaki genel sigortaya bakmadığını söylemesine rağmen, bedenim bu zor durumu hatırladı ve korkuya verdiğim donma reaksiyonunu verdi. Sonuç olarak, beden korkuyu kayıt ediyor, tehlikeyi sadece hatırladığında da aynı tepkiyi veriyor.

Şimdi anlatacağım ise çok daha farklı bir şey. Sizin hiçbir zaman karşılaşmadığınız, karşılaşma imkanınızın çok düşük olduğu durumlara karşı da korku geliştirebiliyorsunuz. Mesela sürüngen, kemirgen, örümce, böcek korkusunun, hayatında gerçek fare, yılan görmemiş, apartman dairelerinde yaşayan insanlarda bile ne kadar yaygın olduğunu görünce, çok eski dönemlerde insan genlerine epigenetik olarak işlenmiş bir şey olduğunu düşünüyorum.

İnsanların korktuğunu kolayca anlayamamalarının bir diğer sebebi de korkunun midede, kalpte ya da başka organlarda ağrı ya da rahatsız edici duygularla ortaya çıkmasıdır.

Korku, dozunda ve yerinde yaşandığı zaman sağlıklı bir duygu olmasına karşılık, beyin ve beden üzerinde kalıcı etkiler bırakıp, adeta ruhunu damgalayarak insanı zapt  edebilir. Bu hastalık hali akut, tekrarlayıcı ve kronik olabilir.

Acaba hastalık geliştirme riski daha yüksek olan bir fizyolojik cevap tipi var mı? KAÇ/SAVAŞ gibi aksiyon alarak cevap verenler daha şanslıdır, DONAN ise hastalık geliştirmeye, kapanmaya, sosyal izolasyona daha yatkındır diye düşünüyorum.

O anda yaşanılan tehlike, ya da daha önceki bir deneyime atfen ortaya çıkan korku karşısında insanın bilinçsizce verdiği kaç, savaş, don şeklindeki cevabını değiştirebileceği güvenilir bir yöntem var mı, bilemiyorum.

Son olarak cesaret korku duymamak değildir, riski hesaplayarak göze almaktır. Risk hesabı yapmadan ortaya atılmak başka bir şeydir (akılsızlık, kendine zarar verme isteği…).

GEÇEN GÜN LAPSEKİ PAZARINI GEZDİM, BİR DOLU HATIRA CANLANDI, NOSTALJİNİN DİBİNE VURDUM

Geçen hafta aylar hatta bir yıldan daha uzun süreden beri ilk kez doya doya Lapseki pazar yerini gezdim.

Hayatta gezmekten en çok keyif aldığım yerler üreticinin kendi ürününü sattığı pazar yerleridir. Muhtemelen insanların içinde bir yerlerde şehirde yaşamanın getirdiği anlatılmaz yaşanır bir özlem var ki, tanıdığım hemen herkes üretici pazarlarında gezmeyi sever.

Çocukken, Trabzon’da, Kunduracılar caddesinde yaşardık, o dönemde, pazara gittiğimizi pek hatırlamıyorum, ancak pazarı aratmayacak tazelikte sebze meyve satan bir bakkalımız olduğunu ve ondan alışveriş yaptığımızı hatırlıyorum.

Bakkal aldıklarımızı, her esnaf gibi, eski usul terazi ile ölçerdi. Bu terazide ölçü yapmak için üzerinde kaç gram olduğu yazan demir ağırlıklar vardı, bir kefeye sebzeyi koyar, diğer kefeyi de bu ağırlıklarla dengelerdi, zaman içinde göz kararları gelişmiş olmalı ki, genellikle aldığın malzemeyi dengelemeyi çok kısa sürede başarırlardı. Aldığın sebzeyi ise ham kağıttan yapılmış, birleşim yerleri alçı gibi bir şeyle yapıştırılmış, kese kağıtlarına koyarak bize verirlerdi. Bizde de ipten örülmüş file olurdu, bu filelerle eve taşırdık. Zaman zaman evde birikmiş gazete kağıtlarını bakkala götürür, kese kağıdı yapması için verirdik.

Alışveriş dönüşü ambalaj çöpü diye bir kavram yoktu.

Çocukluktan hatırladığım ilk köy pazarı ise, Annelerle (anneannemiz) yazın, Rize’nin Pazar ilçesinde gittiğimiz köy pazarıdır. Biraz daha büyüyünce yazlarımızı, Trabzon ile Akçaabat arasında bulunan Yıldızlı köyündeki doktor evlerinde geçirmeye başladık. O zaman da Annelerle, Akçaabat’ta pazara gittiğimizi hatırlıyorum.

Anneler bu pazarlardan canlı tavuk alır, bu tavukları iki hafta kendi eliyle besledikten sonra keserdi. Tavukların tüylerini yolmasını, ince tüyleri tütsülemesini bu gün gibi hatırlıyorum. Bu tavuklar şimdiki çiftlik tavuklarından çok farklıydı. Hem pişmesi inanılmaz derecede zordu, hem etleri çok daha koyu renkliydi, hem de çok daha farklı bir lezzeti vardı.

Akçaabat’taki pazarda ‘zaguda’ pazarı denilen bir kısım vardı. (Karadeniz bölgesinde de, Marmara ve Ege kadar olmasa da zeytin ağaçları vardır. Trabzon’da yeşil zeytinin taşla kırılmış, suda bekletilerek acısı alınmış şekline zaguda denilir.)

Daha sonra Trabzon’da küçük Ayvasıl kilisesinin olduğu sokağa yerleştik, böylece ‘Pazarkapıya’ çok daha yakın oturmaya başladık. Pazarkapıda bir sürü manav, bakkal dışında bir de kapalı köylü pazarı vardır. Bu pazarda haftanın  her günü, kadınlar kendi ürettikleri ürünleri satarlar. Bu pazardan alışveriş yapmayı çok severdim.  

Boztepe’ye taşındıktan sonra en çok bu pazarı özlemiştim, daha sonra birkaç sokak öteye Pazar günleri köy pazarı kurulmaya başlandı. O dönemde her pazar sabahı mutlaka bu pazara gider, haftalık alışverişimi yapardım.

Aslında hiçbir şey almasan bile pazar yerlerini gezmenin, insanı mutlu eden, tuhaf bir büyüsü vardır.

Dünyada bir çok memlekete turist olarak gittim, hemen her ülkenin köy pazarlarını gezdim. Şimdi beni bir Pazar yerine koysanız, pazarın şeklinden, ürün çeşitlerinden hangi memlekette olduğumuzu kabaca söylemem mümkündür.

Mesela Avrupa’daki pazarlar, genel olarak sınırları oldukça belirgin bir alanda, küçük bir parkta ve onu çevreleyen sokaklarda kurulur.  Satıcıların önünde neredeyse seyyar bir dükkan denilebilecek, tezgahlar bulunur. 

Satılan ürün eğer sebze, meyve ise küçük şeffaf plastik kaplar, hatta bardaklar içerisinde, bazıları dilimlenmiş şekilde, tane işi olanlar da neredeyse sayılabilecek kadar az miktardadır. Ürünlerin çoğunluğu, işlenmiş et (salam, sucuk, pastırma), pasta, ekmek gibi hamur işleri, dondurma ya da atıştırmalık alabileceğiniz yiyecek tezgahlarıdır. Bu pazarlarda genellikle canlı çiçekler de bulunur.

Eğer mesela Uzak Doğu’da bir Pazar gittiyseniz, burada egzotik meyveler, balık ve su ürünleri ön planda olabilir. Eğer eski Sovyet topraklarındaysanız, ürünler bizim pazarlara benzer, ancak sergilenişi çok daha düzenlidir. Bir kere pazar yerleri bayağı tanzim edilmiş, sırf bu işe ayrılmış alanlarda kurulmuştur, ikincisi de ürünler tezgahlarda neredeyse askeri nizamda dizilidir, üçüncü olarak benzer ürünleri satan tezgahlar bir araya toplanmıştır.

Beni en çok etkileyen pazar yeri ise Peru’da gezdiğim ve hala unutamadığım pazardır. Burada şehirde, ucu bucağı olmayan, tanıdığım, tanımadığım her türlü sebze meyvenin her  çeşidinin olduğu bir pazar, köylerde ise daha ufak ve yöresel ürünlerin satıldığı bir sürü pazar gezmiştik. Papaya, ejder meyvesi, ananas, adını bilmediğim bir sürü tuhaf meyve, bir sürü kök sebze görmüştüm. Ayrıca bildiğimiz her türlü meyve de vardı, üstelik bin bir çeşitlerdi. En çok aklımda kalan ise mısır ve patateslerdeki renk, şekil  ve boy farklılıklarıydı. Oradan getirdiğim mısırları üretememiştik, yıllar sonra gene güney Amerika kıtasından getirdiğim domates ise bizim bahçede şekil değiştirdi.

Türkiye’de ise bölgeden bölgeye satılan ürünler değişiyor, Ege bölgesi malum çeşit çeşit otları ile ünlü. Doğu’da bir pazara gitseniz, tahıl, peynir, salçalar gibi ürünler dikkatinizi çeker.

Çanakkale bir tarım havzası, pazarlar gerçekten sosyal hayatta hayati önem taşıyor, her iş köy pazarlarına göre ayarlanıyor. Örnek olarak Cuma günleri bizim köyde hiç kimseyi bulamazsınız, çünkü herkes şehirdeki köy pazarındadır. Pazarlar, sadece alışveriş alanı değil, sosyal hayatın vaz geçilmezi, diğer köylerden ve kasabalardan haber alınmasını sağlayan kadim bir gelenektir.

Hemen her kasabada özel Pazar yerleri yapılmıştır, ancak Gelibolu ve Lapseki’de pazarlar hala sokaklarda kuruluyor. Şimdi karantina nedeniyle şehirdeki sebze ve tuhafiye pazarı günleri ayrıldı, ama önceden birlikte olurdu.

Biz salgın öncesinde hemen her hafta Çanakkale’deki, arada Lapseki’deki, zaman zaman da Çan, Biga, Ezine, Gelibolu pazarlarına giderdik. Bir kere de Bayramiç pazarına denk geldik, eski köy pazarlarına en fazla benzeyen galiba oydu. 

Lapseki pazarı da, eski köy pazarlarına şehirdekine göre çok daha fazla benzer. Geçen gün Lapseki’ye yürüyüş için gittiğimde, pazara denk geldim. Yolun deniz tarafındaki sokaklarda kıyafet, kumaş filen satılan kısım kurulmuştu, havludan, payetli şalvar kumaşına kadar her şey satılıyordu, eski usul kara lastik bile vardı, nostalji yaparak bahçede giymek için kendimize kara lastik ayakkabı aldım.

Yolun yukarısındaki sokaklarda daha da büyük nostalji yaptım, her türlü sebze meyve, kadınların evde pişirdiği ekmek vs vardı. Ancak iki şey var ki beni hatıraların dibine vurdurdu.

Hani eskiden açıkta satılan, kesme şeker diyemeyeceğiniz kadar büyük, sert mi sert çay şekerleri olurdu, hatta bunları istediğiniz ölçüde kırmak için özel  kıskaçları olurdu. İşte yıllar sonra bu şekerlerden buldum ve aldım.

Daha da inanılmazı canlı civciv bile vardı. Hem tavuk hem de ördek, ya da kaz civcivi satılıyordu. Bir de bu bölgede beçtavuğu bir hayli yetiştiriliyor. Bu tavukların yumurtaları beyaz olmuyor, aksine mavi, yeşili kahverengi, sarının her tonu rengarenk oluyor. Bu renkli yumurtalardan da gördüm.

Bu şehirde bir de Giresun, Ordu taraflarından alışık olduğum, zamanları geldiğinde yerel mantar görmek de mümkün. Kültür mantarı ise her zaman satılıyor. İzmir pazarlarındaki kadar çok yabani ot satılmasa da her pazarda hangi otun zamanıysa bulmak mümkün.

Yerel tohumlar aslında arz kürenin, o noktasındaki toprağın, suyun, havanın birleşiminden oluşan doğal çevreye en  uygun haliyle milyonlarca yıldan beri evrimleşmiş, yöresel DNA bankasıdır. Bir bakıma o coğrafi bölgenin ‘Levh-i mahfuz’udur.  Umarım bizden sonraki nesiller de bu biyolojik çeşitliliği görme şansına sahip olur.

Bu yıl denizdeki salyaları gördükçe dünyaya neler yaptığımızı ve daha ne kadar zarar verebileceğimiz düşünmeden edemiyorum. Pazar yerini gezerken duyduğum sevinç, şimdi yazarken yerini kaygıya bırakıyor.

Perudan çeşitli patatesler
Peru gördüğüm en güzel pazar diyebilirim
Dijon pazarı
Dijon pazarı, kulağımdan Emre çıkıyor
Beçtavuk yumurtası

KÖYDE HER ŞEY KENDİ ZAMANINDA AKIP GİDERKEN ARAYA ADRENALİN DOLU İKİ GÜN SIKIŞTI.

Bu yıl bahçede amelelik yapıyorum. Bu kadar bahçeye vakit ayırınca bir takım yenilikler yapmayı düşündük. Mesela bu yıl hayvan gübresinden vaz geçip, leonarit, bor, bakır, kükürt gibi doğal malzemelerden oluşmuş organik gübrelere geçtik. Bu yıl bir diğer yenilik olarak sebzeleri naylonla kapatıp, malçlayacağız.

Bahçeyi mini bir ekositem olarak görmek lazım. Çünkü mesela bir yıl önce dikilen marul, pazı, kara lahana, kişniş gibi bazı şeylerin tohumlarının bazıları, rüzgarla uçup, kendi kendine dikiliyor, ertesi sene olmadık yerlerden çıkıyorlar. Bu yıl biz hiç marul dikmedik, avlu içinde bile bir sürü marul yetişti.

Bunun dışında evdeki soğanlar çimlenirse bunları toprağa oturtunca bayağı verimli bir şey oluyor. Bu yıl bu şekilde oturttuğumuz soğanlar sayesinde hiç pazardan taze soğan almadık. Son dönemde bir şey daha keşfettim, özellikle de soğan tohuma durmaya başlayınca, ortadan çıkan cücüğü dibinden kesip yemeklerde kullanıyorum, zavallı soğan kendine yeniden tohum yapma gayretiyle yeniden taze yaprak çıkarıyor. Bu şekilde oturttuğumuz 5 adet soğanı yiye yiye hala bitiremedik, diğerlerini baş soğan almak için bekletiyorum.

Patateslerin de köklenmeye başlayan kabuklarını derince kesip toprağa gömüyoruz. Böylece bir hayli patates fidesi meydana geldi, arada bir yanlışlıkla minik minik patatesleri çektiğimiz oluyor, ama asıl ürünü bitki çiçeklendikten sonra alacakmışız. Son dönemde aldığımız patatesin cinsine göre faklı alanlarda dikmeyi akıl ettik de bir alandaki fidelerin mor kabuklu çıkacağını biliyoruz, diğer bölgedeki patatesler ise artık anası ne renkse o renk çıkacak.

Bahçede neyin olup neyin olmayacağını ise deneme yanılma yöntemiyle buluyoruz. Örnek olarak havuç, brokoli, karnabahar, kereviz,  mercimek gibi şeyleri tekrar dikmekten vaz geçtik. Turp cinsleri, soğan, sarımsak, bezelye, pırasa, bakla ise gayet güzel oluyor.

Bu kış havalar çok dengesiz gittiği için kış sebzeleri çok az oldu. mart ayında güllerden çelik yaptık, bunlar da tuttuğu halde ardından dondular ve bu yıl onlar da olmadı. Seneye gül çelikleme yaptıktan sonra mart ayını ev içinde geçirtmeye karar verdik.

Yaz sebzeleri ise gayet güzel oluyor. Domates, biber, kabak, patlıcan, kavun, karpuz, balkabağı gibi bitkilerin bazılarının fidelerini,  Nermin mink serasında, tohumdan büyüttü, diğerlerini ise Lapseki’den ya da Çanakkale’den alıyoruz. Bu son karantina döneminde yaz sebze bahçesini epeyce toparladık.

Yılın ilk kişniş ve nane hasadını da tamamladım, hatta naneleri kuruttum bile.

Ekosistem derken şaka yapmıyorum, evin çatısında kalıcı kukumav ailemiz var. Serçeler ve kırlangıçlar da yuva yapıyorlar. Bazen yuvaların dibine kuş yavruları düşüyor. Kısa bir süre sonra bu ölü kuşlar ortadan kalkıyor, artık hangi hayvanın aldığını hayal etmek istemiyorum. Burada oldukça zengin bir yaban hayatı var.

Bu arada kırlangıçlarımız da geldiler ve muazzam yuvalarını yaptılar. Bütün inşaat aşamalarına şahit olduğum için mühendislere ders verecek kadar inşa tekniği bildiklerine karar verdim.

İnşaat deyince bu yıl köyde bir inşaat çılgınlığı var, hem köy içinde hem de çevresinde bayağı ev yapılıyor. Hatta karantina öncesinde evlerden birinin su basmanı seviyesini aceleyle tamamlayıp, üzerine çadır kurdular ve karantinayı köyde geçirdiler.

Köyde zaman kendi ritminde akıp giderken geçen hafta 2 heyecanlı gün geçirdik.

Perşembe günü öğleden sonra saat 3 gibi arkadaşımla buluşmak için şehre inerken yolda daha önce hiç görmediğim bir olayla karşılaştım. Köy yolu üzerinde, bizim evden 1,5- 2 kilometre uzakta, yan yana 3 adet ev var. Bunlardan birinin önünde 8-10 araç ve 25-30 insandan oluşan bir kalabalık vardı.

Araçların çoğu İstanbul plakalı sivil görünümlü binek araçlarıydı, ancak bir çekici ve bir de üzerinde gezici karakol yazan minibüs vardı. kadın ve erkeklerden oluşan insanlar ise sivil giyimli olmalarına rağmen, filmlerdeki FBI ajanlarını hatırlatan bir tavır içindeydiler. Bu evin sahibi aniden zenginleşip, sonra da çakma bir iflasla yurt dışına kaçtığı için mali bir suç araştırması diye düşündüm. Daha sonra ise Çanakkale’de, FETÖ operasyonu yapıldığını öğrendik, sanırım bu operasyon kapsamındaki bir baskına denk geldim.

Saat 6 gibi dönerken, bu kez eve 500 metre uzaktaki bir tarlada ilkinden daha da büyük bir kalabalık vardı. Bu tarlaya bir artezyen açılıyor, kuyu açılırken yanında kaygan bir maddenin bulunduğu ayrı bir havuz oluyor. Bu havuz sonradan kapatılıyor. O gün kuyuyu açan firma sahibinin oğlu bu havuza düşerek ölmüş. Benim gördüğüm de savcıdan, kurtarma ekibine, haberciden, aileye ve onların araçlarından oluşan büyük kalabalık imiş. Çok üzüldüm.

Fakat macera bitmedi, Cuma günü de ta Ayvalık’tan başlayıp, Çanakkale’nin Ege sahilinde etkili olan fırtına ve yağmur ile uyandık. Öğlen saatlerinden sonra felaketin boyutları ortaya çıktı. Sahildeki tekneler karaya oturdu, minareler, elektrik direkleri yıkıldı, sulama göletleri taştı, bir köye 1,5 metre yükseklikte dolu yağdı. Barajlar son kapasite doldular. Şehir ve köylerdeki bir çok cadde sular altında kaldı. Geniş bölgede elektrik kesintisi oldu.

Sadece binalarda değil tarlalarda da büyük hasar var.

Bizim köy fırtınanın kıyısında kalmasına karşılık bir hayli yağmur ve rüzgar aldı. Gün boyu son derece karanlık ve kasvetli bir hava vardı, evde can sıkıntısından, depresyondan yerimden kalkamadım.

 Bizim bahçede yağmur sularını hasat etmek için sarnıç ve bu sarnıca akan su olukları var. Her büyük yağmurda bu olukların ızgaraları  yaprak, toprak, dal gibi şeylerle tıkanıyor, onları açmazsak geride su birikimi oluyor. Cuma öğleden sonra bahçenin çeşitli noktalarına su basınca, yağmur altında bu ızgaraları açmak zorunda kaldım.  Böylece sebze bahçesini büyük ölçüde kurtarmış oldum. Bir de hazır yağmur varken, ağaçlara besleyici gübre koydum.

Üzerimde naylon yağmurluğa rağmen iç çamaşırıma kadar ıslandım. Bende galiba adrenalin bağımlılığı var, bütün bu aktivitelerden sonra ufunetim dağıldı, kendime geldim.

SADECE BEN DEĞİLİM SALYA SÜMÜK, DENİZE DE BİR HALLER OLDU

İçinde bulunduğumuz günler, benim için bahçede çokça zaman geçirmek istediğim, ancak mevsimsel alerjim azıttığı için kendimi polenlerden sakınmaya gayret ettiğim bir dönem.

Köyde aşırı miktarda olmasa da orada burada, tarla sınırlarında büyük kavak ağaçları var. Mayıs / Haziran ayları oldu mu kavakların polen mevsimi geliyor, her rüzgarda pamuklar halinde havaya dağılıyorlar.

İlk zamanlar, bitişik bahçede birkaç tane oldukça gelişkin kavak ağacı vardı. Yan bahçede kavaklar varken, o kadar çok pamukçuk vardı ki, kar yağıyormuş izlenimi alıyorduk. Komşu  kavakların sahibi oldukça huysuz bir ihtiyardı, hiç laf dinlemezdi. Biz buraya taşındığımız zaman yatalak olmuştu, iki yıl sonra da tam da kavak poleni mevsiminde, aniden vefat etti. Hemen bir tava un helvası kavurdum, güzelce paketleyip, baş sağlığı için gittik. O günü hiç unutmuyorum, Allah rahmet eylesin der demez, arada bir nefes bile almadan ‘hemen kavaklarınızı kesin’ buyurdum.

Meğer bu kavaklar herkesin canına tak demiş, ama huysuz ihtiyardan korkup kimse ses çıkaramıyormuş, benim bir sözüm cesaret kazanmalarına yetti, hemen ertesi gün kavakları kestirdiler. Ağaçlara üzüldüm desem yalan olur, çünkü hayatım boyunca nezle seviyesinde kalan alerjik durumum, bu kavaklar nedeniyle neredeyse astım seviyesine ulaşıyordu. Şimdi köyde hala bir takım kavak toplulukları var, ancak bize bu kadar yakın olmadıkları için, bu mevsimi nezle, göz ve boğaz kaşıntısı ile ve sadece ağızdan ilaç, göz damlası, burun damlası ile atlatabiliyorum. Gene de bu kadar kolay geçirdiğim sanılmasın, son bir haftadan beri bazı günler yataktan çıkamadım, diğerlerinde ise, gözlerime tuz serpilmiş, burnumun, kulaklarımın, boğazımın içinde karınca orduları gezintiye çıkmış, bedenim mayalanmış hamur gibi şiş, kafam ise sersem sepet dolaşıyorum.

Aslında ortalıkta salya sümük dolaşan sadece ben değilim, son 1-2 aydan beri deniz de sümüklü.

Geçen yıl insanlar evlerine kapanıp, daha az araç kullanınca hava ve toprak bir nebze düzene girdi,  doğa kendini toparlıyor diye düşünürken bu kez de Marmara Denizinde ve dolayısıyla boğazlarda kendini gösteren müsilaj ya da deniz salyası denilen korku filmlerini andıran çok garip bir durum ortaya çıktı.

Hani petrol tankerleri kaza geçirir de denizin üzeri petrol tabakası ile kaplanır ya bu durumu aklınıza getirin. Aynen onun gibi fakat, rengi sarı beyaz olan bir tabaka ile deniz yüzeyinin kaplı olduğunu düşünün. Kocaman bir deniz anasının denizin üzerini boylu boyunca kapladığını hayal etmek de mümkün. Bu madde azken dalgaların ve suları yararak geçen gemilerin etkisiyle şeritler halinde kilometrelerce uzanıyor. Daha çokken denizin yüzeyini tamamen örtüyor, kuytularda ise üst üste binerek kalınlığını artırıyor. Sırf bu hareketinden bile yapış yapış bir madde olduğunu, ufak birimlerin birbirine yapışarak büyük bir kütle oluşturduğu anlaşılıyor. Sonuç olarak kalın bir naylon tabakası gibi denizin üzerini kaplayarak, denizi boğuyor ve lağım kokusunu aratan iğrenç bir koku yayıyor.

O kadar yoğun bir madde ki, bizim köy boğazdan 5 km içeride olmasına karşılık, bizim evden bile net bir şekilde boğazın üzerinde yabancı bir şeylerin yüzdüğü görülüyor.

Alglerin gözle görülmeyecek kadar saydam ve ufak cisimlerini düşünerek, bu kadar büyük kütleye ulaşmak için hangi sayıda arttıklarını akıl almıyor.

Denizin salyası, azalıp çoğalarak, kuytularda, koylarda daha uzun zaman muhafaza olarak, haftalardan beri denizin yüzeyinde asılı kalmaya devam ediyor.

Aslında bu durumun alglere bağlı olduğu ve dolayısıyla doğal bir fenomen olduğu söylense de pek inandırıcı değil. Çünkü burada doğup, büyümüş insanlar da buna benzer bir şey görmemişler. Bu durumun doğal bir şey olduğuna inanmak mümkün görünmüyor. Normal koşullarda herhangi bir canlı bu kadar çoğalıp, kendi kalabalığında boğulmaz, doğada her şey bir denge halinde bulunur.

Algler suların can damarıdır, balinalardan, en ufak balıklara kadar bütün balıkların ana besin kaynağıdır. Algler ve balıklar bir denge halinde denizdeki can çorbasının en önemli bileşenleridir.

Şu anda olan her neyse, algleri kontrolsüzce üretmiş bir matriks oluşturmuş. Belki de mesela denize yabancı bir  madde bulaştı, doğa kendini korumak için bu tuhaf madde ile algleri besleyip, büyüttü.

Bana göre aşırı kullanılan deterjan ve benzeri maddeler suları kirleterek, ya da bilmediğimiz bir madde sulara karışarak balıkları öldürmüş, ya da tersine algleri aşırı beslemiş olabilir.

Söylentiye göre bir zamanlar İskandinav ülkelerinde de benzer bir durum olmuş, birkaç yıl balıkçılığı yasaklayıp, balık nüfusunu normale çekince bu durumdan kurtulmuşlar. Bu bilgiden yola çıkarak Marmara Denizinde balık nüfusunu bu kadar azaltan şey ne olabilir diye düşünüp yukarıdaki sonuca vardım.

RESİM ŞEHİR İÇİNDEN GEÇEN ÇAYDAN

ŞİMDİ HERKES KARANTİNADA KİLO ALMA RİSKİ TAŞIYOR. KENDİ DENEYİMLERİMDEN ÖZETLE KİLO VERMEK İÇİN NELER YAPMALI?

Geçtiğimiz yıl boyunca insanlar evlerinde oturup, mutlu olmak için yemek yemekten başka bir şey bulamayınca neredeyse herkes kilo aldı. Önümüzdeki iki hafta boyunca gene evlerdeyiz, üstelik Ramazan ayındayız, geçen yıl boyunca alınan kilolara yenileri eklenebilir.

Benim ömrüm kilo alıp vermekle geçti desem yeridir. Bütün hayatım boyunca o sıralarda moda olan diyetleri denedim durdum, bazen uzun, çoğu zaman da kısa süreli başarılarım oldu. Genellikle her zaman verdiğim kilolar fazlasıyla geri geldi. Yani kilolarım en sadık yârim oldu ama ben o fazlalıkları istemiyorum. Şişmanlık sırnaşık sevgili gibi, sen kapıdan atsan, o bacadan giriyor.

Gerçek şu ki ben ömrümce kendimi şişman sansam da, bu doğru değil, sadece algılama hatası. Çünkü gençliğimde, ideal güzellik anlayışına göre kilonun, boyundan 10 kilo az olası gerekiyordu. Benim de kemiklerim çok kalın, hiç bu kadar düşük kiloda olamıyordum, dolayısıyla kendimi daima ideal kilonun üzerinde sanıyordum. Şimdi eski resimlerime bakınca aslında zekat keçisi (zengin sürü sahibi zekat olarak sürüsünün en zayıf ve hastalıklı keçisini verirmiş) gibi olduğum dönemlerde bile kendimi şişman sanmışım. Oysa benim 40 bedenin altına inebilmem mümkün değil, ancak kemiklerimi kırıp yeniden daha dar kalıpla birleştirsem belki daha düşük beden olurum.

Şimdiki homo sapienslerden önce yaşayan Neandertal insanlarının kemikleri oldukça kalınmış.  Neandertaller ortadan kalmadan evvel tabii ki homo sapienslerle çiftleşmişler, iki türün genleri karışmış. Şimdi modern insanın gen havuzunda %2.5 civarında Neandertal geni olduğu iddia ediliyor. Uzun zaman önce  kemiklerime bakıp, bendeki Neandertal genlerinin daha fazla olduğuna kanaat getirdim.

Sonuç olarak, yıllar içinde kalın bedenime rıza gösterdim. Zaten bu süreçte dünya nüfusunun büyük bir kısmı, el birlik hızlıca kilo alarak, benim bir dahlim olmadan, istatistiksel çan eğrisine göre kilomu daha münasip bir noktaya taşıdı.

Kilonun uygun olduğunu anlamak için kabaca bir yöntem var o da herkesin bildiği vücut kitle indeksi ( body mass index= BMI). Bunu hesaplamak için önce boyunun metre cinsinden karesini buluyorsun. Mesela 160cm isen,  demek ki 1,6 metresin, (1,6×1.6=2,56), sonra kilonu bu sayıya bölüyorsun, böylece BMI’ini bulmuş oluyorsun. Çocukluk çağında hesap çok daha farklıdır, ancak yetişkin insanların BMI 20-25 arası normal, 25-20 arası kilolu, 30’un üzeri ise şişman kabul edilir. Bunun üzeri ise evlerden ırak olsun.

Bu durumda 160 cm boyunda bir insan 51,2-64 kilo arasında normal, 64-76,8 kilo arasında kilolu, bunun üzerinde şişman kabul ediliyor. BMI, 35’in üzerinde ise artık çok daha tehlike altındasınız (160 cm için 89,6). Ancak eğer kemik kalınlığına göre 5 kilo altını ve üstünü almakta fayda var.

Bu hesapları yapınca son birkaç yıl obezite sınırına girmiş olsam da, ömrümüm çoğunu ya normal, ya da hafice fazla kilolu (overweight) biri birey olarak geçirmişim. Ancak hiç böyle hissetmediğim için, ömrüm boyunca hemen her türlü kilo verme diyetini denedim.

Diyetisyen eşliğinde kilo vermekte fayda var, ancak ben diyetisyenlerle pek anlaşamıyorum, çünkü yumurtayı ağzıma koyamam, onlar ise inatla insanı yumurta yemeye zorlarlar, oysa benim yumurtalı bir diyeti uygulamam imkansız.

Her şey metabolik hızına bağlı olsa da, genel olarak yaktığın kalori, aldığın kaloriden yüksek olursa kilo kaybedersin kuralını uygularsan kilo veriyorsun. Metabolik hız demek kabaca bedenin ısı üretme hızıdır, yani bazı insanlar diğerlerine göre daha kolay kalori yakarlar.

Kilosu fazla olan insanların genel olarak, fazla yemek yeme eğilimleri vardır, yediklerine oranla az hareketlidirler ya da metabolik hızları düşüktür. Son 40-50 yılda hem yediklerimizin kalorisi arttı, hem de giderek daha hareketsiz yaşamaya başladık, sonuç ortada, dünya üzerinde muazzam bir obezite salgını var.

Hal böyle olunca da her gün yeni bir tür diyet moda oluyor, kendi denediklerimden bazı örnekler vermek istiyorum.

Aşırı kalori kısıtlaması olan diyetler, kısa sürede birkaç kilo verdirseler de vücut kısa sürede artık kalori yakmamaya başlıyor, kilo verme duruyor. Üstelik böylesi kısıtlı diyetlere uzun süre uymak pek mümkün görünmüyor, kısa sürede bıkıp, daha da kısa sürede verdiklerinizin fazlasını geri alıyorsunuz. Daha da vahimi bedeninize kalori yakmamayı öğretmiş oluyorsunuz.

Aşırı denetimli, her şeyin ölçülü olduğu diyetleri uygulamak zaten mümkün olmuyor, her sabah aynı kibrit kutusu büyüklüğünde peyniri yemekten gına geliyor. Bazı diyetlerde ise çok egzotik şeyler öneriliyor, bunlara da uymak zor, mesela şiddetle önerilen xxx gıdasını bulamıyor, bulsanız tadını sevmiyor ya da para yettiremiyorsunuz.

Tek besin üzerine kurulu diyetlere de ancak kısa süre ile uyulabilir. Mesela her öğün lahana yemek benim gibi lahanaya bayılan birine bile baygınlık geçirtebiliyor. Ketojenik diyetler, taş devri diyeti, Dukan diyeti gibi protein üzerine kurulu diyetler ise oldukça sakıncalı, her şeyden önce ürik asit yükseltip, böbrekleri zorluyor, bağırsakları tembelleştiriyor. Kısa sürede verilen kilo, kısa sürede geri alınıyor.

İntermitant açlık, günün yarıdan fazlasında hiçbir şey yemediğiniz bir yemek düzenini ifade ediyor. Bu beslenme düzeni bazı insanlar için çok uygun, bazıları için ise çok zor yapılabilecek bir şey.

Detoks diyetleri ise hem zahmetli hem de kısa süreli diyetler. Gene de arada bir uygulamakta fayda vardır, mesela haftanın bir gününde sadece elma yiyerek, kilosunu muhafaza eden birini tanıyorum. Bu tür diyetleri özellikle premenstüel dönemde, vücudun daha az su tutması için uygulamak en iyi sonucu veriyor.

O halde bu tür kısa sürede bıkılacak uygulamalar yerine daha sürdürülebilir yollar aramak lazım.

Bu karantina zamanlarını kendime uzun süreli kilo kaybı zamanları olarak belirledim. Bu sayede istediğim kiloya henüz ulaşamasam da istikrarlı bir şekilde kilo veriyorum. Bir yılı aşkın bir süredir, son 20 yıl boyunca üzerimde biriktirdiğim fazlalıkları atma yolunda ilerliyorum.

Bir doktor olarak değil, bunca deneyimli bir diyet mağduru olarak, kilo vermek için yapılması gerekenler listesi hazırladım.

  1. Önce kilo vermeye çok içerden bir yerden, yürekten karar vermek gerekiyor. Bunun için motivasyon kişiden kişiye değişir, istediğim mağazaya girip, beğendiğimi alabilmek istiyorum cümlesi bile olur. İşi tansiyonumu düşürmek istiyorum, şekerimi düzeltmek istiyorum aşamasına getirmemekte fayda var.
  2. Bundan sonraki aşama kendi hayat tarzına göre yediklerinin azaltacak ve hareketlerini artıracak, sürdürebileceğin bir planlama yapmak. Bu aşamada kesinlikle aşırıya kaçmamak, mesela günde 6 saat ağır idman yapacağım dememek lazım. Çünkü sürdürülebilirlik çok önemlidir. Bir de kaç kilo vermek istediğine karar verebilirsin, ancak bunun için çok kesin bir tarih hedefi koymamakta fayda var, çünkü uzun bir yola başladın.
  3. Artık uygulamaya geçme zamanıdır. Yediklerin içerisinde sana dokunanlar olduğunu düşünüyorsan, onları diyetinden çıkart. Çoğu yetişkinde süt, guluten  intoleransı olabilir, bunları anlamak mesela çilek alerjisini anlamaktan daha zordur, çünkü tüketilen gıdaların çoğunda bulunurlar. Belki bu aşamada bir diyetisyen eşliğinde, eliminasyon (ayırma) diyetlerinden faydalanıp, hangi gıdanın sana uymadığını anlayabilirsin. Özellikle de ishal, kabızlık, ya da çeşitli bağırsak problemleri olanlar mutlaka bu aşamayı yapmalıdır. Bazı kişide birden fazla gıdaya intolerans olabilir, bu gibi durumlarda mutlaka doktor kontrolü öneriyorum.
  4. Bundan sonra yapacağın şeyler daha belirgin hale geldi. Eğer dokunan yiyecek varsa diyetinden çıkart, onun dışında her zaman yediklerinin üçte ikisini, ya da yarısını yemeye başla. Bunun kararı sana, yediğin yemeğin ve vereceğin kilonun miktarına bağlı. Gene sürdürebileceğin miktar olmasına dikkat et. Birkaç gün içinde açlıktan için süzülürse devam edemezsin.
  5. Hareketini artırmak için de kısa süreli aşırı kalori harcatan ve kolayca bıkabileceğin programlardan ziyade, yapmaktan keyif alacağın, sürdürebileceğin şeylere yönel. Özellikle yürüyüş için zaman ayır. (Bir arkadaşım kendine bir ev bisikleti alıp, her gün oynayan bir Brezilya dizisi bulmuştu, bu diziyi seyrederken pedal çevirerek, bir yılda 20 kilo verdi.) Hareket etmeden kilo verince kas kütlesi azalıyor, oysa amaç yağ kütlesini azaltmaktır.
  6. Artık beslenme ve hareket düzenini oturttun. Bundan sonra da işler kolay yürümüyor. Önce birkaç kilo veriyorsun, sonra artık veremez hale geliyorsun. Bu aşamada bazı şeyleri gözden geçirip yeniden düzene oturtmak gerekiyor. Yediklerini ve hareketini gözden geçir, yediklerini azalt, hareketini artır, ya da farklı bir hareket daha ekle. Mesela artık yürüyüş yanına haftada birkaç kez farklı bir spor ekle. İçtiğin suyu artır, kısa süreli (1-2 gün) detoks diyeti yap. En önemlisi umudunu kaybetme azimle yoluna devam et. Eğer arada yemeği fazla kaçırdıysan kendini affet, ama derhal kendine yeniden çeki düzen ver.
  7. Bu yolda yalnız yürüyeceğini unutma, belki kilo vermek için destek gurubun olabilir, ancak bir başkası senden daha çok kilo verdiyse hemen vaz geçme, her bedenin cevabı farklı olacak. Tekrar kendine hatırlat kısa sürede verilen kilolar kısa sürede geri alınıyor. Amaç kısa zamanda kilo vermek değil, kalıcı kilo vermekse bu işi uzun zamana yaymak en doğrusudur.

Son 15 ayda BMI’imi 34’ten, 28’e kadar indirmeyi başardım, amacım 26’ya inmek.

Bu kiloyu vermek için önce bir diyetisyen eşliğinde eliminasyon diyeti uyguladım. Çok kısa bir sürede bedenimin sütü istemediğini anladım, halbuki çok sever ve çok tüketirdim, şimdi artık süt içmiyorum, yoğurdu azalttım, peynir ise bolca yiyorum.

Akşam yemeklerini kaldırdım bir çeşit intermitant açlık uyguluyorum, bu benim bedenime oldukça iyi geldi. Süt dışında her şeyi yiyorum.

Her gün yürüyüş yapıyorum, bahçede çalışıyorum, yoga yapıyorum.

Uzunca bir ara (6 ay) bir kiloda takılı kaldım, inatla düzenimi devam ettirdim. Sonra bir anda yeniden kilo vermeye başladım. Şimdi gene kilo verme hızım düştü, ama kendime bir kilo hedefi belirlemiş olsam da bir zaman hedefi belirlemediğim için sorun yok.

Bu arada dışarıda yemek yememek de çok işe yaradı. Sosyal yemeklerde uzun süreli masada oturma ve sohbet arasında ne yediğinin farkında olmama gerçekten çok tehlikeli bir şey. Asıl mesele izolasyon sürecinden çıkınca, hayat alıştığımız düzene dönünce kiloyu muhafaza etmek olacak.

Şuraya eğlenceli bir şişman resim bırakayım dedim

KORONA GÜNLÜKLERİ; DÜNYADA SALGININ BİRİNCİSİ OLMUŞKEN, KENDİ DERDİMİ UNUTTUM, KRALİÇENİN DERTLERİNE GARK OLDUM.

Bu hafta itibarıyla salgın konusunda çok ilginç bir noktadayız. Her şeyden evvel Türkiye nüfusuna oranla en çok vaka sayısı olan ülke haline geldi. Yani ülkemiz salgında birinci. Bu da yetmemiş gibi Çanakkale de Türkiye’de birinci sıraya yerleşti. Şu anda haftalık vaka sayımız kabaca binde bir. Acil durumunuz yoksa hastanelere gelmeyin deniliyor. Yoğun bakımlar ise dolu durumda. Neyse ki şehrimizde aşı oranı ülke geneline göre daha yüksek. Bizim bölgedeki köylerde ve bizim köyde ilk defa hasta var. Komşu köylerimiz karantina altında, giriş çıkışı önlemek için köye giden yollara mıcır barikatları kurmuş, arkasına da araba park etmişler. Bizim köyde de vaka sayısında artış var yani biz de her an karantinaya girebiliriz.

Elbette biz kişisel önlemleri iyice artırdık,  şehre inişleri iyice kısıtladık. Bol bol açık havada yürüyüş yapıyordum, ancak april 5, sitte-i sevr soğukları bu yıl bol yağmur getirdi. Yani yürüyüş yapmak için de bahçede çalışmak için de havalar izin vermiyor. Ben de bahar temizliği yapmaya karar verdim, perdeleri filan yıkadım, yorgunluktan canım çıkıyor. Bu son günlerde Afrika’dan gelen çöl kumları üzerimize yağıyor, ancak bu gibi şeylere son bir yıl içinde artık alıştık, başımıza meteor düşüyor, aldırmıyoruz.

Gene de eski hayatlarımıza dair alışkanlıklarımıza dahil edebileceğimiz en ufak bir sürpriz, farklı bir şey için nasıl bir açlık içindeyim anlatamam.

Geçen hafta  İngiltere Kraliçesinin kocası öldü. Ben de bu haberin ve eklerinin ardını takip ederek epeyce oyalandım. Hele bir haber aklımdan çıkmadı, sosyal medyada dük acaba corona aşısından mı öldü diye bir yorum vardı. Vallahi  demek ki herkes hem virüsün hem de aşının üzerine komplo üzerine komplo teorisi üretiyor. Gerçek çizmesini giyene kadar yalan dünyayı dolanırmış, kimsecikler bilim insanlarının söylediğine inanmıyor. Bizde aşı sırası gelen her 4 kişiden biri, aşının kendisine zarar vereceğinden emin olduğu için aşılanmadı.(Daha dün, yeni teknoloji aşıdan olacağım diye beklerken hastalanarak yoğun bakıma yatan genç bir pediatristin haberini aldım.)

Evet; bence de kraliçesin kocasını aşı öldürdü, yoksa sadece 99 yaşında, daha hayatının baharında, sapasağlam (yıllardan beri  ciddi sağlık problemleri var, ama olsun o kadar kusur kadı kızında da olur) adam durduk yerde neden ölsün, değil mi?

Adam öldü, bana iş düştü. Bütün hafta; cenaze planlarını, kaçak torunun ne yapacağını, karısının törene gelip gelmeyeceğini  takip ederek gönül eğledik. Daha sonra da corona tedbirleri altında töreni seyrettik, ancak derdimiz gene ölen değildi, prensler bir araya geldiler mi, kraliçenin çantasında ne vardı, gelinler ne takmıştı gibi dedikodu malzemesi çıkabilecek ne varsa onları izlemekti.

Corona tedbirleri kapsamında  cenazede çok az sayıda katılımcı vardı, onlar da kapalı alanlarda  maske taktılar. Ancak bence törendeki kilise korosu işi bozuyordu, aralarındaki mesafe, normal konuşma mesafesine göre ayarlanmıştı. Oysa şarkı söylerken nefes daha uzağa kadar gider, yani koro elemanlarının arasındaki mesafeyi uygun bulmadım. Bu kadar dikkatle izledim, ne yalan söyleyeyim.

Neyse ben tek değilmişim, bütün gazeteler de prenslerin konuşmasından tutun, karısının gerdanlığına kadar haber yaptılar.

Kafamdaki dedikodu çarkları tıkır tıkır çalıştı,  günlerce kendi dertlerimi unutup fukara  Diana’nın gariban yetimciklerine (kazık kadar herifler)  yandım.

Aslına bakarsanız, kraliçe ve dolayısıyla İngiltere, bir zamanlar üzerinde güneşin batmadığı imparatorluğun uzantısı kraliyet sayesinde ‘The Commonwealth’ birliğin dolayısıyla muazzam bir gücü, ufacık bir adanın egemenliğinde toparlıyor.

Bence, bu korona ( taç demek) salgını bu birliğin de dolayısıyla Kraliyetin de sonunu getirebilir. Çünkü bu gibi olağanüstü haller, normal zamanlarda akla gelmeyecek çözümler ilham eder. Mesela Avusturalya ve Yeni Zelanda’nın kendilerini imparatorluktan ayrı bir ülke olarak tanımlamaları, Çanakkale savaşı sonrasıdır.

Benim içime doğduğu kadarıyla  şimdiki kraliçenin ölümünden sonra, hele de bu arada mesela Kanada ya da Avustralya gibi büyük bir ülke commonwealthdan ayrılmış ise, kraliyetin sonu gelecektir.

Aile fertlerinin, Prens Harry’e bu kadar kızgınlık göstermelerinin bence en büyük sebebi, aileden birinin (hiçbir zaman kral olmayacak, ancak gene de çok önemli birinin) kraliyet ailesinden kendi gönlü ile ayrılması, halkta kraliyetin vazgeçilmez bir şey olmadığı fikrini uyandırır diye korkmaları.

Gördüğünüz gibi bu dar zamanda, hiç başka derdim yokmuş gibi ben de kraliyet ailesi üzerine bayağı zihinsel mesai yaptım.

Aslında bu aileyi masal kahramanları gibi izlemeyen var mı bilemiyorum. Benim gençliğimde Prens Charles modaydı, çok çirkin ve çok demode bir adam olduğu için hiçbir zaman sahne ışıkları üzerinde olamadı. Ne zaman ki piyasaya Diana çıktı, kadın yıllar boyunca, yok düğünüydü, çocuklarıydı, seyahatleriydi, sevgilileriydi, yeme bozukluğuydu, mayın tarlası, AIDS hastası resimleriydi, ölümüydü derken, hepimize bir peri masalı yaşattı.

Kadında belirgin bir şekilde yıldız tozu vardı ve bu cazibesinin kaynağı da olağanüstü ayrıcalıklı yaşamına karşılık, bu dünyadan bir insan olduğunun kolayca anlaşılabilmesiydi.

Benim kanaatime göre, ondaki star ışığı şimdi ailede sadece Harry’de  var,(gerçekten artist olan karısı bile onun kadar star tozu taşımıyor). Geri kalan aile fertlerinin hepsi kendini bulunmaz Hint kumaşı sanan sevimsiz sinameki ordusu.  Yani aslında aileden sadece bir prens gitmedi, ailenin sempatik yüzü gitti.

Ne demişler, kızın varsa ölene kadar  var, oğlun varsa el kızını alana kadar var.  Bazı sosyal ilişki modelleri kişilere, ayrıcalıklara göre değişmiyor. Bence bu çocuğun evliliği de uzun sürmeyecek ama bu gün bu kadar kehanet yeter.

Boş kalan zihin şeytanın çalışma odasıymış, ben de zihin boşaltıyorum böyle.

SALGIN ARTIK İYİCE RUHLARIMIZI KARARTTI; ASLINDA BATTIM AMA BÜTÜN GAYRETİMLE KUYRUĞU HAVADA TUTMAYA ÇALIŞIYORUM.

Bir yıldan uzun süreden beri bütün dünyayı kasıp kavuran salgın, son günlerde Çanakkale’de  ciddi bir artış gösterdi. Çanakkale’de yoğun bakımlar doldu. Salgın bizim köylerimizin olduğu bölgeye de girdi. Bir yıl boyunca hiç hasta görülmeyen köylerimizde durum değişti, şimdi çevremizde hastası olmayan köy kalmadı, birkaç köy ise karantinada. Karantinaya alınan alanlara her gün yenileri ekleniyor. Zaten vaka sayıları ülke genelinde inanılmaz artış gösterdi, bütün ülke için yeniden kısmi kısıtlamalar koyuldu. Her an bizim köy için de karantina kararı çıkabilir. Şimdilik hane halkı olarak kendimizi gönüllü karantinaya aldık, zaten şehre oldukça kısıtlı iniyorduk, şimdi iyice kısıtladık.

Bu genel tablo içerisinde bir takım hayat motifleri tekrar edip duruyor. Mesela; elbette bu salgın süreci boyunca bir yandan hayat akıp gidiyor,  insanlar çeşitli hastalıklara yakalanmaya devam ediyorlar, fakat bu süreçte artık yumurta iyice kapıya dayanmadan kimse hastaneye baş vurmaya cesaret edemiyor, sonuç olarak bir çok hastalık oldukça gecikmeli tanı alıyor.

Bir başka dikkatimi çeken motif de bu süreçte mutlu haberler alma olasılığı oldukça düşük, ama bol bol hastalık haberi alıyoruz. Tanıdıklar arasında elbette bir çok kişi corona geçirdi, ancak çevremde corona dışı sebeplerle de hastalanan bir çok kişi oldu.

Felç geçiren mi ararsın, gecikmiş kanser tanısı alan mı, kalp hastalığı çıkan mı, psikiyatrik hastalık krizi geçiren mi, ne arasan var. Geçen hafta  tanıdığım gencecik bir kızcağız kalp ameliyatı sırasında hayatını kaybetti. Kuzenim tansiyonu düştüğü için gece tuvalette  düşüp kafasını çarptı. Bir arkadaşım geçici felç geçirdi…

Telefon elimden düşmüyor, sürekli birilerine teselli veriyorum ya da baş sağlığı diliyorum.

Geçen günlerden birinde bir arkadaşım bu yıl on yaş yaşlandığını söyleyince halime şükrettim ama ben de tükendiğimi hissediyorum.

Ciddi bir hastalığım yok, ama hayatıma, hemen her gün, ruh ve beden sağlığıma zarar veren yeni bir problem daha ekleniyor.

Aylardan beri tansiyon problemi çekiyorum,  bizim kızların tansiyonları yükselmesin diye tuzsuz yemek yapa yapa, tuzsuz yemeğe alıştım, oysa normalde oldukça tuzlu yerdim. Hal böyle olunca da benim tansiyon yerlerde sürünüyor, zaman zaman içim eziliyor, başımı kaldıramaz hale geldiğim oluyor. Son aylarda tansiyonum genel olarak 100/50 mmHg civarında seyrediyor en yüksek 115/60 mmHg ölçtüm. Önceleri 9’a düşünce kafam sersemliyordu, ama artık aşırı düşük tansiyona alıştım, 8/4ün altına düşmedikçe başım dönmüyor artık. Hatta bir sefer 75/35 mmHg’ye kadar düştü, o zaman bile aşırı bir rahatsızlık hissetmedim.

Kuzenime tansiyonumun kaç olduğunu söyleyince olamaz, doğru olsa şoka girmen lazım alet bozuktur dedi. Alet bozuk filan değil, kızlarınkini doğru ölçüyor,  ben temsili şoktayım dedim.

Daha bitmedi. Haftalardan beri, sağ kulağımda bitmek bilmez bir kulak uğultusu var. Sol kulağımda zaten on yılı aşkın zamandır, baro travmaya bağlı çınlama var. Sağ kulak zarım ise daha önceden çökmüş ve tüp takılması gerekmişti. Şimdi olay şu; sağ kulağım ya yeniden tüp istiyor, ya da düşük tansiyondan uğulduyor (diğer kulağımda zaten çınlama olduğu için o kulakla uğultuyu duymuyorum). Ama salgın bu durumdayken hastaneye gitmek istemiyorum. Şimdilik bildiğim usul ilaçla tedaviye çalışıyorum, bir yandan da tuzlu yiyerek tansiyonumu kontrol etme gayretindeyim.

Gene bitmedi. Uyku düzenim yine hayatımı etkileyecek derecede bozuldu, geceleri bir türlü uyuyamadığım için de sabahları feci bir baş ağrısı ve inanılmaz bir sersemlikle yataktan çıkıyorum. Hiç gözümü kırpmadığım günün ertesinde hasta gibi yatmak zorunda kalıyorum. Yıllardır, bu son haftalarda çektiğim kadar şiddetli baş ağrısı çekmemiştim. Sonunda melatonin almaya başladım ve oldukça işe yaradı. (Uyku ilaçları, beni daha beter hale getirdiği için alamıyorum.) Hiç değilse bu problem sarmalına çare bulabildim.  

Bu arada bir de son yıllarda başıma dert olan ve aylardan beri kurtulduğumu sandığım idrar yolları enfeksiyonu da yokladı.  Neyse ki tedaviyle bu dertten de kurtuldum.

Hala bitiremedim. Bir de bitmek tükenmek bilmez kas ve eklem ağrıları çekiyorum. Bütün yıl boyunca sırtım, omuzlarım özellikle de belim neredeyse her gün tutuldu. Bunların hep psikolojik kaynaklı olduklarını düşünüyorum ve  mekanik masaj ve yoga ile epeyce üstesinden gelebildim. Her iki dizim, omuzlarım, ayaklarım, bir eklemim birinin ağrısı bitmeden diğeri ağrımaya başlıyor.  Bir eklemim ağrımaya başlayınca da aylarca ağrısı geçmiyor. Daha önce çektirdiğim MR’ların hiç birinde bursit dışında bir şey çıkmadı.

Sonuç olarak idrar yolları enfeksiyonu hariç, bütün şikayetlerimin  psikolojik bir alt yapısı olduğuna inanıyorum. Öyle kendimi dinleyip dertlerime sarılıp yaşamıyorum, internette bulduğum her eğitime katılıyor, her gün yürüyor, bahçede çalışıyor ve kafamı bir şeylere takmamaya gayret gösteriyorum.

Gene de tuhaf şeyler düşünüyorum. Örnek mi istiyorsunuz; mesela gençler ve çocuklar okula gitmiyorlar, arkadaşlarından uzaklar, peki bunların hali ne olacak. Normalde çalışma arkadaşını, ortağını arkadaşlarının arasından seçersin. İş kuracaksın, ortak aramazsın bile, mutlaka güvendiğin bir okul kankan vardır, birlikte hayata atılırsınız. Evde okumak ne kadar olur, belki teorik bilgiyi alırsın, ama ya sosyal ilişkiler ne olacak,  vallahi bilmiyorum.

Zaman ilerleyecek ve bu sürecin kendi hayatlarımız üzerindeki etkilerini göreceğiz. Tabii şimdilik en önemli konu hastalığa yakalanmamaya, şok, mok demeden hayatta kalmaya çalışmak.

KARANTİNA HAZIRLIKLARI, MEŞGULİYET TERAPİSİ, SON DAKİKA ÇIKAN PROBLEMLER, EVDEN YÜKSELEN ACIKLI SESLER.

Bizim köy, HES programında  ilk günden bu güne kadar hep düşük riskli bir bölge sayılıyor. Türkiye’de tespit edilen ilk vakanın üzerinden 14 ay geçti ve geçen hafta, bizim köyde ilk vaka görüldü.

Son ay içerisinde çevre köylerdeki vakalarda aşırı artış görüldü, Çanakkale genelinde de ilk kez bu denli yüksek hasta sayısı oldu.

Bizim köy henüz karantinaya alınmadı ama, çevremizdeki köyler ikişer, üçer 14 gün boyunca kapatılıyor, hatta köylerden birinde karantina süresi ikinci kez uzatıldı. Sanırım yakında resmen karantinaya girmesek bile, bütün yollarımız kapalı olduğu için fiilen karantina durumunda olacağız. Şimdilik köyden şehre iniş yollarımızın hepsi kapalı değil.

Salgının başından beri il genelinde bu kadar az sayıda vaka olduğu için böyle bir zamanın gelmesini bekliyordum. Salgının bizim köye bu kadar geç ulaşmasının olumlu tarafı; hane halkı olarak aşılanmış olmamız, olumsuz tarafı ise bu kadar geç kalınca gelen virüsün mutasyonlu olması. Neyse ki olduğumuz aşı bize kadar gelen varyanta karşı da biraz koruma sağlıyor, tabii tedbiri elden bırakmıyoruz, zaten bu haftaya kadar köyde maskeli gezen sadece bizdik.

Sevgili Yavuz Özoran hocamın kulakları çınlasın, kendine sürekli bir takım işler yaratır ve bu halini ‘meşguliyet terapisi’ uygulamak şeklinde yorumlar. Ben de sürekli meşgul olması gereken huzursuz bir ruh olduğum için bu yıl evde zaman geçirecek bir yığın online eğitime başlamıştım. Geçen hafta bu eğitimlerin bazılarından sertifikalarım geldi, toplamda 4 adet sertifika sayesinde kendime ‘sertifika manyağı’ lakabı taktım. Bu da yetmez tabii; hafta sonu Anadolu Üniversitesi açık öğretim sınavına gireceğim.

Sanal ortam dışında da evde ve bahçede kaliteli zaman geçirmek için hazırlık yaptım. Evde yığınla kitap, el işi malzemesi var.

Geçen hafta etrafımızdaki köylerde hızlı vaka artışı olunca 14 günlük karantina hazırlıklarımı tamamlamaya çalıştım. En önemlisi şehirden gelen (hatta gidip aldığım) bahçıvanın yapması gereken bir günlük iş vardı, hava muhalefetinden bir türlü adamcağızı alamıyordum. Geçen hafta iki günlük yağmursuz havayı bulunca hemen adamı alıp, zeytinleri budattım. O gün işi bitirebilsin diye kendim de arı gibi çalıştım. Artık bundan sonra bu ay içinde bahçede yapılacak işleri biraz mesai harcayarak kendim de yapabilirim.

Bu sene evin arkasında yaptığımız ufak bostanı malçlamaya karar verdik. Malç diktiğiniz bitki köklerinin kapatılması anlamına geliyor. Bu sayede bostan hem yabani bitkilerden korunmuş oluyor, hem de ısı ve nem dengesi daha iyi sağlanıyor, su tasarruf ediliyor. Aslında kapatma işi organik maddelerle de yapılabilir, ancak o maddelere ulaşamam, mecburen naylonla kapatacağız. Yanılmıyorsam bu işi kendim yapmak zorunda kalacağım, oysa bahçıvandan yardım almayı düşünüyordum, ne de olsa ilk kez deneyeceğimiz bir şey.

Bu naylonları köyden edinebilme şansımız olmadığı için bir koşu gidip tedarik ettim. Sırf bu ihtiyaç kalemini bile önceki yaşamıma göre nasıl bir paralel evrende yaşadığımın kanıtı olarak kaydediyorum.

Bunun haricinde bahçe için alınabilecek ne var ne yoksa (fideler hariç) hepsini aldım. Yeme içme işleri tedarikine gelince, bence birkaç ay köyden hatta evden çıkmadan yaşamamız mümkün. Gene de geçen hafta un, içme suyu, laktozsuz süt gibi şeyler depoladık.

Bir de hesapta olmayan şeyler çıktı. Mesela dişler. Bizim kızların her ikisi de dişten yana çok şanssızdırlar, ömür boyu ev ve iş yerleri dışında, en çok vakit geçirdikleri yerler dişçi muayenehaneleri olmuştur muhtemelen.  

Nermin’in ağzında, alt çenedeki 4 diş kökü haricinde hiç kendi dişi yok, totale yakın protezleri var. Gerçi bu protezleri de ağzında sadece dışarı çıkarken estetik amaçlı kullanıyordu. Bundan birkaç ay önce ön diş köklerinin kaplamaları çıktı. O zaman onu buradaki bir diş merkezine götürmüştüm, bize salgın önlemleri nedeniyle ağızdan toz çıkarak işlemler yapamayacaklarını söyleyerek hiçbir şey yapmadan, salgının bitmesini beklemek üzere eve göndermişlerdi.

Aylardan beri, sanki bilmiyormuşuz gibi, her gün bize ağzında diş olmadığını duyuruyordu. Mesela süt reçelini çok sever, ama en son aldıklarımızı nedense beğenmedi galiba, neden yemediğini sorunca, reçel yemek için dişe ne gerek varsa ‘dişim yok ya yiyemiyorum’ dedi. Aylardan beri sevmediği yemeklerin hepsi (ki çoktur) ne kadar yumuşak olursa olsun, ‘dişi olmadığı için yiyemeyeceği kadar sert’, sevdiği yiyecekler ise ne kadar sert olursa olsun yiyebileceği yumuşaklıkta. (Onu tekrar diş merkezine götürmek için vaka sayısının azalmasını bekliyordum, bu arada bana her fırsatta hatırlatıyordu.)

Sermin’in ağzında ise birkaç implanta yerleştirilmiş, kalıcı protezler var. Geçen hafta sonu onun da alt çenesindeki protez çıktı. Onun doktoru İstanbul’da olduğu için kendi fikri ona gitmek idi, ancak uzun yolda araba kullanmaz, bu salgında otobüse binmez,  İstanbul’daki yeğenimiz gelsin beni alıp İstanbul’a götürsün demeye başladı.

Aklıma bu ikisi de özel bir hekime götürmek fikri geldi ( ne de olsa özel muayenehaneye, diş merkezindeki kadar kalabalık olmaz). Acaba dişlerini burada yapıştırmayı kabul eder mi diye Sermin’e sordum. Sanırım o sırada İstanbul’daki hekimi ile konuşmuş, o da gelme, orada yapıştırsınlar demiş, hemen kabul etti.

Çanakkale’de en yakın 2 arkadaşımın birinin lise, diğerinin fakülte arkadaşı olan bir diş hekimi var. Üstelik bu adamın bizim köyde arazileri var. Yıllardan beri (ta kendim için arazi aradığım zamanlardan beri) bu adamla tanışmam gerekiyordu, ancak bir türlü kısmet olmamıştı. Arkadaşımı arayıp,  ikisi için de bu hekimden randevu aldırdım. Sağ olsun bizi temiz muayenehaneye almak için kendi çalışma saatinden bir saat öncesine randevu verdi.

Neyse sonuç olarak Sermin’in dişini yapıştırdı. Nermin’in dişileri artık çekilecek sanıyorduk, ama onu da yapıştırmaya karar vermiş. Bu arada ben adamcağıza bir paket çikolata yaptırmak için dışarı çıkmıştım. Ben dışardayken Sermin aradı, benim dişimi yapıştırdı, Nermin’inkine de yapıştıracakmış dedi. Ben peki ne zaman diye sordum, doktor ne zaman isterseniz dedi, diye bir cevap aldım. Sağlıkla ilgili işlerini bana yaptırmaya o kadar alışmışlar ki randevu almak akıllarına gelmeden dışarı fırlamışlar.  

Neyse ertesi güne randevu aldırdım,  bu kez benim başka işim vardı, ikisi Nermin’in protezleriyle gitti, fakat bu aylar içerisinde diş kökleri yer değiştirmiş, yani eski protez uymamış, doktor yeni kalıp almış ve yeni protez ısmarlamış.  Vallahi ne varsa eski hekimlerde var,  bizim nesil hastaya yapışır, işini bitirmeden bırakmaz, yeni nesil hekimlerin çoğu kendi uzmanlık alanı dışında en ufak bir şeyi bile ellemiyor.

Umulmadık bir şey ise dün durduk yerde araba kazası yapmış olmam. Suç tamamen bende, adamcağız kavşakta duruyordu, ben frene geç bastım ve ona arkadan çarptım. Adam emekli jandarma çıktı, sulh içinde tutanak tuttuk. Vuru, nasıl bir yere denk geldi ise şoför kapım açılmıyor, mecburen arabayı servise bıraktım.

Artık, benim arabayı almak ve Nermin’in dişlerini prova yapmak dışında köyden çıkmamız için sebep yok. Gene de, umarım bizim köy karantinaya girmez ve bütün çıkış yollarımız kapanmaz.

Şimdilik evde kalmanın tek sakıncası, köyde korona vakası olduğunu duyunca  Nermin’in iyice azıtan sinirsel öksürüğü. O tahta göğüsten bu kadar yüksek sesi nasıl çıkarabiliyor, bilmiyorum. Yemin ederim, İl Pandemi Kurulu,  kükreyen öksürük seslerini duysa bizim evi tek başına karantinaya alır.

Bizim evden yükselen tek vahim ses Nermin’in öksürüğü değil. Ben de kaç yıldan beri hiç müzik yeteneğim olmadığı halde yeniden piyano dersleri alıyorum (şu sıralar Online). Çıkarttığım seslerin çevredeki inekleri sütten keseceği konusunda endişelerim var.

Dardanos sahili
Köy yollarında yürüyüş

BOLLAŞMIŞ KOT PANTOLONLARDAN ÇANTA YAPMAK

Bu yıl evde sıkılmamak için bin bir takla atıyorum. Aklıma artık bol gelen kot pantolonlardan çanta yapmak fikri geldi. Meğer internet ‘eskiyen kotlardan çanta yapanlar’ çarşısıymış, bu konuda bir yığın eğitici video buldum. Bu videolardan özellikle de cep yapma konusunu ayrıntılı gösteren bir kaçını defalarca izledim. Sonunda kendi çantamı yapacak kadar fikir sahibi olduğuma karar verdim.

Dikiş konusunda çok deneyimsiz ve sabırsızım, en ufak bir zorlukta hemen vaz geçme ihtimalim var, mesela dikiş makinesinin en ufak bir tersliğinde tamamen iptal oluyorum.

Önce günlerce, kendimi ruhen dikiş makinesini kullanmaya hazırladım, sonra ütü masasının ve dikiş makinesinin açık durabileceği bir yer ayarladım.

Evdeki sandıklardan birinden çanta astarı olarak kullanabileceğim çizgili bir kumaş buldum.

Birkaç boyda ve renkte fermuarlar, gerekirse kullanacağım bazı markalar, iplikler, tela aldım.

Birkaç yıl önce gene kendi yaptığım ancak oldukça küçük geldiği için kullanamadığım fakat desenini kendim çizdiğim ve işlediğim için atmaya da kıyamadığım, kumaş bir çantayı da parçalara ayırdım. İşli parçayı yeni yapacağım çantanın ön cebi olarak kullanmaya karar verdim.

Bu nakışı, Osmanlı çini desenlerinden esinlenerek kendim çizmiş ve dizayn etmiştim. Çiçekleri, klasik çini desenlerinden çok kullanılan Hatayi desenlerden esinlenerek çizmiştim. Fakat yapmayı planladığım çanta için gözüme çok küçük görünmüşlerdi. Böylece çiçeklerin etrafına Çintemani örnekleri eklemiştim. Bu sefer de çiçeklerle çintamani desenler çok ilgisiz kaçmıştı, çintemani desenleri kalın bir çerçeveyle çevreleyerek kendimce çok hoş bir bütünlük sağlamıştım.

Yapacağım sırt çantası için, sadece ön ve arka yüzler için kağıt bir patron çizip, bu patronu ölçü olarak kullanmaya, diğer bütün kısımları elimdeki kumaşın ölçülerine ve üzerindeki dikiş izlerine uygun bir şekilde doğaçlama yapmaya karar verdim.

(Sonuç olarak ortaya, oldukça kullanışlı yüksekliği 44 cm, eni 35 cm, kalınlığı 8 cm boyutlarında bir sırt çantası çıktı.)

Bütün hazırlıklardan sonra, pantolonu ana dikişlerinden kesip, kullanabileceğim bazı düzgün kumaş parçaları çıkarttım.

Çantanın ön ve arka ana yüzleri için istediğim boyutlarda kesintisiz kumaş yoktu.

Böylece iki ana parçanın enini kurtarmak için ortadan yukarıdan aşağıya bir dikiş olacak şekilde ayarladım. Çantanın boyunu kurtarmak için de alt kısmına üçüncü parça daha hazırladım.

Önce 14x 26 cm boyutlarındaki iki düzgün kumaşı ortadan birbirine diktim, telaladım ve bütün kumaşa elimle kapitone dikiş yaptım. Bu kapitone sırasında makine kullanma konusundaki kararlılığım arttı.

Her iki ana yüzün bir yarısını kesintisiz olarak pantolonun bir paçasından çıkarabildim. Arka yüzün diğer yarısını çıkarabilmek için alt tarafta arka cebin olduğu kısmı kullandım. Bu parçada hem pantolonun kendi cebini, hem de bütün parçayı (çıtçıtla kapanan, astarlı) bir cep olarak tasarladım. Çift cepli parçayı, arka yüzün yarısını oluşturacak şekilde tamamladım. Daha sonra iki yarıyı birleştirdim ve bütün arka yüzü tela ile astarladım.

Ön yüzde de parçalardan birini yamalı yaptım. Ön yüze nakışlı cebin haricinde, nakıştaki kahverengine uygun bir fermuarla kapattığım astarlı bir cep daha diktim. Bundan sonra bu parçayı da tela ile astarladım. Ayrıca pantolonun cebini çıkardığım yerde görünen koyu mavi çizgiyi desen haline çevirmek için, bunun yanına bir marka, bir de ‘hand made’ logosu yerleştirdim.

Çantanın saplarını yapmak için diğer paçanın boyundan çıkardığım (ölçüyü göz kararı almıştım) iki uzun parçayı kullandım. Önce uzun parçaları katlayarak çanta sapı olabilecek şekilde diktim. Fakat boyları istediğim uzunlukta olmadı. Zaten ön yüzdeki yamayı yapabilmek için arka ceplerden birini sökmüştüm. Bu cebi de tela ile astarlayarak uzunlamasına ortadan katladım, sapları bu cebin alt kısmına sokarak bütün parçayı dikişlerle birleştirdim. Bu cebi çantanın arka yüzünün üst ortasına, sapların açıkta kalan uçlarını da arak yüzün alt yanlarına kuvvetlice diktim.

Ön ve arka yüzleri bitirdikten sonra alt kısımlarından ilk yaptığım kapitone parça ile birleştirdim. Daha sonra sapları dikmemeye özen göstererek kenar dikişleri çektim. Kapitone parçanın köşelerini kulak gibi katlayarak, çaprazlama tekrar diktim. Böylece kapitone parça çantaya sadece uzunluk değil, aynı zamanda kalınlık katan kısım oldu.

Astarı ise tek parça halinde kestim, bir tarafına fermuarlı, diğer tarafına açık bir cep ekledim. Astarı da ayrıca tela ile astarladım.

Son olarak çantaya ve astara üst kısımdan fermuar dikerek çantayı tamamladım.

Çantanın son halini gören Sermin, artık ne anlama geliyorsa, birkaç kullanmadığı kot pantolonunu önüme koydu.

Şimdi yeni tasarımlar peşindeyim ama makine de hır çıkarmaya başladı, bakalım ne olacak?

Ben kafayı iyice kırmadan şu salgın bitse bari.

GERÇEKTEN GENÇKEN, KORKU FİLİMİ GİBİ ZAMANLARDAN GEÇERKEN, YAŞADIKLARIMI OLDUKLARI GİBİ KABULLENDİĞİM İÇİN, ÇAKMA GENÇLİK GÜNLERİMDE HUZUR İÇİNDEYİM.

Ben yaş aldıkça Dünya Sağlık Teşkilatı, ömür süreçlerini tekrar tekrar tanımladı, son tanıma göre, şu anda içinde bulunduğum 63 yaşımda hala ‘genç’ kategorisine giriyorum. Benim gençliğimde bu yaştaki kadınlar, çoktan dünyadan ellerini eteklerini çekmiş, kefen parasını hazırlamış, köşesinde namaz kılıp, ölümü bekliyor olurdu. Zaman değişti bu günlerde kimse böyle davranmıyor.

Belki de gençliği kayıp bir neslin bireyi olarak, bir ‘gençlik uzatmalarını’  yaşamaktan memnunum. Bu aşamada en önde gelen görevimin, beden, zihin ve ruh dengemi sağlamak, kendimi her yönden sağlıklı tutmaya gayret etmek olduğunu düşünüyorum.

Dünya Sağlık Teşkilatının, 65 yaşa kadar insanları genç olarak tanımlaması bana çok iyi geldi,  çünkü aslında, gençliği hoyratça elinden alınmış bir neslin mensubuyum.  Üniversite çağlarım, ülkenin içinden geçtiği en zor şartların yaşanmakta olduğu bir zaman dilimine denk geldi. Kavganın gürültünün asla eksik olmadığı, tehlikenin en yakın arkadaşından bile gelebileceği, son derece tehlikeli, son derece güvensiz bir ortamda, o kadar zor bir okulu nasıl okuduğumuza hala inanamıyorum. Şimdiki çocuklar gibi olsak, hiç birimiz psikolog muayenehanelerinden çıkamazdık. Bizim zamanımızda psikoloji, misikoloji yoktu, kimsenin aklına, o günlerde yaşadığımız zorluklardan dolayı ömürlük izler taşıyacağımız gelmezdi.

Günü birlik yaşardık.

Sabah kalkıp, bugün boykot mu olacak, silahlı çatışma mı çıkacak, akşama sağ mı, ölü mü olacağım, önümüzdeki geceyi yurtta mı, hastanede mi, yoksa karakolda mı geçireceğim bilmeden, yola çıkardık. Yıllarca her sabah savaşa gider gibi okula gittik. Üstelik bu durumda bu kadar zor bir eğitimin üstesinden geldik.

Şimdi geri bakınca o günlerde değil okumak, günlük yaşamını idame etmenin bile, ne kadar büyük başarı olduğunu, ne kadar güçlü bir irade, ne kadar olağanüstü bir öz gerektirdiğini idrak ediyorum.

Bu direnci nereden bulduğumu anlamaya gayret edince, içinden geçtiğimiz o korkunç zamanlarda, olaylara duygu yüklemeden, çevremde olan her şeyi olduğu gibi kabul ederek, gözleyerek ve yüreğimde korkuya hiç yer vermeyerek, başardığımı fark ediyorum. Mesela,  o gün panzerin altından canını zor kurtarmışsın,  şangır şungur kırılan koca bir camın altından son anda kaçmışsın, amfinin içinde silahlı baskına uğramışsın, yüzüne emniyeti açık silahlar doğrultulmuş (hepsi gerçektir, hatta çoğu vardır) ama akşam yurda gittiğinde oturmuş aklının ve dikkatinin her bir zerresini vererek anlaşılması çok zor, yepyeni bir konuya, odaklanmayı başarıyorsun.

Neredeyse çizgi film kahramanı gibi yaşamışız, değil mi? Biraz da olsa duygusala bağlansam, korksam, başımdan geçenleri yorumlama, gün içinde yaşadıklarımı zihinsel geviş getirme gayreti içinde olsam, herhalde delirirdim.  Yıllarca, günü birlik bile değil, bir an sonra olacakları öngöremeden, sadece içinde bulunduğum anda yaşadım.

Bizim okul aşırı siyasi bir ortamdı, kendi başımıza ürettiğimiz olaylar yetmezmiş gibi, Ankara’nın hangi üniversitesinde bir olay çıksa eninde sonunda, yürüyüp, bizim sınıfların olduğu meydana ulaşırlar, bizim okulu da olayın içine çekerlerdi.

Sınıflarımız, kendini sağcı, solcu (Beytepe kampüsü ayrılıp, Hacette kampüsünde ağırlıkla solcu öğrenciler kaldıktan sonra, devyolcu, devsolcu, igedeli, maocu, kurtuluşcu, apocu ve daha bilmemneci) olarak tanımlayan militan arkadaşlarla doluydu. Bazı sınıf arkadaşlarımı zihnimde yalnızca, suratının ortasında damga gibi siyasal tercihini açıklayan bıyıkları, sırtında (silah saklayabileceği) parkasıyla, bir hışım kürsülerin, sıraların üzerine sıçrayıp, bağıra çağıra, (birkaç kez dinleyince hep aynı nakaratı tekrarladığını anladığım), siyasal içerikli konuşmalar haykırırken ve bizleri sınıflardan dışarı çıkmaya zorlarken hatırlıyorum. Kimse canını sokakta bulmadığı için (kolay değil günde 30-40 siyasi cinayet işleniyordu), herkes istese de istemese de,  kürsüye fırlayanın sözlerini bitirmesini bile beklemeden, sınıfı terk ederdi.

Öyle zamanlar olurdu ki, bir hafta boyunca, normalde bir günde girmemiz gerektiği kadar saat derse bile girememiş olurduk. Okul da o kadar zor ve zahmetle okunan bir okul ki, bu günlerin telafisi çok zor olurdu. Bazen de olaylar nedeniyle okul birkaç gün, birkaç hafta kapatılırdı (hatta bir sefer bütün bir yıl kapatıldı, ancak aradan 2 ay geçince bizi geri çağırdılar).

Bu zor zamanların bir başka etkisi de arkadaşlarımızla normal sosyal ilişkiler kuramamak oldu. Gençtik, ancak saat 18 oldu mu sokağa çıkamaz, değil eğlenmeye gitmek, gece hastalansan hastaneye gidecek taksi bulamazdık. Gençken ne sinema bildik ne tiyatro ne de sosyal bir arkadaş toplantısı. Hacettepe yurdunda kalanlar, ya odasında ders çalışır ya da toplanıp siyaset konuşurlardı.  Ben Hacettepe yurdunda kalmadığım için hiç olmazsa geceleri bu ortamdan uzak durabiliyordum. Kaldığım özel kız yurdunun da başka türlü handikapları vardı ya neyse.

Tuhaf bir şekilde gençken sosyalleşemesek de, okuldan sonra geçen yıllar bizi birbirimize yaklaştırdı, her yıl çeşitli şehirlerde sınıf toplantıları yapıyoruz,  sosyal medya üzerinden de olsa her daim haberleşiyoruz.

Son günlerde sosyal medya guruplarımızda, o zamanlar aşırı militan olan arkadaşlardan birinin paylaşımlarından, benim de karışmış olduğum bir olaydan ötürü bir süreliğine okuldan uzaklaştırılma  cezası aldığını ve  bu nedenle hala beni suçladığını tekrar hatırladım.

Ben de olayın benim tarafımdan görünen yüzünü yazmayı kendime borç bildim. Üçüncü sınıfa başlamış, endokrin komitesine kadar gelebilmiştik (gelebilmiştik sözünü rastgele seçmedim, o yıl ortam çok karışıktı, ders yapabilmek bir lüks gibiydi). O zamanlar, artık başımdan her günü belirsizlikle geçen yıllar geçmişti, olayları kanıksamış, çevremi saran gerginlikten korkmuyor, sadece bıkkınlık duyuyordum.

Bir gün, gene birileri kürsüye sıçrayıp, dışarıdaki meydanda sol bir fraksiyonun Ankara çapında bir mitingi olduğunu söyleyip, bizden dersi terk etmemizi istedi. Fakat bu sefer, her zamankinden farklı bir istekleri daha vardı; bu fraksiyondan olmayanlar mitinge katılmasınlar ama derse de girmesinler hemen okulu terk etsinler diye pek beklenmedik emir verdiler (normalde miting kalabalık olsun diye katılmamızı isterlerdi). Artık canıma tak etmişti, güya okumaya gelmiştik, bütün zamanımız, günlerimiz boşa geçiyordu.

Nasıl olsa bizim mitinge katılmamızı istemediler, meydanda göremeyince gittiğimizi düşünürler, bizim derse girdiğimiz fark bile etmezler diye düşündüm.  Benim gibi düşünen 5-6 kız arkadaşımla birlikte sınıfta kaldım. Hocamız derse geldi, o kadar az öğrenciye şaştıysa da dersi anlatmaya başladı (Hocamız, benim yengemdi, ancak sınıfta kalma kararımda bu durumun en küçük bir etkisi yok).

Meğer sınıfta kalan var mı diye gözleniyormuşuz, ders başladıktan çok kısa bir süre sonra yukarıda sözünü ettiğim arkadaş hışımla sınıfa daldı ve birkaç kişi olmamıza rağmen, başka hiç kimseye bakmadan direk benim önüme geldi ve çok sert bir sesle sınıftan derhal çıkmamı istedi. Ben de ‘hayır çıkmıyorum, yeter artık zorbalığınız,  sen dışarı çık’ diye sertçe karşılık verdim.

Ya o güne kadar hiç kimseden böyle karşılık almadığından şaşkınlıkla, ya da bütün zalimler gibi o da korkak olduğu için benden korkarak -bilmiyorum neden- ama kös kös, dışarı çıktı. 

Aradan birkaç dakika daha geçince, bu sefer arkasında kendisinden de korkunç görüntülü, silahlı mı bıçaklı mı bilemeyeceğim, ama bıyıklı, parkalı, postallı, belli ki militan, (ancak muhtemelen bizim okuldan bile değil) 5-6 kişiyle birlikte geri geldi.

Gene kimseye bakmadan direk önümde durdu, önümdeki sıraya yumruklarını koyup, iyice üzerime eğilerek, yüzüme, tehdit dolu bir sesle, ‘ çabuk, çık dışarı, yoksa çok fena olacak’ diye tısladı. Canımı sokakta bulmamıştım, söylenerek dersten çıktım, ben çıkınca diğer arkadaşlarım da çıktı.

Geçen yıllar içerisinde bu arkadaşın, sınıftan birkaç kişiye, bu olaydan sonra hakkında soruşturma açıldığını, benim ve yengemin yalancı şahitlik yaptığımızı, bu yüzden okuldan atıldığını söylediğini duydum.

Bu nedenle yengem sağken onunla da görüştüm. Ondan duyduklarımı da ekleyerek yazıyorum; ne ben, ne de yengem bu soruşturmada hiçbir zaman şahit olarak dinlenmedik,  bu arkadaşı tespit edenler, okuldaki sivil polislerdi. Hakkında açılan soruşturma ise sadece bu olaydaki rolüne ait değildi, başka vukuatları da vardı.

Neler olduğunu tam olarak bilemem tabii, ama tekrar yazıyorum, ben yalancı şahitlik yapmadım. Zaten şahit olmam bile istenmedi. Eğer benden şahitlik yapmamı isteselerdi, yukarıda yazdığım gibi tamamen doğruları, olduğu gibi anlatırdım. Beni tehditle sınıftan çıkardığını olduğu gibi söylerdim, bu da yalancı şahitlik olmazdı.

Gelelim olayın (benim tarafımdan) devamına;  olaydan sonra sınıfımızda hepimizin ödünü koparan, aşırı militan ‘AAAA’ isimli bir arkadaşımız peşime takıldı. Sınıfta nerede otursam o da bana en çok 2-3 kişilik bir mesafede son derece tehditkar bir vücut diliyle oturuyor, ders dinlemeden, not tutmadan, elinde tespih çevirerek, gözünü ayırmadan, dik dik, saatlerce bana bakıyordu. Akşam ders çıkışı Kızılay’a doğru (kaldığım yurt Kızılay semtindeydi) yürürken, gene yüzünde bıyık, elinde tespih, sırtında parka, ayağında postal, gözlerinde  karanlık bakışlarla,  beni takip ediyordu.

Bu durum günlerce devam etti, sonunda dayanamadım, beni takip ettiği bir anda yanına gittim ve benden ne istediğini sordum. Karşılık olarak ‘bacım, konuşma, yürü önümden’ diye beni azarladı. Ben ise ‘hayır, esas sen yürü git, nedir bu, usandım senden, günlerdir neden peşimde geziyorsun’ diye diklendim.

O zaman açıklamak zorunda kaldı.

Meğer, tehdit edilerek dersten atıldığım günün akşamında, militan taifesi (öğrenciyken sosyalist, hatta komünist idiler, sonradan hepsi buz gibi kapitalist oldu, şimdi gün batımına doğru şarap kadehlerini kaldırarak siyaset konuşmaya devam ediyorlar), Hacettepe’nin öğrenci yurdunda bir ‘halk mahkemesi (!)’ kurmuş ve gıyabımda beni yargılamışlar. Sonuç olarak yaptıkları mitingin yanlış tarafları olduğunu kabul etmişler, ancak gene de beni  ‘devrimci hareketin bütünlüğünü bozmaktan’ suçlu bulup, güzel bir dayağı hak ettiğime karar vermişler. Üstelik bu kararı, o zamanlar benim erkek arkadaşım olmak ister gibi davranan biri önermiş, elbette geri kalan herkes de benim sıkı bir dayak yememi uygun bulmuş. AAAA, ise bu mitingi yapanlarla karşıt görüşte olduğundan sanırım, beni savunarak ‘kimsenin benim kılıma dokunmasına izin vermeyeceğini’ bildirmiş.

Sonuç olarak, beni gözlerken, peşimden dolaşırken,  beni korkuturken, aslında beni korumaya gayret ediyormuş.

Şimdi aradan bunca zaman geçti, köprülerin altından bir sürü sular aktı. Ben tehdit edildiğim gün bile bu arkadaşıma karşı içimde bir nefret beslememiştim, şimdi geri dönüp baktığımda ‘o günler böyleydi’ diyerek hala ona sinirlenemiyorum.

Ancak bazı düşüncelerimi de yazmaktan kendimi alamıyorum.

Sosyalist düşünce bence, diğerkamlık (kendinden çok başkalarının iyiliğini düşünmek) gerektirir. Bana bu yaptıklarının  neresinde  karşındakini  düşünmek fikri var?

Belki gençlik heyecanı ile devrim yapmak, rejim değiştirmek gibi siyasi fikirlerin olabilir, bu fikirlere kendini adamış olabilirsin, düşüncelerini hayata geçirmek için insanlara zarar vermeyi bile göze alabilirsin. Ancak böyle bir ruh haline sahipsen,  bazı bedeller ödemeyi de göze alman gerekmez mi?

Sen, insanları senin istediklerini yapmaya zorlarken, tehdit ederken, dayak atarken kendini haklı buluyorsan,  bedel ödemeye sıra gelince onu da sineye çekeceksin.

Bu günlerde o arkadaşın daha bir kaç olayını daha öğrendim, en yaşlı hocalarımızdan birini (normal dersin dışında fazladan slayt göstermek istemiş, iki sınıf birlikte seyredin demiş)  sırf diğer sınıfta farklı fraksiyondan arkadaşlar var diye, önce bir kolundan biri, diğer kolundan diğeri tutup yaşlı adamı çekiştirmişler. Adamcağız da daha güçlü çekenin peşinden gidip, ilk olarak bahsettiğim arkadaşın gitmesini istemediği sınıfta slayt göstermiş. Daha sonra ise yüce gönüllülük yapıp öğrencilerim her iki sınıfta da slayt göstermemi istediler diye bizimkinin istediği sınıfa da gitmiş. Ancak bizim kabadayımız sözüm ona ders dinlemeye bu kadar hevesliydi,  derse girmemiş bile. Yani amaç üzüm yemek değildi.

Sanırım o dönemde bazı arkadaşlarımız, günün siyasi koşullarından da ilham alarak, özlerindeki saldırgan dürtüleri, ‘vatan kurtarma’ sloganı altında mantık çerçevesine oturttular.

İşte bunlardan biri, yıllar sonra hala, beni tehdit ettiği için beni suçluyor. Umarım günün birinde davranışlarının sorumluluğunu üstlenir, karşıt görüşlü olanlar kadar, bizim gibi keskin siyasi fikirleri olmayanlara da verdikleri eziyetleri fark eder, seçimleriyle barışır, ödediği bedelleri kabullenir. Karşılık bulamayacağı nefretlerle içini karartmaktan vaz geçer. Huzur bulur.

Sağlık ve barış dolu bir yürek diliyorum kendisine. 

Show Buttons
Hide Buttons