Category Archives: Genel

BU BAHAR ÇOK MEŞGULÜM, BİR YANDAN KÖYDEKİ BİLGE KOMŞUDAN HAYATI ÖĞRENİYORUM, DİĞER TARAFTAN ‘ÖLÜM EŞLİKÇİSİ’ GÖREVİMİN BAŞINDAYIM

Bu yıl kocakarı soğukları ya da berdelacuz denilen soğuklar, kışın pek çok zamanından daha soğuk geçti, ancak artık karşı konulamaz bir şekilde bahar geldi. Sokağa çıkma kısıtlamalarının benim üzerimdeki en önemli etkilerinden biri bahçe işlerini tamamen üstlenmem oldu. Daha önceleri sadece hasat ürünlerinin işlenip saklanması benim görevim iken, bu yıl ırgatlık yapmaya başladım, yabani otlarla mücadele ve bahçenin temizliği ile bizzat ilgilendim.

Şimdi gene bahçe zamanı geldi. Bu ay fidanları budama, ilaçlama ve toprağı kazarak havalandırma gibi bir hayli iş var. Bir bahçıvanla da anlaştım, yapamadığım işleri o yapıyor, geçen hafta başında gelip bahçedeki asmaları ve diğer ağaçları budadı.

Bizim asmalar budandıktan iki gün sonra, bahçeye çıktığımda komşumuzun oğlunun, kendi bahçesindeki ceviz ağacının bizim bahçeye geçen ve evin çatısına doğru uzanan dallarını budadığını gördüm. Annesi de aşağıdan oğluna talimat veriyordu.

Bu komşu kadın için kolaylıkla kadim zaman bilgelerinden biri diyebilirim, çünkü köyde hangi tarladan su çıkıyor, hava durumu ne olacak, hangi tohum ne zaman ekilir hepsini bilir, üstelik bütün yerel tohumları saklar. Komşu kadın ve annesi bizim köyün atalık tohum bankası gibiler, köyün kendine ait kışlık yazlık kavun, karpuz, patlayan mısır tohumu, ne istersen bu kadınlarda var.

Evinin önünden geçerken mesela ekmek pişiriyorsa hemen bir somunu zorla eline tutuşturur, meyve toplayınca çuvalla getirir. Tam  masallardaki gibi bir köy kadınıdır. Üstüne bir de zifiri Çanakkale köy şivesiyle konuşur. Başlangıçta söylediklerinin yüzde doksanını anlamıyordum, şimdi büyük kısmını anlayabiliyorum.

Bu kadını dinlemek bayağı ilgimi çeker, çünkü ilaç gibi bir laf eder, bütün derdini tasanı unutursun, mesela ‘yağmurun iki hırsızı varmış, biri dağmış biri denizmiş’ lafını ondan duymuştum.

Ana oğul, birlikte ağacı budarlarken, ben de bahçeye çıkmış oldum ve konuşmaya başladık. Kadın bana ‘ağaçlara su yürümüş bak nasıl ağlıyor, sizin asmalar ağlamadı mı, asmalar da çok ağlar’ diyerek ağacın kesik kısmını gösterdi. Gözlerime inanamadım kesik daldan resmen açık bir musluk gibi su akıyordu. O kadar biyoloji okudum, ilk baharda ağaçlara sifon gibi su yürümesini, yaprakların yeşerme mekanizmasını  bildiğimi sanıyordum, meğer hiçbir şey bilmiyormuşum. Öğrenmenin büyük bir yüzdesini okuyarak değil, görerek edinirmişiz, gerçekten de ağaca su yürümesi ne demekmiş gözümle görene kadar hiçbir şey anlamamışım.

Oysa iki gün önce bizim asmalar budanmıştı tek bir damla bile gözyaşı akıtmamışlardı. Bizim asmalarla bu ceviz arası en çok 15 metre filandır, bu kadar mesafenin yer altı suları üzerinde bir etkisi olamayacağına göre, demek ki aradaki o 2 günde ağaçların su çekmeleri için biyolojik saatlerinin alarmları çaldı ve ağaçlara su yürüdü. Şimdi çok daha dikkatle izliyorum, gerçekten de son birkaç günden beri yaprak döken ağaçlarda canlanma belirtileri var, sabah alt dalları yeşil görüyorsun, akşam daha üst dallar da yeşermiş oluyor. Ya da ağacın biri yaprak çıkartmaya başlamış, tam yanındakinde henüz bir belirti yokken ertesi sabah onda da yeşerme başlıyor. Trabzon’dayken daha doğrusu Boztepe’ye taşındıktan sonra evden işe giderken fındık tarlalarından geçerdim, tam fındıkların yeşerme zamanında sabah giderken bir gün önceye göre, akşam dönerken sabaha göre yapraklar büyümüş olurdu.

Şimdi tam da o mevsimdeyiz, önce denize daha yakın olan ağaçlar, birkaç gün içinde bizimkiler yeşerecekler, zaten şimdiden birçok ağaç çiçeklenmeye başladı.

Sokağa çıkma yasaklarının bir diğer getirisi olarak, köyün çevresindeki ormanda ve çevre köylerde doğa yürüyüşlerine başladım.  Evin önünde kocaman ve oldukça derin bir vadisi olan ufak bir dere var, bu dere yaz aylarında tamamen kurur, sonbahar yağmurlarıyla yeniden akmaya başlar. Bu yıl, havalar garipti, uzun süre kurak gitti, sonra da birkaç saat içerisinde ayların yağmuru yağdı. Kaç yıldan beri buradayız, hiç bilmediğimiz sel yatakları ortaya çıktı, bizim köyün dere sisteminin ne kadar girift olduğunu ancak bu yıl anlayabildim. Evin önündeki derenin nasıl olup da bu denli derin vadisi olduğunu da ancak bu yıl anladım.

Bahçe işleri yeni edindiğim görev. Doğa gezileri eskiden beri sevdiğim ve yaptığım, ancak ilk kez bu kadar kişiselleştirdiğim bir şey.

Bir yandan da ömür boyu sürdürdüğüm görevlerime tam gaz devam ediyorum. Bütün hayatım boyunca (sadece meslek hayatımda değil, özel hayatımda da), ister istemez, ölmekte olan insanlara eşlik etmek gibi bir misyonum oldu.

Şimdi de bir yandan her taraftan yaşam fışkırıyor,  tohum gübre toprak telaşındayım. Diğer yandan ağır hasta bir arkadaşıma son zamanlarında destek olma gayretindeyim. Sabah bostan için malç naylonu araştırıyorum, öğlen soluğu hastanede alıyorum.

Bütün hayatım boyunca (çok erken yaşlardan beri),  özel hayatımda da meslek icabı olarak da ölüme yaklaşan insanlara son dönemlerinde eşlik ettim. Bu görev, bütün hayatım boyunca sürmüş bile olsa, kişi bazında,  bazen dakikalar, bazen saatler, günler, hatta yıllar aldı.

Son iki yıldan beri,  gene ya hastalığını inkar ettiği, ya da her şeye rağmen hayata asıldığı için, sadece irade gücüyle hayata tutunan bir yolcunun eşlikçisiyim.

Yani çok meşgulüm.

BİR AYLIK YAĞMURU BİR KAÇ SAATTE BOŞALTAN SAĞNAKLAR, ARADA YAZ KAÇAĞI SICAKLAR, BADEM ÇİÇEKLERİNE YAĞAN KARLAR, YOLLAR KAPANMADAN HEMEN ÖNCE YETİŞEN AŞILAR.

Bu kış havalar çok tuhaf gidiyor. Normalde bizim köyde her sene Aralık ayının ortasından Şubat ayının son haftasına kadar aralıklarla,   13-15 gün arabamı çıkartmama engel olacak kadar kar yağardı.

Bu kış biri Ocak ayının ortasında, bütün bir gün boyunca yağıp, 3-4 günde eriyen, diğeri de tam bir ay sonra Şubat ortasında 36 saat aralıksız yağan, sonra aralıklarla 48 saate uzanan kar yağışı oldu.

Bu iki kar yağışı arasında ise iki haftadan daha kısa süreyle tam iki kez sele sebep olacak derecede yoğun yağmur yağdı. Her iki selde İzmir’de Çanakkale’den çok daha büyük ölçekli sel olduğu için biz arada kaynadık. Ancak, İzmir’de sel olduğu günlerde Çanakkale’ye de bir ayda yağması gereken yağmur, 7/8 saatte bardaktan değil de kovalardan boşalırcasına yağdı.

Her iki yağmurda da köydeki dereleri besleyen bütün minik derecikler coştu taştı, kazılmış tarlalar suyu tutamadılar, çamurlar yollara aktı, tarlalar, meyve bahçeleri bir karış su altında kaldı, toprağın yüzey suyu günlerce  çekilmedi. Komşu Yukarıokçular köyüne doğru giden yol boyunca yeni elektrik direkleri dikilmişti, yolun kıyısı boyunca sel yatağıymış, bütün direklerin temelleri oyuldu, yeniden betonlandı. Aşağıdaki Özbek ovası ve Umurbey ovaları zaten aslen bataklık alanlarmış, buralarda günlerce toprak üzerinde koca koca göletler kaldı. Bütün kuru sel yataklarından günler boyunca  dereler aktı.

Tarlalardan sular çekilir çekilmez ikinci büyük yağış oldu. Bu sefer gene İzmir’de çok daha büyük hasar olduğu için, Çanakkale yine gözden kaçtı. Zaten bir önceki yağmurdan toprak suya oldukça doygundu, bu ikinci yağmurda meyve bahçeleri daha derin sular altında kaldı, tarlalardaki göletler daha büyük oldu. Bizim aşağımızdaki Musaköy’ün meyve bahçelerinin sulama kanalı Umurbey barajından geliyor. Buraya geldiğimden beri ilk kez kışın barajın fazla suyunun tahliye edildiğini gördüm.

Bütün bu kısa süreli bozuk hava olaylarının yaşandığı günler arasında ise 20 dereceye varan hava sıcaklıkları oldu. Mesela son sel yağmuru öncesinde,  gün boyunca hava 20 dereceye yakındı, hatta komşu bir köyde orman yürüyüşü yapmıştık. Ormanda, anemonların, vargellerin mevsimsiz açtıklarını gördük, zaten bütün yaban erikleri, normal erikler,  bademler de çiçeklenmişti.

Meteroloji, Şubat ortasında bütün ülkede çok ciddi kar yağışı ve dondurucu soğuk uyarısı verdi. Bu Cumartesi günü, gece saat dokuzdan itibaren 36 saat aralıksız süren bayağı kuvvetli rüzgarlarla birlikte yoğun kar yağışı oldu. Rüzgar karları oradan oraya sürükleyerek, sahra kumları gibi kimi yerde tümsekler, terekler, tuhaf şekillerle kar yığdı, kimi yeri ise dibinden süpürerek cam gibi buz haline getirdi. Kaç yıldan beri bunca kar yağışı gördüm, ilk defa deniz kıyısına kadar kar yağdı. İlk defa evin camları buzlandı.

Cumartesi gecesinden, Pazartesi öğlene kadar aralıksız yağdıktan sonra rüzgar biraz dindi, güneş açtı. Kar sonrası günlerde şimdi her taraf buz altında. Esas kötü olan şey bu kar yağdığı zaman bütün bademler, erikler çiçek açmıştı, daha da kötüsü bir çok tarla, meyve bahçesi bir karış su altındaydı. Sonuç olarak bu donda Çanakkale’de meyve ağaçları önemli hasar gördü.

Biz her kar yağışında özellikle kar biriken garaj yolu sebebiyle evde mahsur kalıyoruz. Bu nedenle kar öncesinde taze meyve, sebze stokluyoruz. Köyde mahsur kalmak şehirdekinden biraz farklı mesela elektrik kesintisi ihtimalini düşünerek jeneratörde mazot deposunun dolu olduğundan emin olmak, hatta bir miktar yedek mazot bulundurmak da gerekiyor. Bunlar dışında herhangi bir şey depolamaya gerek yok. Bakkalda zaten yok yok, ya da mesela yoğurt kalmasa komşudan sütü, mayayı taze taze almak mümkün.

Normalde kar yağdığı zaman muhtar hemen bir traktör ayarlar, köyün ana yolu çok kısa bir sürede açılır. Bu kez karın esas yoğun yağdığı gün zaten sokağa çıkma yasağı vardı, yani acil bir durum olmadıkça şehre kimse gitmeyecekti. Bizim köyde hayvancılık yapılıyor, büyük baş hayvan sütleri fabrikası Trakya’da olan bir firmaya veriliyor, yani köye süt almaya gelen süt tankerleri Gelibolu’dan feribotla geçmek zorunda. Boğaz trafiği fırtına nedeniyle kapatılınca, süt tankeri de gelemedi. Böylece muhtarın yolu açmak için bir sebebi de kalmadı. Zaten açsaydı, o fırtınalı havada 10 dakika içinde yol tekrar kapanırdı.

Daha önceki hayatımda hiç aklımdan geçmeyen olaylar dönüyor çevremde, adeta 60 yaş öncesi hayatımla paralel bir evrende yaşıyor gibiyim. Hayatım boyunca hiç, süt tankeri nasıl olsa gelemiyor diye açılmasa da olur bir yolum olmamıştı.

Bizim evin yolu ise köyün ana yolundan birkaç gün daha uzun süre ile kapalı oluyor. Acil bir durum olsa köyden şehre kendi araçlarımız dışında bir seçenekle gideriz diye düşündüğüm için, evin yolunun karını açmıyoruz, kendiliğinden açılmasını, yani ‘lodos paşa’nın ziyaretini bekliyoruz.

Tabii bu durumda kar öncesinde dışarıda yapılacak işleri tamamlamaya çalışıyoruz. Mesela geçen yıl Sermin, otobüsle İstanbul’dan dönerken kar yağışı başladı. Sermin, Çanakkale merkeze bilet almıştı (yol 1 saat gibi uzuyor, ancak feribota otobüs içinde biniyorsun). Kar yağmaya başlayınca, Sermin’e telefon açıp otobüsten Gelibolu’da inmesini, yaya olarak feribotla karşıya geçmesini söyledim. Ben de onu Lapseki’de bekledim. Böylece birkaç yüz metre valiz taşımış oldu, ama neredeyse 1 saat erkenden eve ulaştık. Eve girdikten yarım saat sonra kar yağışı göz gözü görmez şekilde arttı.

Geçen yıl Sermin’i terim yerindeyse sokaklardan ucu ucuna toplamıştım, bu yılın kar yağışları ise gene son saatlerde  covit aşısı olmamıza izin verdi.

Çanakkale’ye yağan yılın ilk karından hemen önce ilk aşımı oldum. Birkaç saat sonra kar yolları kapattı.

Benim aşı olmam sadece benimle ilgili olmadı hane halkının da aşı ile ilgili endişelerini ortadan kaldırdı. Aşı yapma sıralama listesini incelediğimde ablalarım yaşları dolayısıyla ilk guruba giriyorlar, ancak ben riski en düşük gurupta yer alıyordum.

Aşı konusunda bir sürü varsayımlar ortaya atılmış ve insanlarda önemli ölçüde bir aşı karşıtlığı hatta korkusu yerleşmişti. Benim ablalarımdan biri televizyona, diğeri de telefonuna yani internete yapışık yaşadıkları için bu dezenformasyondan etkilenmiş olabilirlerdi. Aşıların yapılmaya başlandığı gün, Nermin’i karşıma alıp, aşı sırasının onlara erkenden geleceğini, bana ise muhtemelen gelmeyeceğini, belki sonradan ücretli aşı olacağımı anlatmaya çalışmıştım. Fakat o gün  ‘ben  hemen aşı olmayacağım, önce birileri olsun,  yan etkileri  göreceğim, sonra düşüneceğim’ diyerek, itiraz etti.  

İşin tuhaf tarafı, o gün önce bana aşı hakkı çıktı, ertesi sabah gidip aşımı oldum. Daha 12 saat önce ben öyle aşı olmam diyen ablam bu andan itibaren, en keskin aşı taraftarı halini aldı. Bu günden sonra da her gün kendine ne zaman sıra geleceğini düşünerek endişelendi. Her gün defalarca ‘ölme eşeğim ölme yaz gelince yonca bitecek de yiyeceksin’ diyerek sabırsızlığını dile getirdi.

Sağlık çalışanlarından hemen sonra, yaş guruplarına göre aşı yapılmaya başlandı. Nermin 70 üzeri olduğundan, onun aşısı istesek evde yapılabilecekti, aynı anda evde 65 yaş üzeri kişiler varsa onlar da aşı olacaktı. Önce bu seçeneği düşündük. Sonra 70 ve 65 yaş üzerine bir gün ara ile aşı sırası verileceğini öğrendik, bu durumda ikisine aynı anda hastaneden randevu almayı daha uygun bulduk. Tam benim ikinci aşı zamanım gelmeden 2 gün önce Nermin’in, bir gün önce de Sermin’in yaş gurubuna aşı hakkı çıktı.  Böylece benim ikinci dozumla birlikte onlar da ilk dozlarını yaptırmış oldular.

Meteoroloji uyarılarına göre cumartesi gününden sonra, en az 9/10 gün evden çıkamayacağımızı biliyorduk.  Aşılarımızı olduktan birkaç saat sonra da kar başladı, günlerdir köyden inemiyoruz.

Kar, bu yıl da bize nezaket gösterdi, dışarıdaki işlerimizi bitirmeden yağmaya başlamadı.

SÜREKLİ EVDE KALMAYA KARŞI GELİŞTİRDİĞİM HAYATTA KALMA ÇANTAM (BAGAJIM), SANAL DÜNYAYI YA DA BASİT ANI TETİKLEYİCİLERİNİ KULLANARAK İYİ VAKİT GEÇİRME ÖNERİLERİM

Kuzenlerimden biri 11 Şubat doğumludur, geçen yıl 60 yaşına bastı ve sanki bir daha uzun süre görüşemeyeceğimiz içine doğmuş gibi, geniş ailesini ve yakın arkadaşlarını toplayarak, güzel bir kutlama yaptı. (Kuzenimin resmi doğum günü 12 Şubat, gerçekte 11 Şubat doğumlu olduğunu birkaç yıl önce tesadüfen fark ettik.)

O tarihte en büyük derdim, ‘acaba kar yağar, köyün yolları kapanır da gitmeme engel mi olur’ idi. Neyse ki havalar bana engel olmadı ve ben İstanbul’a, o toplantıya gittim. Ailenin Basa tarafının çoğunu, yıllardan beri görmediklerim dahil,  görmüş ve çok eğlenmiştim.

Fırsattan istifade onu da görmek için Gülçin’in evinde kalmıştım, bir akşam da bir kaç arkadaş Gülçin’in evinde güzel bir yemek yemiştik. Eve döneceğim sabah, Gülçin kendi işe giderken beni uyandırmaya kıyamamıştı. Köpeği Alya, benim de evden gideceğimi ve yalnız kalacağını anlayınca çok üzülmüştü. Hayvan o kadar acıklı bakınca onunla uzunca vedalaşıp öyle çıkmıştım. Gemlik’ten İstanbul’a giderken Gülçin’e götürmek için, dönerken de kendimiz için zeytin almıştım. Yol boyu Türk sanat müziği çalan bir kanalı açmış, bağıra çağıra eşlik etmeye çalışmıştım.

Bütün bunları çok net hatırlıyorum, çünkü bu geziden sonra, tam bir yıldır aralıksız her gece aynı evdeyim.

Düşününce, hayatım boyunca hiç bu kadar uzun süre aralıksız, hep aynı evde uyumadım. Çocukken okul zamanı kışlık evde olsak da, yaz geldi mi ya Pazar’a, ya da Yıldızlı’ya giderdik. Daha sonra Ankara, Elazığ, Trabzon ve Çanakkale’de yaşadım. Okuldayken yazın eve giderdim, asistanken izinde tatile giderdim, sıkça nöbet tutardım. Daha sonra da gezmelere başladım.

Evet, ev hayatını severim, ama sevdiğin şeylere de mola vermek lazım. Yoksa kabak tadı veriyor.  Normal bir yıl olsa hiç değilse biri yurt dışı olmak üzere en azından 3,4 geziye gitmiş, her ay mutlaka Çanakkale çevresinde günü birlik geziler yapmıştım. Hayatımda ilk defa tam bir yıldan beri her gece aynı evde uyuyup uyanıyorum.

Ben evde otursam, arkadaşlarım gelse gene çekilirdi, ancak dışarıda yemek, ev gezmesi gibi son derece doğal şeyler de tamamen kısıtlı yaşıyoruz. İnsan sağlığı için elzem, arkadaşlık, sohbet,   tokalaşmak, sarılmak gibi ne çok vitamin varmış, eksiklikleri akıl sağlığına hiç de iyi gelmiyormuş, bunu çok net anladım.

Tabii dijital çağda yaşamanın bazı faydaları var. Hepimiz sosyal ağları her zamankinden çok kullanır olduk. Görüntülü konuşmalar, toplantılar, eğitimler hemen hayatımızın vaz geçilmezleri halini aldı.

Mesela bizim bir gurubumuz var, haftada bir gün somatik farkındalık çalışması yapıp, bir gün de felsefi sohbet yapıyoruz. Arkadaşlarla herhangi bir formatı olmayan serbest akışkan bir sohbetin yerini tutmuyor elbette. Geçenlerde, bir akşam herkes kendi evinde içkisini, çayını eline aldı ve sanal ortamda bildiğiniz kadın günü yaptık.  Yakında benzer bir sanal sohbet gününü tekrarlamayı düşünüyoruz.

Benim kuzenlerimden biri Lozan’da yaşıyor. Çoğu akademisyen, ya da alanında dünya çapında bilim insanı, gayet elit, geniş  bir arkadaş gurupları var. Normal zamanlarda birkaç ayda bir Fransa’ya geçer, bir hafta sonunu Burgonya vadisinde şarap tadımı ve alımı yaparak, Michelin yıldızlı lokantalarda yiyerek geçirirler. Zaten sürekli gittikleri lokantaların pek çoğu da Michelin yıldızlı, butik mekanlar. (Bizi götürdüğü yerlerde ne yediğimizi tabağımıza bakarak değil de ancak söyledikleri zaman anlayabildik.)

Tabii ekibinin hepsi de bilgisayar dehası. Bunlar aylardan beri bir araya gelemiyorlar ya, şöyle bir çözüm bulmuşlar, mesela bu hafta ben arkadaşlarımı yemeğe davet ediyorum. Belli bir akşam kararlaştırıyoruz. Sonra bildiğim ve hepimizin sevdiği lokantadaki  aşçıyla ne yapabileceği konusunda anlaşıyorum. Arkadaşlarımın yemek zevkini bildiğim için eğer daha önce denediğimiz yemekler önermişse hemen, eğer aşçı çok farklı bir seçenek sunmuşsa, arkadaşlarla menüde mutabık kaldıktan sonra ısmarlıyorum.   

Sonra aynı menüden her bir arkadaşın evine kaç kişilerse o kadar kişi için yemek geliyor. Her bir evde gayet şık bir sofra kuruluyor, yemekler sofrada, büyük boy televizyonlar sofraları görecek şekilde ayarlanmış oluyor,  telekonferans  başlatıyorlar, herkes kendi evinde, ama aynı sofrayı paylaşırmışçasına, aynı yemekleri yiyerek, saatlerce sohbet edip, güzel vakit geçiriyor.

Bu yöntem o kadar hoşlarına gitmiş ki sıkça birbirlerini yemeğe davet ediyorlar. Yemekten sonra alkollü araba kullanmak derdi de olmadığından bu yöntemi belki ileride de devam ettirirler.

Bu kadar organize olmayan şekli de işe yarıyor. Bizim yaptığımız gibi sadece çay, çörek  ve sohbet daveti  de yeterli oluyor.

Tabii eğer imkan varsa kendi adıma açık havada bir şeyler yapmayı tercih ederim. Dışarıda da mümkünse insanların az olduğu alanlarda zaman geçirmek gerek. Arabama deprem sırasında kullanılmak üzere hayatta kalma çantası hazırlar gibi ‘tesis olmayan yerlerde’ hayatta kalma bagajı hazırladım.  Arabamda rejisör koltukları, kamp masası,  küçük bir çadır,  yoga matları gibi bir sürü eşya var.  Gerekirse, mangal, semaver, termos vb  kolayca eklenebilir.

Çanakkale’de insanlar, her mevsimde boğazın kenarında rejisör koltuklarında oturup çay kahve içmeyi, saatlerce sohbet etmeyi çok seviyorlar. Ben de bunu yapmaya çok özeniyordum.

Gençliğimizde ana karakteri Basri ve Fatoş isimli evli bir çift olan bir çizgi roman vardı. Basri, sürekli olarak hastalanır, başına buz torbası koyar, ayağını sıcak su leğenine sokar, içinde her şey olan kocaman sandviçler yerdi (O zamanlar sandviçlerde çok az şey olurdu, mesela ekmeğe yağ sürer ve zar gibi incecik salatalık dilimi koyarsanız İngilizlerin en meşhur sandviçlerinden birini hazırlamış olursunuz). Böyle bol malzemeli sandviçler benim sözlüğümde Basri sandviçidir.

Asistanlığım sırasında birkaç kez Çorum’daki Hitit şehirlerine günü birlik geziler düzenlemiştik. Bu gezilere genellikle Namdar Uluşahin önayak olurdu.  Aramızda otobüs ve yiyecekler için para toplardık. Ayşegül Tokatlı’nın babası asker olduğu için askeriyenin kantinlerinden alışveriş yapabiliyordu. Kantinden mayonez, peynir, yumurta, salam ve turşu gibi çeşit çeşit sandviç malzemesi alır, dilimlettirirdi. Evinin önünde bir fırın olan arkadaşımız (galiba Namdar) gezi sabahı önceden ısmarladığı baget ekmekleri alır, sıcak sıcak geziye yetiştirirdi.

Herkesin elinde sıcak su termosları olurdu. Kahveler de sanırım şirkettendi. Yola koyulunca biz birkaç kişi en arkadaki koltuklara oturur, herkese yetecek kadar Basri sandviçleri hazırlardık. Her bir sandviç yarım ekmek büyüklüğündeydi, tekrar isteyen olursa yetecek kadar malzeme olurdu.  Bir gezimize kuzenim Tülin de katılmıştı. Önce bu kadar büyük sandviç yenir mi diye düşünüp sonra ikinciyi istemişti. Sonra da hayatımda yediğim en güzel sandviçti demişti. Benim için de termos kahvesi ve o Basri sandviçler muhtemelen bu güne kadar yediğim en lezzetli yemeklerden biridir. Daha da önemlisi gençlik yıllarımın hatırlatıcısıdır.

Birkaç sefer Sermin’le birkaç sandviç, kuru yemiş ve bir termos kahve ve rejisör koltuklarımızı alıp, boğazın tenha bir kıyısında piknik yapmaya kalkıştık. Sermin, her seferinde hevesle geldi, ama  her seferinde çok kısa bir sürede geri dönmek istedi. Bu gün gene pikniğe gittik, ama rüzgar var diye deniz kenarında oturmak istemedi, bir plaj binasının arkasında denize 10 metre mesafede denizi görmeden, kedilerle birlikte sandviç yedik. Artık başıma gelecekleri öğrendim, Sermin’i bir daha pikniğe götürürsem, arabayı manzaralı bir noktaya çekip, araba içinde kahve içireceğim.

Bu gün yoga gurubundaki arkadaşlarla komşu köylerden birinde 5-6 kilometre orman içinde yürüyüş yaptık, yanımızda kurabiyelerimiz kahve termoslarımız, köpek mamalarımız da vardı (Tabii bir de Çanakkale’de hiç olmadık yerlerde karşımıza çıkan savaş kalıntıları).

Hiç olmadı evin balkonunda bile Basri sandviç pikniği yapılabilirim.

Bence herkesin kendi güzel zamanlarını hatırlatan bir şeyler vardır. Termosta kahve, Basri sandviçi gibi sıradan, kolayca ulaşılabilir ‘anı tetikleyici’leri kullanarak güzel zaman geçirmek mümkün.

Bir başka anı tetikleyicim de açık havada çalı çırpı yakıp, Türk kahvesi pişirip içmektir. Bu da otuzlu yaşlarımdaki Karadeniz doğa yürüyüşlerimi hatırlatır. Bu hafta kar yağışı bekleniyor. Bahçede ateş yakıp kahve pişireceğim.

Orman gezisinden
İkinci dünya savaşı sırasında yapılmış bir korugan
Çoban çeşmesi üzerinde mola, korona önlemleri hiç aksatılmıyor

BUNDAN SONRA ADIM ŞERLOK AYŞENUR OLARAK ANILSIN!!!

Sokağa çıkma yasaklarının başlamasının üzerinden neredeyse 1 yıl geçti. Doğal olarak geçtiğimiz yıl boyunca hayatlarımız pek macera yaşamaya uygun değildi. Ancak geçenlerde, ilginç bir hafiyelik macerasıyla geçen, heyecan ve aksiyon dolu, farklı bir gün yaşamayı başardım.

Güneş teyzemin rahmetli eşi Nasuh eniştemin ailesinin, Romanya’nın Dobruca bölgesinden göçmen gelmiş ve Lapseki’ye yerleşmiş olduklarını bütün hayatım boyunca biliyordum. Çünkü enişte, bizim aileye ben daha birkaç aylık bebekken girmişti. Göç ettikleri zaman kendisi 10 yaşındaymış, her şeyi hatırlıyordu, özellikle Tuna Nehrinin kış aylarında donduğunu ve üzerinde kaydıklarını hasretle anlatışı hala kulaklarımdadır. Aktaş olan soyadını mahkeme kararıyla ‘Dobrucalı’ olarak değiştirdiğini ise çok daha sonra öğrendim.

Lapseki’yi de çok severdi ve her yıl mutlaka birkaç hafta Lapseki’de yaşayan kız kardeşlerini ziyaret ederdi. Hatta baypas ameliyatı olacağı zaman, kendine Lapseki’de bir mezar yeri almıştı.

Ben bildim bileli her zaman sonradan metabolik sendrom olduğuna karar verdiğim hastalıkları vardı. Diabet hariç metabolik sendromun bütün belirti ve hastalıklarını yaşadı. Aşırı kilolu olmadığı halde, safra taşı, gut, koroner kalp hastalığı, dislipidemi ve son yıllarında da tekrarlayan felçler geçirdi.  

Çanakkale’de yerleştikten sonra bu şehrin tarihinde mübadelenin ne kadar önemli bir yer tuttuğunu anladım; tanıştığım ve buranın yerlisi olan hemen her ailenin tarihinde göçmenlik var.

Eniştemin ailesi de Dobruca bölgesinden göçmen gelmişler. Köyleri Tuna nehri kıyılarında, Tutrakan denilen bir bölgede bulunuyor. Bu bölge tam  sınırda olduğundan birkaç kez Romanya ile Bulgaristan arasında el değiştirmiş, son olarak Bulgaristan sınırları içerisinde kalmış. Yani eniştem Romanya’da doğduğu halde eğer Türkiye’ye göçmemiş olsalardı, Bulgaristan vatandaşı olarak yaşayacaktı.

Eniştemiz, işine çok bağlı ve çok disiplinli bir hakimdi. Gezmeyi, yemeyi ve hayatı da çok severdi ancak bütün enerjisini işinden aldığı için sanırım, emekli olduğu sene sağlığı çok kısa sürede iyice bozuldu.

Emekli olup da sağlığı iyice bozulunca artık ölmeden önce doğduğu yerleri tekrar görmeyi her zamankinden çok istiyordu. Neyse ki doğduğu toprakları bir kez daha görebildi, bu gidişinde benim da katkım olduğu için çok memnunum.

Hastaneye yatışlarından birinde eniştemi, Bulgaristan uyruklu 2 kız öğrencimle tanıştırmıştım. Sadece onlarla tanışmak bile eniştemi çok heyecanlandırmıştı. Sonra bu öğrencilerden birinin babası enişteme davet mektubu göndermiş, böylece vize almış ve öğrencimle birlikte Bulgaristan’a gitmiş, doğduğu toprakları ziyaret etmişti. Geri döndüğü zaman son derece mutluydu. Doğduğu köyde artık kimse yaşamıyordu ve evleri de yıkılmıştı, ancak çevrede bir hayli yeri hatırlamış ve çocukluğunun anılarını canlandırabilmişti.

Geçen gün kızı Sibel’in, bazı işlemler için babasının doğduğu köyün adına ihtiyacı olmuştu. Soy kütüğünü aramış, ailenin tarihi göçmen belgesine ulaştığı halde babasının doğduğu köyün adına ulaşamamıştı.

Bana babasını Bulgaristan’a götüren öğrencilerin köyün adını bileceğini, o çocukları bulmak istediğini söyledi. Ben de isimleri hatırlamadığımı ancak öğrenci işlerinden yabancı uyruklu öğrencilerin listesinin bulunabileceğini söyledim. Bundan sonra Orhan (Sibel’in eşi, KTÜ’de halen öğretim üyesi) öğrenci işlerine gitti ama sekreterler bu kadar az bilgiyle kızların bulunamayacağını söylemişler.

Bundan sonra, Sibel, sen burada olacaktın ki diyerek bana damardan gaz verdiği için, benim hafiyelik mesaim başladı.

Eğitim komisyonunda uzun yıllar çalıştığım ve hatta yabancı uyruklu öğrencilerin yatay geçişlerini birkaç yıl ben yaptığım için, Makedonya’dan, Pakistan’dan bile öğrencilerimiz olduğunu, ancak Bulgaristan uyruklu çok fazla öğrencimiz olmadığını biliyordum.

Orhan sekreterlerden olumlu bir sonuç alamayınca, watsap guruplarımdaki arkadaşlarıma kimden yardım isteyebileceğimi sordum. Çünkü arkadaşlarımın çoğu da benim gibi eğitimle çok ilgilidir. Biri üniversitenin öğrenci işleri başkanına sormamı istedi. Bu fikir daha önce neden aklıma gelmemişti bilmiyorum ama duyunca çok aklıma yattı.

KTÜ’nün öğrenci işleri başkanı benim liseden yakın bir arkadaşım, Gülay’ın kocası, üstelik de hemşerimdir. Gülay, sadece lise arkadaşım değildir, ben Hacettepe tıpta okurken eş zamanlı olarak, aynı kampüste,  hemşirelikte okudu, sonra da KTÜ’de anatomide öğretim üyesi oldu, yani arkadaşlığımız çok uzun yıllara dayanır. Çocukları küçükken onların hastalıklarında, şimdi torunuyla ilgili bir problem olunca beni arar.

Başka bir ortak noktamız da Eren’imiz. Daha önceki bir yazımda Eren’in ailesine kavuşması sürecindeki rolümü anlatmıştım. İşte bu aile Gülay’ın lojmanda kapı komşusuydu. Eren de Gülay’la Adnan’ın ilk torunları sayılır, ortak bir torunumuz var desem yalan olmaz.

Sonuç olarak, Adnan Beyin, benim ricamı kırmayacağını ve kendi işinden bile daha önde tutacağını biliyordum. Tabii ki, inceleyeceği listeleri kısıtlayabilmek için, eniştemin yatış yılını tahmin etmeye çalıştım. Eniştem de o kadar çok hastanede yatmış ki, dosyasını çıkartsak bile hangi yatışında kızlarla tanıştırdığımı bulmak çok kolay olmayacaktı.

Zora girince, benim biraz aykırı bir işleyişi olan hafızam iş başı yaptı, aklıma bazı görseller doluştu. Eniştenin o yatışında, Ege’nin dedesine yaptığı bir resmi hastane odasına astığımızı hatırladım. Henüz okula gitmediği için resmi çizmiş ve dedesine yazmak istediği mesajı aklını kullanarak yazmıştı. Okuma yazma bilmediği için de yazmak istediklerini bakıcısı Dilek’e söyleyip önce ona yazdırmış, sonra da yazılanlara bakarak mesajını kendi eliyle yazmayı başarmıştı.

Enişte, o kadar çok hastaneye yatmıştı ki ancak bu resmi hatırlayınca Ege’nin kaç yaşında olabileceğinden yola çıktım. Sonra söz konusu  öğrencilerin o tarihte pediatri stajından geçmiş oldukları için, dönem 4, 5 ya da 6’da olması gerektiğini düşünerek, araştıracağımız tarihi birkaç yıllık bir zaman dilimine indirgeyebildim. Böylece, Adnan Beye kabaca 3-4 yıllık bir zaman dilimi verdim.  

Bundan sonra işler çorap söküğü gibi geldi, sadece yarım saat sonra aradığım 2 öğrencinin isimleri, kimlik numaralarını, resimlerini ve mezuniyet yıllarını bana ulaştırdı. Hemen şimdiki telefon numaralarına ulaşabilmek için mezun oldukları yılın öğrenci listesini istedim.

Bir yandan da KTÜ’deki öğretim üyesi olan arkadaşlardan o yılın mezunu olan birilerini bulmalarını istedim. Bizim pediatride bile o yılın bir mezunu varmış, hemen onunla telefonlaştım, tanıdığı bir Bulgaristanlı öğrenci vardı, onların hepsi birbirini tanır, ben ondan araştırır size dönerim dedi. Ancak buna hiç gerek kalmadı.

İki saat içinde 2005 yılının mezun listesi de elime ulaştı. Büyük ihtimalle o yılın mezunlarından tanıdığım birilerini daha bulur, sınıf arkadaşlarını sorar, illa ki kızları tanıyan birine, oradan da kızlara ulaşırım diye düşündüm. Listeye bakar bakmaz çok iyi tanıdığım bir öğrencimin adı gözüme çarptı. Dila, muhtar diye tabir edilen öğrenciler vardır ya hani bütün arkadaşlarını tanıyan, herkesin yerini yurdunu bilen, işte onlardandır. Listede Dila’nın adını görünce kızların nerede olduğunu kesin bilir, en azından okuldayken kimlerle arkadaş olduklarını bana söyleyebilir böylece biraz yol almış olurum diyerek, hemen onu aradım.

Dila’ya ‘sizin sınıfta Bulgaristan uyruklu iki kız öğrenci vardı, onlara ulaşmam lazım’ der demez ‘evet Aylin ve Hatice, bende telefon numaraları var’ dedi. İnanılır gibi değil ama Hatice zaten Dilayla, aynı iş yerinde, diğeri ise İstanbul’da çalışıyordu. Her ikisi de Türkiye’de kalmışlar ve evlenmişlerdi. Eniştemi Bulgaristan’a götüren İstanbul’da çalışan Aylin’di. Hemen telefon numarasını da gönderdi ve böylece toplamda 3-4 saatin içerisinde Aylin’le konuşup, eniştemin doğduğu köyün adına ulaştım.

Pojarevo imiş. Bundan sonra Sibel, ailesi Bulgaristan göçmeni olan bir arkadaşına sorarak, köyün adının birkaç kez değiştirildiğini sonra da köyün tamamen kaldırıldığını öğrendi. Ama bu kadar bilgi ona yetecek.

Hem bir birinin aynısı geçen günler içinde oldukça heyecanlı bir gün yaşamış oldum, hem de bir türlü bulunamayan bilgiye birkaç saat içerisinde ulaşınca kendimi bayağı havalı hissettim. Bu öğrencileri bulabileceğime dair, (Sibel hariç ve tabii ben) kimsede pek umut yoktu.

Dedesinin köyünü bulduktan sonra, Nil’e avukatlık bürolarında dedektife ihtiyaçları varsa iş tekliflerine açık olduğumu söyledim.

Evet şansım çok yaver gitti ama, birkaç kez ülke ve isim değiştirmiş ve sonunda yeryüzünden silinmiş bir köyün adını birkaç saatte bulmuş oldum. Daha ne olsun?

SIRADIŞI BİR HAFTA SONU YAŞADIM, GECİKMELİ OLSA DA SONUNDA KIŞ GELDİ, ÜLKEYE AŞI GELDİ, AĞAÇ DİLE GELDİ.

Geçen yıl boyunca salgın endişesi ile yaşadık, bu yıl kuraklık endişesi, devam eden salgından bile ön plana çıktı.

Sonbahardan itibaren ne yağmur ne de kar yağdı.

Kış gecikti, barajlar bomboş kaldı, eğer bundan sonra yeterince yağış olmazsa önümüz ciddi kuraklık gibi görünüyor.

Her şey gibi havalar da garip gidiyor, kış ortasında sıcak lodos havaları yaşadık, neyse ki lodos sonunda gözündeki yaşları döktü; geçen haftadan itibaren bütün ülkeye kar yağmaya başladı. Bizim köy normalde yılın ilk karını Aralık ayı sonunda alırdı, ancak bu yıl Ocak ayının sonunda kar yağmaya başladı.

Kar yağışı bizi biraz olsun sevindirdi, umarım barajları doldurmaya yetecek kadar kar yağar, yoksa halimiz harap.

Geçen haftanın diğer sevindirici gelişmesi ise, ülkemize en azından, en riskli gurubu aşılamaya yetecek kadar aşının gelmesi oldu. Öncelikle, sağlık çalışanları aşı olmaya başladı. Aşı olan bir sürü hekim aşı olurken resim çektirip sosyal medyada yayınladı. Çünkü aylardan beridir (aşı çıkma ihtimali belirdiği ilk andan beri), aşıya karşı bir kötüleme hareketi başladı. Sonuç olarak,  insanların çoğunda ciddi bir güvensizlik hissi ve aşı karşıtlığı gelişti.  Kime sorduysam aşı olmayı düşünmüyorum diyor, benim aşı olmak istediğimi duyunca da beni caydırmaya çalışıyordu.

Bu aşı o kadar yeni ve aceleyle kullanıma sunuldu ki, salgını durdurmaya yetecek aşıyı imal etmek için uzun aylar belki de yıllar gerekecek. Dünya Sağlık Teşkilatının açıkladığına göre zaten var olan aşının %95ini 10 ülke almış, yani üretilen aşı miktarı kadar, dağıtımda ciddi bir problem var.

Sonuç olarak bize gelen aşı miktarı da yeterli olmadı. Peyderpey aşı yapılacaksa, aşı olacak kimselerin sırasını belirlemek çok önemli.  Sağlık Bakanlığı, aşı olma sırasını belirleyen bir risk tablosu açıkladı. Buna göre en yüksek risk sağlık çalışanları ve ileri yaştaki vatandaşlar, daha sonra daha genç yaşta olup da kronik hastalığı olanlar ve bunun gibi aşı sırası belirlendi.

Bu tabloya bakınca benim biri 70 yaş, diğeri 65 yaş üzeri olan iki ablama sıra benden çok daha önce geliyordu. Ben ise en düşük risk gurubun da yer alıyordum. Hane halkına önce sizin için aşı çıkacak, bana muhtemelen aşı çıkmaz, ben sizden çok sonra aşı olacağım diye açıklama yaptım. Bunu duyunca büyük ablamız (oldum olası komplo ve felaket senaryolarına bayılır, bir şey yapmak gerektiğinde, milyonda bir olumsuz ihtimal varsa, önce o ihtimalin gerçekleşeceğini düşünerek, hemen yapmaktan vaz geçer, ayrıca canı da çok ama çok kıymetlidir),  hemen ‘ben öyle hemen aşı olmam, önce herkes olsun, kimseye bir şey olmazsa, ondan sonra belki’ diye itiraz etti. Ben de salgın başladığından beri sadece bahçeye  çıktığı için daha da ziyade inandığı bir şeyden vaz geçirmenin zorluğunu bildiğim için bu sözlerine cevap bile vermedim.  

Geçen hafta sosyal medya bütün çalışan arkadaşlarımın aşı pozları ile doluydu. Bu görüntüler içimde gerçekten bir umut ışığı yaktı, artık tünelin sonundaki ışık görünmeye başladı diye düşündüm. Aşı olma imkanı bulamadan ölen meslektaşlarım ve sağlık çalışanları için tekrar dua ettim.

Cuma akşamı Gamze Çan (KTÜ’den ÇÖMÜ’ye gelen halk sağlıkçı arkadaşım) bana bir mesaj çekip, emekli hekimler için de aşı kararı çıktı, hemen randevu al, hafta sonu sokağa çıkma yasağı var ama aşı randevum var deyince kimse ses çıkartmıyor dedi. Ben de Cuma akşamı saat 18.45 filan, bir yandan online bir sohbet programındayım, onu dinliyorum, diğer yandan aşı için randevu almaya çalışıyorum.

Derken, 15 Ocak, saat 19.40 için randevu aldım.

Fakat o anda bile içimde garip bir duygu, beni uyaran bir iç ses var. Bu sesi vicdan azabına yordum;  çünkü ben fiilen çalışmıyorum, aşı olursam başka birinin hakkını gasp etmiş olurum diye düşünüyorum. Bazı arkadaşlarım, emekli hekimlere aşı önceliği verilmesinin  sebebi salgın iyice kontrolden çıkarsa göreve çağırabilmek, deyince gönül rahatlığı ile tamam   aşı oluyorum diye düşündüm.

Fakat hala içimde tuhaf bir his var,  bu sefer de muhtemelen, kar yolları kapatacak ve randevuya gidemeyeceğim diye düşündüm. Çünkü yabancıların bağırsak içgüdüsü dedikleri, beni yıllar boyu uykularımdan iğne batmış gibi uyandıran bu iç sesime çok güvenirim.

Ertesi sabah oldu, karlar erimiş, içimden hala ciddi ölçüde uyarılıyorum.  Gamze sabah arayıp kar sizin yolları kapatmadan hemen randevuna git dedi. Ben ise emin olamıyorum acaba randevuyu alabilmiş miyim, bizim köyde internet kesildi sen bakar mısın dedim. Sen hemen arabaya bin yola çık ben kontrol ediyorum dedi. Böylece anladık ki meğer ben Cuma akşamı için (yani artık dün) randevu almışım. Gamze hemen yeniden bugün için randevu aldı. Ben de saat 11de ÇÖMÜ hastanesine aşı olmak üzere gittim.

Tam aşı olacağım, son dakikada ne göreyim dersiniz, meğer Gamze o stresle bana Devlet Hastanesinden randevu almış, yani yanlış hastanedeyim. Neyse bir gün önceden aldığım randevu işe yaradı, sistemde adım çıktı, aşımı yaptılar.

Ben de resim çektirdim ve sosyal medyada paylaştım. Birkaç kişi sen olduğuna göre ben de olacağım yazdığı için sevindim. Hatta ben aşı olmak için bekleyeceğim, Çin aşısı olmam diyen ablam da hevesle kendine sıra gelmesini bekliyor.

Gamze ile yaptığımız şaşkınlıkları kimseye söylememe kararı almıştık ama dayanamadım yazdım.

İlginç olarak eve döndükten sonra kar gene yolları kapattı. Sabah sanki beni aşıya göndermek için yollar açılmıştı.

Bu hafta bir de açık öğretim sınavlarına girecektim. Cumartesi sabahı saat 4 gibi uyandım ve hemen sınava gir diyen iç sesimi susturup da bir türlü uyuyamadım. Daha önce sınavlar ilan edilen günde saat 10da başlamıştı, sıcak yatağından çıkma şimdi saatini bekle diyen mantık sesim çok cılızdı. İnternete girdim ve sınavın açıldığını gördüm, inanmayacaksınız ama sabah saat 4ünde online sınava girdim. İyi ki girmişim çünkü gün ağarınca internet de gitti, şimdi pazartesi günündeyiz hala tam kapasitede değil.

Yani benim iç sesim cumartesi günü fazla mesai yapmak zorunda kaldı.

Ancak hafta sonu beni çok üzen bir başka işaret daha aldım, bir fidanım 3 santim tutan kardan kırıldı. Bu fidanın öyküsünü sanırım yakında yazmam gerekecek. Göreceğiz.

BU YIL YAĞIŞLAR OLDUKÇA KIT, BÜTÜN BARAJLARDA SU SEVİYESİ DÜŞÜK, ÖNÜMÜZDEKİ GÜNLERDE SUSUZLUK EN BÜYÜK SORUN HALİNE GELEBİLİR.

Bu yıl havalar bir garip, mevsimler belli değil, kış mı yaz mı anlayamadık, ciddi kuraklık tehlikesi var.

Sonbahar, sonbahar gibi geçmedi. Eylülden itibaren bol bol yağmur alan Çanakkale’ye neredeyse hiç yağmur düşmedi.  Geçen yıl yerel köylülerin yağmurun yeterli olup olmadığını yerlerde biriken göletlerden anladığını öğrenmiştim. Köylülerin karasu patlağı dedikleri bu göletler yer altı sularının doygunluğa ulaştığının göstergesi oluyor.

Geçen sene yüzey göllenmeleri olmadığı için, köyde köylün içme suyu ile sulanan bahçelere sebze ekilmesine izin verilmedi. Buna rağmen Ağustos ayında hayvanların sulandığı saatlerde sıkıntı oldu.

Bizim köyün içme suyu, orman içerisinde bir kaynaktan geliyor. Kaynağı merak edip de bir kez gittim. Arabamı neredeyse çeviremeyip, orada bırakacaktım, kaynak o kadar dar ve tehlikeli bir yolun son noktasındaydı.

Özellikle yağmurun çok az olduğu yaz aylarında köy suyunun tadı biraz farklı oluyor. Oldukça kireçli bir su ve tadı da özellikle yazın tuhaflaştığı için biz içmiyoruz. Ancak bu su çevrede şifalı kabul ediliyor (nedenini anlayamadığım şekilde tatlı su diyorlar), zaman zaman dışarıdan gelip de köy çeşmesinden su dolduranları bile görüyorum.

Köyün bahçelerinin büyük kısmında yüzeysel kuyular var. Bir de aşağımızdaki köylerin şeftali bahçeleri için sulama kanalları var. bu kanallar yaz aylarında Umurbey’deki bir barajdan gelen su ile dolduruluyor. Özellikle Ağustos ayında bu kanaldan su çekilerek tarlalarda  ve hayvanlar için kullanılıyor, bu aylarda köy yollarında traktörler arkalarında su tankerleri ile vızır vızır dolaşıyor. Yani su kullanılmasının yazılı olmayan kuralları var. Birinden kuyusundan su çekmek için izin istemek gerekiyor, kuyu sahibi de genel olarak ‘hayrat mı açtım’ diye biraz nazlanmadan izin vermiyor.

Geçen sene bizim zeytinlikteki kuyudan bizden habersiz o kadar su çekmişler ki kuyudan su gelmemeye başladı. Fazla kullanıma bağlı yer altı suyunda bozulma olmuştu. Kuyuya bir sürü masraf yapıp, bir ay kadar su çekmeyince işler düzeldi. Ancak ben de henüz kuraklık bile gelmeden özellikle de tarım yapan insanlar için suyun önemini, yaşayarak  bir kez daha anladım. Bahçeyi ve kuyuyu bin bir kilit altına aldım mecburen. Bu sene kuyumu kimseye kullandırmayacağım. Çünkü bu yıl sonbaharda geçen seneki kadar bile yağmur yağmadı.

Kış da her zamankinden farklı geçiyor. Geldiğimizden beri, her yıl Aralığın 20’si civarında ilk kar serpiştirir, Ocak ayının ilk haftası içerisinde de adamakıllı kar yağışı olurdu. Hatta bir hafta kadar evde mahsur kalırdık. Şubatın son haftasına kadar zaman zaman kar yağar, biz de her yıl aralıklı olarak neredeyse 2 hafta arabalarımızı çıkaramaz, yani evde mahsur kalırdık. Bu yıl evde mahsur kalma konusundaki fikirlerimiz kökten değişti, o zamanlar şehre inmemek mahsur kalmak demekti.

Bu yıl ise Ocak ayının ortasına kadar hava sıcaklıkları 15-18 derece bandında değişti. Çünkü günlerce süren şiddetli bir lodos fırtınası var. Lodosun gözü yaşlıdır diye bir atasözü vardır, çünkü ardından yağmur gelir. Bu sene de öyle oldu, ancak hala yağmur miktarı çok az, üstelik bu yağmur  daha önce hiç tanık olmadığım gibi yağıyor,  havada büyük bir baskı ve nem var, aniden birkaç dakika ile birkaç saat arasında aniden kovadan boşalırcasına yağıp, aniden kesiliyor.

Önümüzdeki hafta da kar yağışı gelecekmiş, büyük bir hevesle bekliyoruz. Çünkü,  neredeyse Türkiye’nin bütün barajları gibi, Çanakkale ilinin merkezinin tek su kaynağı olan Atikhisar barajı da hemen hemen boş. Gerçekten güzelce kar yağması gerekli ki, bu yıl, özellikle de yazın su sıkıntısı olabildiğince az çekilsin. Çanakkale ilinin ana geçim kaynağı tarım olduğu için susuzluk gerçekten büyük problem olur.

Köyümüzün çevresindeki ormanlarda yenileme çalışmaları var, bir çok ağaç kesiliyor ve orman gençleştirilmeye çalışılıyor. Köylülerimiz bu kuraklığın çevredeki ormanların azalmasına bağlıyor. Bu düşüncelerinde haklı olduklarını düşünmeden edemiyorum. Ancak bütün ülkede sıcaklıklar mevsim normallerinin çok üzerinde seyrediyor. Bu mevsimsiz sıcakların gelip geçici bir durum olması da mümkün, ilkim değişikliğinin ve küresel ısınmanın bir sonucu olması da mümkün. Yaşayıp göreceğiz.

Uzun zamandan beri içinde salgın olmayan ilk yazım bu sanırım, ancak susuzluk da salgın kadar hatta daha da ürkütücü.

YİRMİ YİRMİYE TRAJİKOMİK SOSYOLOJİK BİR DEĞERLENDİRME

Onlar ki toprakta karınca, suda balık, havada kuş kadar çokturlar. Korkak, cesur, cahil, hakim ve çocukturlar. Ve kahreden ve yaratan ki onlardır. Destanımızda yalnız onların maceraları vardır.

Tabii, insan Nazım Hikmet gibi bir sözcük büyücüsü ise insanlığı böyle tarif edebiliyor. Şiirin, insanoğlunun, karınca, balık, kuş kadar çok olduğu  kısmına tamamen katılıyorum. Diğer mısralarda ise biraz kafam karışık diyeyim. Ancak bu yazımı bir destan kabul edersek, bu destanda yalnız, geçtiğimiz yılın insan maceraları var.

Benim kafam biraz tuhaf işler, bir şeyleri aklımda tutabilmek için hemen bir takım bağlantılar bulur, kafamda şema çıkartırım. Böylece bir algoritma yaratırım. Salgındaki insan düşünce ve davranışları konusunda da kafamda gelişen bir takım şemalar oluştu. İnsanları, kendi kafamda, düşünce  şekillerine göre kategorize ettim. Birisi bana bir soru sorduğunda, soruyu soruş, cevabı kabulleniş şekline göre nasıl davranış kalıpları olduğunu artık anlayabiliyorum.

Bu düşünce ve davranış kalıplarından ne kastettiğimi soru cevap şeklinde anlatmaya çalışayım.

Virüs nedir? Mutasyon ne demektir?

Bu konuda yukarıda Allah var. Herkes fikir sahibi oldu, hatta başımıza virolog kesildi. Köyde kadınlar ekmek hamuru yoğururken eskiden köy dedikoduları ederlerdi, şimdi virüsün İngiltere’de fark edilen en son mutasyonunu konuşuyorlar. Salgının işte böyle bir etkisi oldu, okuma yazma bilmeyen kadınlar bile virüs, salgın, mutasyon, hijyen, korunma vb kelimelerini öğrendi.

Geçen günlerden birinde bir astrolog, salgın ne zaman bitecek sorusuna öyle çevik çevik cevap veriyordu ki şaşırıp kaldım. Hatta bu virüs çok mutatif bir virüs diye kendi lisanını bile oluşturmuş. Ben 40 yıllık doktorum mutatif diye bir terimi ilk kez duydum, ne yalan söyleyeyim. Bu beyefendiye RNA virüslerinin, adı üzerinde genetik materyallerini RNA molekülünde taşıdıklarını, girdikleri hücrenin metabolizmasını kullanarak DNA sentez ettiklerini, dolayısıyla, DNA koruyucu mekanizmalarının olmadığını, bu nedenle de mutasyon hızlarının zaten fazla olduğunu söylemenin ne anlamı var şimdi?

Herkes, virüsün yayılma hızı, öldürücülük oranı, hastalık belirtileri nedir, ne değildir; her şeyleri öğrendi. Ancak virüsün menşei konusunda suda balık, havada kuş kadar çoklar arasında, okyanuslar kadar büyük, Himalayalar kadar yüksek, fikir ayrılıkları var.

Suda balık kadar kalabalık bir gurup, hem de sadece ülkemizde değil, bütün dünyada çok kalabalık bir gurup, virüsün laboratuvarda üretildiğine canı gönülden inanıyor. Havada kuş kadar çok insan da virüsün uzaylılar tarafından üretildiğine inanıyor.

Hatta geçenlerde bir tanıdığım virüsün doğal bir şey olduğuna inanacak kadar nasıl aptal olabildiğime şaşırdı kaldı. İşte bu gurup insana ne dersen de mümkün değil kabul etmiyor, virüs laboratuvarda üretildi, o da olmadı uzaylılar ne güne duruyor.

Oysa virüs doğasına uygun hareket ediyor. Yeryüzünde adaptasyon yeteneği en yüksek olan yaratıklar biz insanlar değiliz. Adaptasyon işinin Houdini(en büyük sihirbaz)si, virüslerdir. Öyle ki zahmet edip tamamen canlı bir forma bile dönüşmemişlerdir. Yarı canlı, yarı cansızdırlar. Denk gelir de bir canlı hücreye bulaşırlarsa çoğalırlar, yoksa milyonlarca yıl öylece durup dururlar.

Benim bu konuda şaşırdığım nokta, nasıl olup da toprakta karınca kadar çok bir nüfus, hem bu kadar dindar olup, hem de yaratıcının bu kadar beceriksiz olduğunu düşünüyor? Öyle ya galaksiyi yaratan, virüsü mü yaratamayacak?

Salgına karşı nasıl önlem alıyorsun?

İşte bu sorunun cevabı çok trajikomik.

Çünkü denizde balık kadar çok insan gurubu, önlem de neymiş diye düşünüyor. Bazıları azimle hala böyle bir salgının varlığına bile inanmıyor. Her hastaya geçmiş olsuna, her cenaze evine baş sağlığına gidiyor, gurbetten dönüşlerde bütün akrabalarını sıra sıra geziyor.

Mesela geçen ay benim arkadaşlarımdan birinin ablası ve eniştesi peş peşe vefat ettiler. Meğer ablamız, hiçbir şekilde inandırılamayan ekiptenmiş, grip olan birisine geçmiş olsuna gitmiş, bu umarsızlığı, hem kendi, hem de eşinin hayatına mal oldu.

Bizim akrabalardan bütün hane halkının hastalandığı bir vaka oldu, onlara da İstanbul’dan gelen bir akrabaları ziyarete gelmiş. Üstelik kadına evde yaşlılarımız var gelme demişler, ancak kadın ben öyle şeylere inanmıyorum diyerek, zorla gelmiş, gelince de git diyememişler, eve buyur etmişler. Kadın gelmişken bütün mahalledeki tanıdıklara da uğramış.

Böylece salgına inanmayan tek bir kadın, eve misafir kabul etmiyoruz diyemeyen onlarca kişiyi hasta etti.

Bu inançsız gurubun yanında bir de aşırı inançlı(!) bir havada kuş gurubu var ki, onların olayı daha farklı. Cenaze evlerini dolaşıyor, evlerde toplaşıp daha güçlü olsun diye toplu dualar ediyorlar. Bizim MUKUT ekibinden birkaç kişi böyle bir toplantıda toplu halde hastalanıp, eşlerine de bulaştırdılar.

Trabzon’da bu toplantılardan birine nefesi çok güçlü diye bir hafız çağırmışlar. Hafız güzelce herkesi okuyup, üflemiş. Sonuç olarak 100 civarında taze hasta çıktı, 3-4 köy karantinaya alındı.

Maske nasıl takılır?

Sahilde kum kadar çok bir kesim maskeyi aksesuar olarak kullanıyor. Yazın bu aksesuarcılar arasında bilezik şeklinde kullananlar da vardı. Maske bilezikler, genellikle bileğe takılırken, daha yaratıcı, daha zayıf  gençler arasında dirsek üzerinde de kullananlar oluyordu.

Aksesuar maskenin gerçek kullanım alanı ise kolye tarzında olandır. Bunlar genel olarak alt çene kemiği ile gırtlak kemiği arasına yerleştirilmekte olup, bazı kumlar tarafından  sadece ağzı örtecek, burnu dışarıda bırakacak şekilde çeşitlendirilebilirler. Maske çene altındayken ağızda sigara olması da bu kolyeyi tamamlayan bir unsur olarak karşımıza sıklıkla çıkmaktadır.

Bu gün açık hava yürüyüşümü yaparken, Lapseki feribot limanının orada, maskesi sadece burnunu kapatan, maskenin kapatmadığı ağzına bir pipo tüttürerek yürüyen bir beyefendiyle karşılaştım. İşte özgün insan diye ben buna derim. Adamı görünce, insanoğlunun istediğini yapma konusunda ne kadar yaratıcı olduğuna dair beynimde bir ampul yandı. Gerçi bu aydınlanma anının ne işe yarayacağını anlayamadım, ama aydınlanma aydınlanmadır, ilham ilhamdır, büyüğü, küçüğü olmaz diyerek, bu yazımı, işte o sadece burnu maskeli, ağzı pipolu abime ithaf ediyorum.

Aşı hakkında ne düşünüyorsun?

Elbette gene yukarıda Allah var, kimsenin hakkını yemeyeyim, herkes epidemiyog, herkes aşı uzmanı. Ancak bu sorunun cevabı da her türlü komplo teorisine açık. Ne tuhaftır ki hem havada kuş, hem denizde balık hem de toprakta karınca kadar çok bir gurup, aşı olmaktan korkuyor. Ne Bill Gates’in aşı şirketi kurması kaldı, ne aşıyla çipleneceğimiz, ne aşının işe yaramayacağı, ne de yan etkilerinin virüsten daha ölümcül olduğu kaldı.

Bu aşırı kalabalık kesime sadece şunu söylemek istiyorum. Dünya çok daha öldürücü ÇİÇEK hastalığından ve aşırı derecede sakat bırakan ÇOCUK FELCİ hastalıklarından aşılar sayesinde temizlendi.

Benim düşüncemin bir önemi varsa söyleyeyim. BEN AŞIYA ULAŞTIĞIM ANDA, AŞI OLACAĞIM.

Aşı olabilene kadar değil, toplumun % 75/80’i bağışık hale gelene kadar da korunma önlemlerini almaya devam edeceğim.

İLKBAHARDAKİ İLK İZOLASYONSÜRECİ İLE SONBAHAR KIŞ AYLARINDAKİ İKİNCİ İZOLASYONUN BİRBİRİNDEN FARKLI DUYGUSAL TEZAHÜRLERİ OLUYOR

Geçen ilkbaharda, salgının Türkiye’ye de bulaştığı fark edildikten sonra, hayatımıza sosyal izolasyon dediğimiz bir kavram girdi. Böylece, bırak gezip tozmayı; ev gezmesi yapmak bile hayal oldu. Meğer hiç farkında olmadığımız ne güzellikler yaşıyormuşuz, şöyle gönlünce sarılıp merhabalaşmak, dostlarla amaçsızca sohbet etmek, birlikte gezmek ne kadar değerliymiş. Bırakın turistik bir gezi yapmayı, bir lokantada hoş bir yemek yemeyi, korkusuzca marketlere gitmek, sokaklarda amaçsızca dolaşmak bile ne büyük özgürlükmüş anladık.

İlk kez evlere kapandığımız dönemde çok canım sıkılmıştı. Çünkü bütün dünya hakkında henüz hemen hiçbir şey bilmediğimiz bir salgınla, sonu belirsiz bir döneme girmişti.

İlk izolasyon döneminde, her şey hayatta kalmanın belirsizliği ile ilgiliydi. Benim pek çok arkadaşım eğer emekliyse eve kapandı, bütün ihtiyaçlarını yapabildiğince kendi yaptı, marketlerden kurye ile alış veriş yaparak, kapalı düzen bir yaşam şekli geliştirdi. Biz ise köyde böyle bir kurye rahatlığına sahip olamadık, mecburen market alış verişlerini ben yaptım, buna karşılık köyde bol bol açık havadan faydalandık, hatta bahçede basbayağı ırgatlık yaptım.

Bu dönemden en çok aklımda kalan görüntülerden biri, herkes evde ekmek yapmaya başlamış olacak ki, sosyal medya hesaplarından boy, boy, çeşit çeşit ev ekmeği resimleri paylaşıldı. Marketlerde haftalarca maya bulunmadı.

Düşününce bütün besin alışverişi gibi ekmek de kuryelerle getirtilebilirdi. Sorsan, herkes bulaş endişesi ile dışarıdan ekmek almadı. Şehirlerde zaten pek çok insan ambalajlı ekmek aldığı için bu çok yüzeysel bir açıklama gibi görünüyor.

Kendimce insanların o dönemde ekmek yapmaya bu kadar merak salmalarının çok daha derin bir sebebi vardı. İnsanoğlu bu topraklar üzerinde ancak buğdayı evcilleştirip, ekmek yapabilmeye başladıktan sonra hayatta kalması kolaylaşmış ve nüfusu artmıştır. O ilk izolasyon döneminde her duyguyu ilham eden gerçekler yarının belirsizliği ve hayatta kalmaktı. Bence DNA’larımızda binyıllar önce bu topraklar üzerinde nasıl hayatta kalındığına dair o kadim bilgi bir şekilde işlenmiş halde mevcut. İlk izolasyonda insanlar karın doyurmaktan çok daha derin bir ihtiyaçla evde ekmek yaptılar. Bence, asıl amaç bu dünyadaki var oluş hakkını teyit etmek, hayatta kalma isteğini evrene bildirmekti.

Çünkü ekmeğin anlamı yemekten çok daha fazlasıdır.

İlk izolasyonda, derhal mevcut  sanal ilişki ağları artırıldı, yeni görüntülü, sanal toplantı yöntemler geliştirildi. Deyim yerindeyse yüz yüze yapmaktan mahrum kaldığımız sosyal ilişkiler, yüz yüze görüşmenin yerini tutmasa da bir şekilde sanal mecraya taşındı.

Bir çok arkadaş gurubumla her zamankinden daha çok haberleştik. Bu sırada herkesin bir şekilde atalarından yardım istediğini ve kendi öz yaşamını şifalandırmaya çalıştığını fark etim. Örnek olarak hiç olmadığı kadar çok eski resimler, anılar paylaşıldı. Bizim yaş gurubumuzda gençliğimizi travmatize eden terör olaylarından, arkadaşlığımızdan, fakülte ve asistanlık yıllarımızdan, artık aramızda olmayan arkadaşlarımızdan, hocalarımızdan sıkça bahsederek hayatımızın o dönemini şifalandırdığımızı fark ettim.

Bu sırada hiç konuşmadığımız kadar da anne babalarımızın hayatlarından ve onlara dair anılardan konuştuk. Şimdi bana sorsan hangi fakülte arkadaşımın anne babası köy enstitüsü mezunu, kimlerin babası cumhuriyetin ilk nesil memuru, öğretmeni, kaymakamı, vallahi sular seller gibi sayarım.

Belki bütün bunların hiç biri bilinçli bir çaba ile yapılmadı, ancak o belirsizlik ve yalıtım günlerinde bize tanıdık gelen şeylere (kökler, atalar, anılar) sığınmak ve öz yaşam travmalarımızı bilinç düzeyine çıkartıp söze dökmek (dolayısıyla şifalandırmak, yaralarını sağaltmak) çok önemli ihtiyaçlardı.

Arada yaz günlerinde bulaş hızı düşünce biraz rahatlamış olduk, ancak havalar soğumaya başlayınca vaka sayısı yeniden fırladı ve Aralık ayından itibaren evlere kapandık. Henüz resmi olarak önerilmeden önce daha Kasım ayında ben zaten kocaman bir alışveriş yapmış ve eve kapanmıştım. Bu sefer  eve kapanmak nedense  daha kolay geldi. Ya rölantide yaşamaya alıştım, ya da artık  korkum azaldı, oysa şimdi durum çok daha vahim. O kadar çok arkadaşım, tanıdığım hastalığa yakalandı ve hatta hayatını kaybetti ki, sayamıyorum.

Korkumun azalma sebebi ise belirsizlik duygumun azalmasından kaynaklanıyor; çünkü artık hastalığa dair epeyce bilgi sahibi olduk, tedavi şekilleri bir hayli belirginleşti, çeşitli aşıların geliştiğine dair bilgiler geliyor.

Gerçek olan şu ki, resmi açıklamalar asla gerçeği yansıtmıyor, ne hasta sayısı ne de ölümler bize bildirilen kadar az değil, hatta kanaatime göre gerçek rakamların yanına bile yaklaşamıyor. Aşı meselesine gelince, ne zaman ülkeye gireceği, ya da ne zaman aşıya ulaşabileceğimiz hakkında bir bilgi sahibi olmak da pek mümkün görünmüyor.

Gene de belirsizlik duygum azaldı, çünkü uzunca bir süre kişisel korunma yöntemleriyle devam edecek gibi görünüyoruz.

Bu ikinci izolasyon döneminde ise hepimize hakim olan duygu, hüzün, öfke ve umut olarak karmakarışık, ama artık eskilerle değil, anla ve gelecekle ilgili. Hüzün ve yas elbette kaybettiklerimiz için, öfke krizin yönetilme/ yönetilememe şekline karşı. Umut da artık zaten bir ölçüde, doğal yollardan sürü bağışıklığı kazanıldı, eğer aşı ülkeye sokulabilir ve aşılanma programı da ihtiyaca göre yapılabilirse birkaç ay içerisinde salgının en azından en alevli kısmının geçebileceğine karşı gelişiyor.

Şimdi artık anılar, atalar, ekmekler paylaşılmıyor. Şu sıralar kişisel gelişim, gezi, doğa koruma, salgın ve aşılanma konusunda bilgilendirme sohbetleri revaçta.

Bir başka fark da ilk izolasyonda çoğumuza çok ağır gelen minimalist yaşama oldukça ayak uydurmuş olmamız. Mesela artık kimse saçımı kendim kesiyorum demeyi gerekli bulmuyor.

Her iki yalıtım sürecinde de değişmeyen şey, herkes inanılmaz derecede arkadaşlarını, yüz yüze konuşmayı, sarılmayı, gezmeyi, kısaca insan ilişkilerini özledi. Eh o kadar da olacak, ne de olsa sürü hayvanıyız.

HASTALIĞI YALNIZ GEÇİRMEK, YAKINLARIN HASTAYKEN DIŞARIDA KALMAK VE ARTIK TÜNELİN SONUNDAKİ IŞIK GÖRÜNÜYOR ÜZERİNE BİR KAÇ SÖZ

Geçen Aralık ayında teyzemin kızı Sibel (Dobrucalı) Özgür ve eşi Orhan Özgür de coronaya yakalandılar.  Neyse ki, ikisi de hastalığı çok ağır geçirmediler. Sibel evde ağır ve uzun bir grip gibi atlattı. Orhan ise ilk on gün evdeydi,  oksijen doygunluğu azaldığı için 10 gün kadar da hastaneye yatarak takip edildi.

Sibel, kas ve baş ağrıları, öksürük, halsizlik gibi belirtilerle, Orhan ise şiddetli baş ağrısı, sadece bir kez 38 dereceye varan ateş ve sonradan eklenen oksijen azlığı gibi belirtilerle geçirdi.

Orhan’a tanı koyulur koyulmaz, kızları Nil, oksijen satürasyonu ölçme cihazı gönderdiği için, Orhan oksijen düşüklüğünü hemen fark edip, en erken dönemde hastaneye yattı. Böylece, daha ağır girişimlere gerek olmadı, nazal oksijenle düzeldi.

Şimdi her ikisi de virüs negatif ve bulaştırıcılık fazını atlattılar. Orhan da dün itibarıyla taburcu oldu.

Yani her ikisi de ucuz atlattılar.

İnsan kendisinin ya da yakınlarının başına gelmedikçe, bu hastalığı geçirirken ‘yalıtımın’ zorluğunu kavrayamıyor. Geçtiğimiz aylarda ben de ateşli bir grip geçirdim ve kendimi evde oda izolasyonuna aldım. Kısa zamanda basit bir grip olduğumu anlamış olmama karşılık, evde 65 yaş üstü 2 kişi olduğundan bu yalıtım sürecini günlerce devam ettirdim. Neyse ki çok uzun süre yalnız yaşamış birisi olarak hasta olduğumda kendi başımın çaresine bakmayı iyi bilirim. Bu sebeple  o zaman bile yalıtımın ne kadar zor  olduğunun farkına varamamışım, ancak şimdi kafama dank etti.

Geçen gün, babasını corona nedeniyle kaybeden ve ailesinden birkaç kişi daha hasta olan bir arkadaşımla görüştüm. Kendisi de çok ağır bir hastalık geçirmekte olduğu için hiçbir şekilde yanlarına gidemiyor. Doktor olmasına rağmen en yakınlarını hasta yataklarında ziyaret dahi edemiyor olmasının nasıl bir çaresizlik duygusu yarattığını anlattı.

Önce Orhan tanı aldı, ondan 2 gün sonra da Sibel hastalandı. İlk iki gün Orhan evin bir odasında yaşıyordu, Sibel’in de hastalandığı anlaşılınca hiç olmazsa evin içinde serbest kaldı.

Gene de, karı-koca kukumav kuşu gibi evde yalnız kaldılar.

Düşününce bu hastalık da bütün viral hastalıklar gibi dinlenmek gerektiren bir hastalık. Ancak hiç de öyle olmuyor. Hem hastasın, halsizsin, sana bakacak kimse yok, kendi kendine bakıyorsun, doğal olarak evde en az bir kişi hiç ama hiç dinlenemiyor. Başın ağrırken, kasların sızlarken, ateşin varken, kalkıp bir sürü iş yapmak zorundasın. Bu bir.

Zaten oldukça ağır bir şekilde hastasın, üstelik günler ilerledikçe durumunun ağırlaşabileceğinin farkındasın, ancak kimseden telefon dışında sosyal destek alamıyorsun. Derdini içine atıyorsun, ya da yine hasta olan hane halkıyla konuşup, sürekli oksijen doygunluğunu izleyip, gecelerini öksürükten, sıkıntıdan uykusuz geçirip, kara kara düşünüyorsun. Bu da iki.

Tabii bütün geniş aile de dışarıda  kafayı yiyor.

Bizimkilerin çocukları, Trabzon’da anne babaları hasta yatarken, İstanbul’da tırnaklarını yediler,  Trabzon’a gitmek isteseler de babaları gelirseniz sizi kapıdan sokmam demiş.

Sibel’in annesi (Güneş Teyzem) ise, Sibel’e çok yakın oturur, normalde Sibel her gün annesiyle zaman geçirirdi. Neyse ki teyzem hastalanmadı, ancak arayınca bize ‘ben corona oldum, yatıyorum’ dedi.  Dr. Rüştü Araz’a da aynı şeyi söylemiş, Rüştü Bey, teyzemin bakıcılarını ‘Güneş Hanımın yanına ziyaretçi mi alıyorsunuz’ diye azarlamış. Muhtemelen, son yıllarda  kızıyla çok haşır neşir oldu ya, neredeyse onunla özdeşleşmiş, o hastalanınca kendisinin de hasta olduğuna inandı.

Bize gelince uzakta gün be gün dokuz doğurduk. Telefon etsen, konuşmak hasta için oldukça yorucu bir şey olduğundan ve öksürüğe boğduğundan, fazla da aramak istemiyorsun. Gerçekten dışarıda beklemek çok zor.

Neyse ki,  komşuları hemen bir sosyal destek gurubu oluşturdu, hemen her öğün yemek yapıp, getirdiler. Böylece, Sibel hasta hasta yemek yapmak zorunda kalmadı. Ne demişler ev alma komşu al.

Karadeniz bölgesinde, çok fazla kişi hastalandı. Hem Trabzon’da hem de Rize’de neredeyse bütün tanıdıklarım hastalandılar. Birçok ölüm oldu.

Bu günlerde tünelin ucundan bir ışık göründü, çok yakında aşı yapılmaya başlanacak.  Benim ablalarımın yaşları dolayısıyla öncelikli sıradalar, ben ise son sıradayım, yani  bana aşı yok, alınan aşı miktarına bakınca muhtemelen bizim kızların aşı olmaları da ayları bulacak.

Daha aylar boyunca kişisel önlemlerle korunmaya devam edecek gibi görünüyoruz.

Şimdiye kadar resmi rakamlara göre 2 milyonun üzerinde kişi hastalandı, bu da her 40 kişiden birinin hastalığa yakalandığını gösteriyor. Tanıdıklarım içinde bu kadar çok hasta olduğu için ayrıca hastalığı sessiz geçirenleri de düşününce bu sayının çok daha yüksek olduğu kanaatindeyim.

Toplumun % 50-60ının hastalığı geçirmiş olmasına ‘sürü bağışıklığı’ deniliyor. Çünkü toplum içinde bağışıklık kazanmış kişi sayısı o kadar artmış oluyor ki, bulaş hızı azalıyor.

Bu salgında toplumun bağışıklığı sadece hastalığın doğal yolla geçirilmesi şeklinde olmayacak belli ki. Toplumun en hassas kesimlerinden başlanarak, uygun sayıya ulaşıncaya kadar aşılama yapılırsa bu da büyük ölçüde faydalı olur.

Zaten hatırı sayılır, hiç de azımsanamayacak bir oranda insan  hastalığı geçirdi, yeterli ölçüde aşılama  yapılırsa bu musibetten birkaç ay içerisinde kurtuluruz.

Bu kadar kalabalık  ve dünyayı küçük bir köy haline getiren insan dolaşımı, yani zamane yaşam şeklimizle virüs dolaşımını da son derece kolaylaştıran bir matriks oluşturuyor.

Nüfus artışı bu hızla devam ettikçe,  yeni bir damlacık yoluyla bulaşan virüs salgını  gelişmesini beklemek gerçekçi bir yaklaşımdır.

Bu yıl korku filmi gibi geçti, ancak aşı haberi önümüzdeki yıl için umut aşıladı.

BENİ DE TÜRK DOKTORLARINA EMANET EDİN

Yabancı meslektaşlarla, kongrelerde karşılaştıkça,  çalışma şartlarına ve araştırma imkanlarına gıpta ederdim. Ancak ne zaman yurt dışında bir hekimle çalışsam, kendi konuları dışındaki konularda ne denli yetersiz olduklarına şaşırmışımdır.

Muayenehanem varken, yaz aylarında pek çok ‘gurbetçi’ hastam olurdu. Doğduğundan beri doktor tarafından takip edilen bir çok hastada o kadar çok, tanı koyulmamış hastalık yakaladım ki, kendim de şaşırdım. O zamanlar bizim ailelerde dil engeli olduğu için mi bu kadar çok tanı hatası oluyor diye düşünmüştüm. Bazen o kadar saçma tıbbi hatalar yakalıyordum ki, aklımdan ‘acaba doktorlar ırkçı olduklarında mı bizim çocuklara iyi bakmıyorlar’ düşüncesi geçmiyor değildi.

Örnekler çok ama birkaç tane çok belirgin ihmal mi, hata mı, aymazlık mı dersiniz, örnek vereyim;

Bir seferinde Hollanda mı, Belçika mı hatırlamıyorum, bu ülkelerden birinde doğmuş, tam 8 yaşında bir kız çocuğunu getirdiler. Aslında bana muayeneye getiriliş sebebi şu anda hatırlayamayacağım kadar basit bir şeydi. Çocuğu muayene ederken kalp seslerini sol yerine sağ taraftan daha iyi aldım. Bu ip ucuyla dikkatli bir muayene yaparak, çocuğun ‘situs inversus totalis’ olduğunu düşündüm.

Hastayı hemen ultrasona gönderdim.

Bu çocuk 8 yıldan beri doktoru olan ve defalarca muayeneye götürülmüş bir çocuk olduğundan babasına, daha önce bu durumdan haberdar mı acaba diye sorular sorduğumda hiç bilmediğini anlamıştım. Belki de ben yanıldım, radyoloğa rezil olmamayım diyerek radyoloji istek kağıdına tanımı açıkça değil de dolaylı olarak yazmıştım. Dr. Özgül Sayıl’a götürmüşler ve hasta bir saat sonra tanımı teyit eden raporla birlikte odamdaydı.

Ben babaya durumu izah etmeye çalıştığım zaman derhal ne demek istediğimi anladı ve hiç de tedirgin olmadı, meğer adamın kız kardeşinde de aynı durum varmış.

Situs inversus totalis nedir diye soracak olursanız, vücudun sağda olması gereken organları solda, solda olması gereken organlarının ise sağda olması demektir. Yani kalbi solda değil de sağda. Yani muayene ederken kalp sesleri sağda alınıyor.

Üstelik bu çocuğun ailesinde de benzer hikaye var.

Sonuç;  çocuğu 8 sene doktor takip etmiş, ama demek ki ne doğru dürüst hikaye almış, ne de muayene etmiş.

Söz etmek istediğim bir başka hastam da 3 yaşında Down sendromlu bir çocuktu. Bu çocukta kromozom analizi de yapılmıştı. Kromozom analiz sonucu bir translokasyondu, yani mutlaka annede de bakılması ve diğer bebeklerinde hastalık çıkma olasılığının belirtilmesi, bundan sonraki hamileliklerde anne karnında tanı yapılması gereken bir vakaydı. Ancak 3 yılda ne anneye tetkik yapılmıştı, ne de tekrarlama olasılığından söz edilmişti. Hatta anneye bundan sonraki gebelikler için genel toplumdaki risk verilmişti. Bir hekimin yorumlamayı bilmediği tetkiki neden yaptırdığını hiç anlamam zaten.

Bu vakada bir doktor hatası daha vardı, çünkü çocuk 3 yaşında ve hala başını tutamıyordu, oysa Down sendromu olan çocukların çoğu bu yaşta yürümeye başlamış olur. Bu durumu, anne fark edip ‘benim çocuğum diğer Down sendromlu hastalara göre daha geri’ diye doktora söylemiş. Buna  doktorun verdiği cevap beni delirtti o kadar söyleyeyim. Çocuğa EEG yaptırdım, çok ağır bir epilepsi çıktı.

Bu hastayı da doktor(!) takip ediyordu.

Bir de mesela Almanya’dan gelen hastalar, ‘doktorumuz çocuğu sakın Türkiye’de doktora götürmeyin, boşu boşuna bir sürü tetkik yapıp, gereksiz antibiyotik veriyorlar, dedi’, diyorlardı. Ben de bir süre sonra eksik ve hatalarını fark etmeyelim diye bu şekilde konuştukları söylemeye başlamıştım.

Oysa hayatta herhangi bir meslektaşımı yermek istemem.

Zaten bu konuşma ne zaman geçse, çocukta atlamış bir şeyler bulurdum. Bu bazen demir eksikliği anemisi kadar basit, bazen de nadir bir metabolik hastalık kadar ciddi bir durum olurdu.

Dayımın oğlu, Lozan’da yaşıyor. İsviçre hani dünyanın en uygar memleketi sanırsın. Kuzenimin, kız arkadaşının kardeşinin başına gelenler, bir korku romanı gibi. Bu zavallı kızcağıza, bir ameliyat sırasında epidural anestezi yapılmış. Sonrası kabus gibi, kadın ağrılarından ve uyuşmalarından aşırı şikayet etmesine karşın normaldir diye ölüm döşeğine gelen kadar üniversite hastanesine sevk etmemişler. Zavallı kızcağız, meğer verilen maddeye karşı aşırı reaksiyon geliştirmiş,  ikinci hastanede yoğun tedaviyle ölümlerden dönmüş, ama belden aşağısı felç kalmış. Büyük ihtimalle erken müdahale edilse sonuçlar bu denli ağır olmayacaktı. Bu birinci ihmal.

İkinciye gelince; geçen ay oldu.

Felçli hastalara, 6 ayda bir yaşadıkları şehirden uzakta bir merkezde tetkikler yapıyorlarmış. Bahsettiğim hasta, bu kontrollere hep kendi arabasıyla gidermiş, ancak şimdi salgında kendi gitmek istememiş. İsviçre’de bir hasta transfer sistemi varmış, hastayı gelip evden alıyorlar ve gideceği merkeze götürüyorlar, sigortası da ödemeyi yapıyormuş.

Rüya gibi değil mi? Tabii, kabuslar da birer rüyadır.

Eve havalı, devasa bir araba gelmiş, kadını tekerlekli sandalyesiyle birlikte arabanın içindeki bu işe yarar mekanizmaya sabitlemişler. Yani, tekerlekli sandalyeyi kemerlerle arabaya bağlamışlar. Ancak nerede hata yapıldı bilemeyeceğim ama yolda kadın yere düşmüş ve tekrar sandalyesine oturtulmuş.

Neyse bu maceralı yoldan sonra hastaneye gitmişler, tetkikler yapılmaya başlanmış. Ertesi gün kızcağız şu bacağımda bir şişlik oldu demiş ve bacakta femur (üst bacak kemiği) kırığı saptanmış, bir sonraki gün öbür bacağımda bir karartı var demiş, o bacakta da tibia (alt bacak kemiği) kırığı saptanmış.

Kadın bu halde bir hafta  bekletildikten sonra ameliyat edildi.

Bunu duyunca gel de delirme. Bahsettiğim kemikler çok büyük kemiklerdir. Kırık oluşunca hastayı şoka sokacak derecede iç kanama olması beklenen bir şeydir. Felçli hastada kemikler kolayca kırılır.

Bu kadın hastaneye gider gitmez neden muayene edilmedi? Hadi o gün gargaraya geldi diyelim, ilk kırığı saptayınca neden hala muayene edilmedi? Şimdi gel de bu doktorlara güven, ameliyat oldu ama hala saptanmamış,  ufak kemik kırığı olabilir diye düşünüyorum.

Zavallı kadın konforlu bir şekilde tetkike gideyim derken bir kez daha ihmalden canı tehlikeye girdi.

Sonradan hatırladım, yıllar önce benim kuzenim de düşmüş ve el kemikleri kırılmıştı. O zaman da filim çektikleri halde kırığı görmemişlerdi. Emre’nin eli sonrada Türkiye’de atele alınmıştı.

Bütün bu hikayeler bizde olsa maazallah. Vallahi benim bir asistanım hastasını bu şekilde ihmal ete elimden çekeceği vardı.

Bu salgında da hekim ve sağlık personelinin fedakarlıklarını gözlüyorum. Bize düşen hastalanmamaya azami gayet göstermek, hastalanırsam meslektaşlarıma sonuna kadar güveniyorum.

Atatürk her konudaki gibi bu konuda da yanılmadı. Beni de Türk doktorlarına emanet edin lütfen.

Show Buttons
Hide Buttons