Hacettepe’de asistanlık yıllarım, enfeksiyon servisinde çömez (ilk yıl, günaşırı nöbetçi) asistanım. O ay serviste yatan 7 tane tüberküloz (verem) menenjiti var.
MEMLEKETİM İNSANLARINDAN HAKİKİ MEMLEKET HİKAYELERİ, YENİ ÇOCUK YAPAYIM MI DOKTOR? TRAJİKOMİK BİR HİKAYE
KTÜ’de çalışırken Down sendromu olan bebeklerden birinin çok ağır kalp hastalığı vardı. Çocuk aylarca hastanede yatıp sonunda vefat etti. Bu çocuk 8 aylık hayatının en az 6-7 ayını hastanede yatarak geçirdiği için annesini de tanıyorum elbette. Ailenin ilk bebeği olduğu için genetik tahlilleri de yapmıştık, hastalığın diğer çocuğunda tekrarlama riski genel toplumdan daha yüksek değildi, bunu da anneye açıkça söylemiştik. Anne bebeğin ölümünü çok olgun karşıladı, ama çok da üzgün olduğu belli oluyordu.
BİZ TRABZON’DA BÖYLE DİYORUZ
Ben hayatımın büyük bölümünü Trabzon’da geçirdim. Bütün diziler Karadeniz şivesi taklit etmeye çalışıyor ama nafile. Uğur Yücel dışında pek becereni görmedim. Elbette bir de Karadeniz kökenli sanatçılar beceriyor, onlar da abartmaya çalışmayınca. Burada her ilçenin şivesi farklıdır, biri konuşmaya başladı mı hangi ilçeden geldiği hemen belli olur. Ben Rize Pazar’lıyım, doğal olarak bizim evde Rize şivesi hakim, Trabzon’da yaşarken benim konuşmam onlara farklı geliyor, karşılık olarak ben de Trabzon’luların şivesi ile dalga geçiyorum.
ALTIN FİLİM GAYBUBETE KARIŞTI
Sanırım Ankara’daki ikinci yılımda, doğum günümde yurt arkadaşlarım hep birlikte bana fil şeklinde altın bir kolye hediye etmiştiler. Çok şeker bir şeydi, sanırım en büyük çapı sadece 1.5 cm büyüklüğündeydi. Gövdesi bir top şeklindeydi, başı da daha küçük bir top gibiydi, tam kıvamında yaprak gibi kulakları, yukarı kıvrımlı bir hortumcuğu ve çırpı bacakları vardı.
Arkadaşlarım bana bu hediyeyi verirken tombul bacaklarıma uygun buldukları için bunu aldıklarını söylemiştiler. Gerçekten benim bacaklarım bedenime göre oldukça kalındır, çoğu zaman sanki bedenime başka birinin bacakları takılmış gibi hissederim. Bu küçük filde aslında garip bir ironi vardı, çünkü bacakları bedenine göre çok ince idi. Ancak o kadar sevimli bir kolye idi ki derhal bir zincir buldum ve boynumdan çıkartmadan takmaya başladım.
Bizim ailede fil nedense bir uğur işaretidir, her evde sıra sıra dizili yedi adet fil biblosu bulunur. O yıl Trabzon’a döndüğümde Güneş teyzem fil kolyemi o kadar beğendi ki, boynumdan çıkartıp kendi boynuna taktı. Zaman zaman evde arkadaşları ile toplanıp konken oynuyorlardı, o oyunlarda uğur olsun diye filime el koydu. O yıl fil teyzemde kaldı. Bundan sonra yıllarca fil teyzemle benim aramda gitti geldi. Bir yaz gidip filimi geri aldım, o yıl boyunca benim boynumda kaldı, öteki yaz teyzem filime el koydu, bütün yıl taktı. Anlayacağınız bu küçük fil teyzemle benim aramda kapanın elinde kaldı.
Dördüncü sınıfta iken fil bende idi. O yıl çocuk cerrahisinde staj yaparken Ayça isimli 10 yaşlarında bir kız çocuğu ve annesi çok dikkatimi çekmişti ve onlarla çok ilgilenmiştim. Çünkü kızcağız çok ağır hasta idi, her iki böbreğinde de kanser vardı, ameliyat sırasında büyük bir kanser parçası kopup vücudun ana damarına kaçmış, o parçayı da almışlar. Sizin anlayacağınız çocuğun bütün karnı boyunca hayatında gördüğüm en büyük ameliyat izleri vardı. Çocuk halsizlikten başını kaldıramadığı için günlerdir taranmamış olan saçları kafasında bir kuş yuvası gibi karışmıştı, annesi çocuğun canını yakmamak için kıyıp da tarayamıyordu. Annenin gözlerinin altında simsiyah halkalar olmuştu, kadın resmen pandaya dönmüştü. O taranmayan saçlar ve annesinin göz çevresindeki halkalar beni çok derinden etkilemişti. Ben her gün yanlarına gidip onlarla konuşuyordum, bir gün kadın bana boynumdaki fili nereden aldığımı sordu. Ayça çok sevdi, ona aynısını almak istiyoruz dedi. Ben de bu filin benzeri bile yok, yıllardır ben de teyzem için arıyorum, lütfen alın, bu fil Ayça’nın olsun dedim. Sonra da teyzemin elinden zorla çeke çeke aldığım fili boynumdan çıkartıp kızın boynuna taktım. Annesi bu kolye altın, maddi değeri var diye almak istemedi. Ben candan gönülden kıza vermek istedim ve fili geri almadım, yine de çocuk birkaç gün taktıktan sonra fili bana zorla geri verdiler.
Staj bitti, Ayça taburcu oldu, okul kapandı ve ben Trabzon’a döndüm. Her zamanki gibi teyzem fili elimden aldı. O kış ben Ankara’da iken teyzemin evine hırsız girmiş ve birkaç takı çalmış, giden takılardan biri de benim kıymetli fil kolyem idi. O günden sonra bir daha bu kolyeyi görmedik, bir benzerini de bulamadım.
Aradan yıllar geçti, okulu bitirdim, ihtisası bitirmek üzere iken yolda bir kadın ve yanındaki kızı ile karşılaştım, kadının gözlerinin altında o simsiyah lekeler olmadığı için tanıyamadım. Beni görünce kadın sevincinden çıldırdı. Bakın bu Ayça dedi yanındaki ondan en az 20 santim uzun olan kızını göstererek, vallahi Ayça o kadar ameliyatlar oldu, kemoterapiler, radyo terapiler aldı, ama biz iyileşmesinde bir mucize olduğunu düşünüyoruz. Bize göre sizin fil onu iyileştirdi dedi ve filin ne olduğunu sordu. Ben de fil çalındı deyince inanılma üzüldü, ben güya 3 kuruş maddi değeri var diye geri verdim, keşke geri vermeseydim diye o kadar dövündü ki anlatamam. Ben de kadını teselli etmek için üzülmeyin fil bilinmeze ( gaybubete) karıştı gene de olduğu yerden Ayça’ya yardımcı olacaktır dedim. Ancak onlar için bu kadar değerli olmasına da şaşırdım elbette.
Ancak bu karşılaşmadan iki yıl sonra bu fille ilgili burada anlatmayacağım, çok gerçekçi bir rüya gördüm ve Ayça ile tartışılamaz bir ilişkisi olduğunu anlayınca çok etkilendim.
Şimdi her zaman altın bir fil kolyem ve evimde bir sürü fil vardır. Teyzem hala o fil kolyemi arar.
ŞİMDİ FINDIK ZAMANI DOĞUM KONTROLÜ İLE UĞRAŞAMAM
Trabzon’a ilk geldiğim yıllarda nedense içimi bir dernekçilik ateşi sarmıştı. Bir çok sosyal derneğe üye olduğum gibi, UNICEF, Milli Pediatri gibi meslek derneklerinin Trabzon şubelerini kurdum.
Aslında mesleki derneklerin şubelerini kurmaktan amacım, KTÜ Pediatri olarak bir Milli Pediatri kongresini düzenleyecek olmamızdı. Sosyal derneklerden amacım ise uzun süredir ayrı kaldığım Trabzon’da yeniden bir sosyal çevre oluşturabilmekti. Trabzon’a döner dönmez, Lionstan, Türk Kadınlar birliğine, Tradost (doğa sporları derneğinden), Trabzonspor’a bir çok derneğe balıklama daldım.
ÖMRÜM 35’TE GEÇTİ
Fakültenin son yılında bayağı doktor gibi çalışırdık. Pediatri servisi olarak 35’te çalışmıştım. Daha sonra 3-4 ay çömezlik en az 2 ay da kıdemlilik yaptım bu serviste. Hatta yıllar sonra Atatürk Üniversitesinde çalışırken, eş zamanlı asistanlık yaptığım çocuk cerrahı Prof Dr Bedii Salman ile konuşurken, ‘’ben seni hep 35’te hatırlıyorum’’ demişti. O kadar yani.
Asıl 35 maceram intörnlükteki o bir aydır. Konsültanımız Faik Sarıalioğlu ( sanırım ilk konsültanlığı idi) , kıdemlimiz rahmetli Uğru Dilmen, asistanlarımız da İlhan Tezcan ve Fatmanur Şeniz ( ilk yazımda ismi hatırlayamadım, Hacettepe ile ilgili anılar editörüm Ayşegül Tokatlı beni düzeltti) idi. Benim karşımdaki gecede de Kadriye Öncü nöbet tutuyordu. Ayrıca iki intörn daha vardı, ama tuhaf bir biçimde onları hatırlayamıyorum.
O ay birkaç şansızlık yaşadık. Örneğin asistanlarımızdan biri ameliyat olup rapor aldı. İlhan da hepatit B oldu, biluribini exchange transfüzyon sınırının üzerine çıktı, zaten kızıldır, iyice kan portakalı rengine döndü, elbette o da rapor aldı. Böylece servis bize kaldı. Birkaç günlüğüne diğer servislerden asistan verip, sonra onu geri çekip, bir diğer servisten asistan veriyorlardı. Çünkü biz henüz doktor değiliz, reçete yazma ve imza yetkimiz yok. Muhtemelen bütün bir ay boyunca bir servisten asistan alırlarsa o servisten çıngar çıkar diye başasistanlar böyle bir telafi yöntemi buldular. Fakat bu durumda da gelen asistanlar henüz servise hakim olamadan gidiyordu.
Uzun lafın kısası servis bize kaldı. Sonradan ben pediatri asistanı olunca Faik abi bana birkaç kez senin pediatriyi seçmende benim de rolüm olmuştur dedi.
O servisten birkaç yönü ile hiç unutmadığım bir hasta vardır. Çocuk sanırım 2.5 yaşında ‘’konjenital nefrotik sendromu’’ olan bir hasta idi. Zavallıcık, hemen hemen doğduğu günden itibaren steroid aldığı için hiç büyüyememiş, kasları gelişmemiş, yanakları ve bütün vücudu yağ bağlamış, damarları iyice zayıfladığı için her yeri morarmış bir şekilde yatan bir bebekti. Bu çocuğun dedesi Şinasi hocanın sınıf arkadaşı olan bir ‘’nöropsikiyatrist’’ idi. Evet eskiden böyle bir branş varmış. Adamcağız tıbbı bırakmış, kendini dine vermiş, konuşurken yüzümüze bakmadan konuşan bir amcaydı. Hastaneye yakın bir yerlerde yaşıyordu galiba, çünkü günün herhangi bir saatinde serviste belirirdi. Fakat gece 23 30 olunca rutin bir şekilde Şinasi hocaya telefon eder ve değişmez bir replikle hocayı çağırırdı. Şimdi tam metni hatırlamıyorum ama, ‘’Şinasi çocuğun durumu acilleşti, acele gel’’ gibi bir şey söylerdi. Şinasi hocada hala hastanede olduğundan 5 dakika geçmez, servise giren koridorda belirirdi.
Allahtan o sıralar saat 24’te hala sokağa çıkma yasağı devam ediyordu da viziti kısa sürerdi.
Bu gariban hasta da her gün yeni bir problem çıkarırdı. Faik abi de ilk konsültanlık heyecanı mı yoksa bize mi güvenmiyordu bilmiyorum. O da gece demez, hafta sonu demez vizite gelirdi. Bir hafta sonu akşam geç saatlerde gene vizite gelmiş, abi bizim bebeğin durumu biraz bozuldu, nefes alıp vermesi tuhaflaştı sanki dedim. Faik abi hemen çocuğu muayene edip, akciğer filmi istedi. Sonra da oturup filmi bekledi, sanırım hem iki taraflı pnomotoraks hem de mediastinal hava vardı. Faik abi buna bir türlü inanamıyor, bir de bir radyolog filmi okusun istiyor. Sonunda Aytekin hoca ile konuştu, hastaneden bir araba çıkarttırıp, beni flimle birlikte Aytekin hocanın evine gönderdi. Hoca ne dedi tam hatırlamıyorum ama karşısında beni görünce çok mahcup oldu. Neden sizi gönderdiler diye çok üzüldü, beni kendisi hastaneye geri götürmek için ısrar etti.
O ay bir de meşhur Aşır’ımız vardı. Küçük adamımız servisin ağası idi, servis girişinde oturur, kendisi yerinden kalkmaz, ama bütün çocukları organize ederdi. Hastanede neredeyse bir yıl yattıktan sonra meğer adının Aşır olmadığını, sigortası olmadığı için çocuğu başka bir çocuğun adı ile yatırmış olduklarını öğrenmiştik. Küçücük çocuk bacak kadar boyu ile bütün o zamanlar boyunca bize hiçbir şey belli etmemiş, adı Aşır’mış gibi davranmıştı. Bu çocuğun da o zamanlar bir türlü tanısı koyulamamıştı. ( Yıllar sonra İlhan bana bu çocuğun tanısının ne olduğunu anladığını, yeni tanımlanmış bir immun sistem hastalığı olduğunu söylemişti).
Bu çocuğun tanısı belli olmadığı için Faik abi de Uğur abi de mutlaka tanı koymak istiyorlar. O ay çocuğun perikardında sıvı toplanması mı kalınlaşma mı ne olduğunu hatırlayamadığım bir şey gördüler, buradan tanının çıkacağını düşünerek büyük bir heyecan ile perikardiektomi (ameliyatla kalp zarı alındı) yaptırdılar çocuğa. Bundan sonrası da komedi gibi, bütün ümitler perikard biyopsisinde ne çıkacağına bağlı idi, fakat ne olduysa perikard kayboldu. Uğur abi ile İlhan’ın ameliyathanede perikardın peşine düşüp bin bir zorlukla bulduklarını hatırlıyorum. O günden sonra da İlhan yatağa düştü zaten.
FIKRA GİBİ HASTA HİKAYELERİ
Yeni mezun olmuşum Eti Mesut Hastanesinde halk sağlığı stajı yapıyorum. Bu bölgede çeşitli sağlık ocakları ve onların bağlı oldukları bir hastane vardı. Rahmetli Nusret Fişek hocamızın önderliğinde Türkiye’nin sağlık sistemine örnek olması için yıllardır o bölgede Hacettepe Üniversitesinin Hak Sağlığı bilim dalı görev yapıyordu. Hacettepe’de okuyan tıp fakültesi öğrencileri 2 aylık halk stajlarının bir kısmını köylerde kalarak bu bölgede yapardı. Ben ayrıca bir yıla yakın asistanlık yapmıştım.
Bu hastanede çalışırken bir hayli komik hasta hikayesi yaşamıştım.
ASYA’NIN HASTALIĞI NE?
Trabzon’da hemen bütün kadınların uğrak yeri olan bir manikür salonu var. Ben de en sadık müdavimlerden biri, hatta iş yerinin ‘’kalandar ana’’sıyım. Bu salonda çalışan kızlardan biri olan Gülen bir gün panik halinde bana telefon etti ve 5 yaşındaki yeğeninin ayaklarının üzerine basamadığını, bacaklarında koyu renkli döküntülerinin olduğunu söyledi. Ben muhtemelen ‘’Henoch Schönlein Purpurası’’ olduğunu söyleyerek romatolog arkadaşıma gitmelerini önerdim. Benim söylemesi bu kadar zor bir isim söylediğimi duyunca Gülen iyice panikleyerek ‘’NE? NE? NE DEDİNİZ HOCAM?’’ diye bağırmaya başladı. Ben de ona hastalık hakkında bilgi vererek, bu zor ismi boş ver ‘’HSP’’ desen yeterli dedim. Tabii bu kısaltmayı bundan sonra muhatap olduğu bütün doktorlardan da duydular. Çok şükür ki çocuk hastalığı kolayca atlattı, ama hala kontrollere gidiyor. Ama bu tuhaf isim manikür salonunda bir çok kişinin dikkatini çekti, ne zaman salona gitsem, çalışanlar bana Asya’nın hastalığı neydi diye soruyorlar.
Aradan birkaç ay geçtikten sonra bir gün salonda bu çocukla karşılaştım. Tabii ben ve Asya aynı anda salonda olunca herkes yine hastalığın adını sormayı hatırladı. Ben de çocukların ne kadar akıllı olduklarını ispat etmek ve bakın sizin aklınızda tutamadığınızı küçücük çocuk hatırlıyor diye salondaki kadınlara hava atmak için ‘’ Asya hatırlıyor musun, senin hastalığının adı neydi’’ diye sordum. Çocuk ‘’tabii hatırlıyorum KPS’’ demesin mi?
Meğer annesi aylardan beri KPSS (Kamu Personel Seçimi Sınavı)’ ye hazırlanıyormuş, çocuğu babaanneye bırakmışlar. Annesi her ziyaretinde ‘’sabret kızım KPS sınavı bitince evimize birlikte gideceğiz’’ diyormuş.
Yani çocuk gerçekten de HSP’den çekmemiş KPS’den çektiği kadar. Ben hastalığın ne diye sorunca aklına daha çok yer etmiş olan harfleri söyleyiverdi.
ALİ ÇEMAL
Yıl 1983, pediatri asistanlığımın ilk yılında, servis 22’de çalışırken, serviste 4-5 yaşlarında Ali Kemal isimli Rizeli bir çocuk yatıyor. O zamanlar Hacettepe Alman usulü uygulanıyor, aileler serviste yatan çocukları ile birlikte kalamıyorlar, sadece ziyaret saatinde gelip bizden bilgi alıyorlar. Zavallı çocuklar, zaten hastalar, bir de annelerinden uzaktalar, mümkün olan her fırsatta birini kucağımıza alıp, seviyoruz, onlarla konuşup, oynuyoruz. O kadar canlarını yaktığımız halde onlar da bize sevgi ile karşılık veriyorlar. Ayrıca çocuklar çok da akıllıdır, sabah kan alma saatinde bizi görünce kıyamet koparan çocuk bile, başka bir zaman, nasılsa kan alma saati olmadığını bilerek hemen kucağa atlar.
Ali Kemal, hem çok sevimli, hem de o sırada servisin en küçük çocuğu olduğundan, onu çok seviyoruz. Çok koyu bir Rize aksanı ile konuşuyor, adını sorunca ALİ ÇEMAL diyor mesela, biz de onu konuşturmaya bayılıyoruz. Zavallı çocuk oldukça da ağır hasta; ateşi, kansızlığı, kocaman karaciğer ve dalağı var. Bir türlü sebebini bulamıyoruz, ha babam kan alıyoruz çocukcağızdan. Galiba servisteki diğer çömez asistan da Cem. ALİ ÇEMAL çok uyanık bir çocuk, o sabah yanına hangimiz kan almak için gittiyse, ona yağ yakmak için ‘’BENUM KANUMİ HEP SEN AL, HABU DELİ ÇİBİ YAPAYİ’’ diye diğerimizi şikayet ediyor.
Çocuğun ailesi de bir garip, onlar için önemli olan tek şey Ali Kemal’in kabızlığı, ne anlatırsak anlatalım, bu gün büyük apteste çıktı mı, çıkmadı mı, bir hevesle bok davası güdüyorlar, başka hiç bir şey onlar için önemli değil, bütün hastalığın sebebi kabızlık, kabızlık geçse çocuk düzelecek diye düşünüyorlar. Oysa çocuk çok hasta yüksek ateşi, karaciğer dalak büyümesi var, bir türlü de tanı koyulamıyor.
Her vizitte (ki günde en az 5 vizit) bir hoca veya kıdemli veya başasistan gelip şu şu hastalıkları da araştırın, kanlarını, kültürlerini alın diyor. Biz çocuktan kana ala ala çocuğun hemoglobini (kanı) iyice düştü. Periferik yaymasında yıkım (hemoliz) belirteçleri görülmeye başlandı. Bu sefer de, çocuktan hemoliz sebebi ne olabilir diye başka kanlar almaya başladık. Halbuki bu belirtiler kan kaybında da olur. Ben de, Cem de bu kadar çok kan aldığımız için kansızlığının ağırlaştığının ve kan verirsek bu durumunun düzeleceğinin farkındayız. Fakat o sıralar Hacettepe hematolojide Şinasi Hoca var, hastalara antibiyotik ve kan verilmesine çok karşıdır, çocuğa kan versek, hoca diliyle öldürür bizi.
Sonunda hastaya ‘’vaka başı’’ yapmaya karar verildi. Yani bir çok bölümden, bir çok hoca belli bir saatte hastanın başında toplanacak ve herkes bir fikir ileri sürecek, muhtemelen çocuğun hastalığı anlaşılacak artık. Bu tür ‘’ vaka başı’’ toplantıları Hacettepe Çocuk Hastalıkları ve Sağlığı Ana Bilim Dalında çok önemlidir, genellikle çağrılan her hoca bir gün önceden gelip çocuğu görür, dosyasını inceler ve toplantıya hazırlıklı gelir. Bu da bu çocuk için toplantı öncesinde alınacak bir sürü daha kan demektir. Hocalardan biri sanırım ‘’Kala Azar’’ (şark çıbanını yapan parazitin genel hastalığı) düşünerek dalak aspirasyonu (dalaktan iğne ile kan alma) yapmamızı istedi. Böylece daha önce kemik iliğinde görülemeyen parazitleri görebilecektik, varsa tabii.
Ertesi gün öğleden sonra toplantı yapılacak, sonucu yetiştirebilmek için bu gece nöbette dalak aspirasyonunu yapmamız lazım. Cem’le eğer bu çocuğa bu gece kan vermezsek, yarın yapılacak vaka başından sonra bir sürü daha kan istenecek, kesin bu çocuğun hemoglobin daha da tehlikeli seviyelere düşer diye düşündük. Zavallı çocuğa gece nöbette dalak aspirasyonunu yaptık ve bundan sonraki saatlerde, çocuğun gözlem kağıdına nabzını yüksek, tansiyonunu düşük yazıp, çocuğa kan verdik. Yani Şinasi Hoca bu çocuğa neden kan verdiniz diye bize kızamasın diye resmen hile yaparak kalp yetmezliği numarası yapıp kanı verdik. Bird aha bu fırsatı bulamayız, nasıl olsa çocuktan daha tüp tüp kan alacağımızı bildiğimiz için bir hayli de fazla verdik. Çocuğun hemoglobin beşten onikiye çıktı, yanakları kıpkırmızı oldu.
Artık vaka başı yapılacak güne girdik, çömez asistanlar olarak ikimiz de teyakkuz halindeyiz, bütün dosyayı ezbere biliyoruz. Galiba toplantı saati öğleden sonra 2, yani tam ziyaret saatinden sonra. Şinasi Hocamız toplantıdan önce hastayı görmek için tam da ziyaret saatinde gelmesin mi? Hadiii bütün aileleri odanın dışına aldık, onlar camdan içeriyi seyrederken, biz çatır çatır hastayı hocaya sunuyoruz.
Fakat hocamızın gözleri çocuğun yanaklarına takılıyor ve ‘’HAY HAY, siz hikaye almayı bilmiyorsunuz, bu çocuğun yanaklarında raş (döküntü) var ’’ diyor. Ben kem küm ederek çocuğa kan verdim demeye çalışıyorum, ama hoca kendi aklından çocuğun ‘’lupus’’ hastası olduğuna karar verdi ya, sözlerimi duymuyor bile. Sonunda hoca ‘’çağırın aileyi’’ deyince zaten cam kapıdan içeri bakmakta olan aileyi içeri çağırdım. Anne ve baba daha kapıdan odaya adım atar atmaz, hocamız ‘’ bu çocuğun yanakları ne zamandan beri böyle kızarık’’ diye sordu.
O an hala gözümün önündedir, anne ve baba önce çocuğa baktılar, sonra sevinçle birbirlerine baktılar ve ikisi birden hocaya bakıp sevinç içinde ‘’BU CUN OLDİİİ’’ (bu gün oldu) diye haykırdılar.
O gün vaka başından sonra aile yeni kanları aldırmayı reddederek çocuğu taburcu ettiler.